“Demokratik Cumhuriyet” kavramının önemine dikkat çeken Seyfi Öngider, bu talebin büyük, köklü değişim ve dönüşümlere yol açan bir tür politik devrime tekabül ettiğini düşünüyor: “Toplumun aşağıdan yukarı doğru örgütlenmesi ve emekçi sınıfların mücadelesiyle daha demokratik bir siyasal sistem bu topraklarda da yeşerecektir.”
Seyfi Öngider ile Cumhuriyetin yüzüncü yılı dolayısıyla kaleme aldığı “1923-2023 Yüz Yılın Siyasi Hikâyesi” kitabını ve geride kalan yüz yılı konuştuk…
Cumhuriyetin 100. yılına geldik, birkaç gün sonra 29 Ekim ama ortada bir kutlama, şenlik havası falan yok. Hatta neredeyse hiçbir şey yok. Neden?
Ben bir süre önce bu kitap üzerine çalışmaya başlarken doğrusu hiç de böyle bir durum öngörmüyordum. Tam tersine Cumhuriyet ve geride kalan 100 yıl üzerine çok şey söylenecek, yazılacak, tartışılacak diye düşündüm ve bir sosyalist olarak bizim de sözümüz olsun. Soldan, bir sosyalist olarak baktığımızda ne görüyoruz, nasıl değerlendiriyoruz, bunu bir kitap olarak kaleme alayım diye çalışmaya başladım. Ama mevcut tablo hiç de öyle değil.
Bir kutlama coşkusu olmadığı gibi yazılı ve sözlü tartışma da çok sınırlı… Bir miktar tarihçi, gazeteci ile solcular tartışmaya çalışıyor. Bu tabloya bakınca “Cumhuriyet sahipsiz kaldı” denebilir. Cumhuriyet ortada kaldı, ne devlet katından 100. Yıl için beklenebilecek bir yaklaşım var ne de sivil toplumdan, entelijansiyadan gelen bir inisiyatif var… Bunun üzerine herkes düşünmeli gerçekten. Bu, sönük olmaktan da öteye giden, sessiz sedasız geçip gitmekte olan yıldönümü birden gündemi işgal eden ve nereye doğru evrileceği, genişleyeceği belli olmayan Filistin’deki gelişmelere bağlanamaz.
İktidar partisi, müttefikleriyle birlikte Filistin için İstanbul’da büyük bir miting düşünebilirken cumhuriyetin 100. Yıldönümü için imam-hatip okullarının düzenleyeceği birtakım müsamere tarzı toplantılardan ileri gitmiyorsa aslında açık davranıyor. Belli ki bu muhafazakâr, İslamcı, faşizan camianın cumhuriyetle ve geride kalan 100 yılla bir derdi, kendine göre görmek istediği bir hesabı var. Bugün iktidarda ve devlete egemen oldukları için devletin kurumlarını, bürokrasiyi, ellerindeki medyayı harekete geçirmiyorlar. İletişim Başkanlığı’nın duyurduğu cılız bir program var ama o da Erdoğan sergisi falan gibi, yine Erdoğan’la başlayıp biten bir şey olmaktan öteye gitmiyor. Cumhuriyete olan tepkilerini, rövanşist yaklaşımlarını böyle sergiliyorlar. Kurumların içi boşaldığı ve bu gibi konularda kendi inisiyatifleriyle davranamayacakları için o cenahtan da bir şey gelmiyor.
Öte yandan, genel olarak düşünce hayatı, entelektüel hayat çoraklaştığı, hatta çöle döndüğü için bu kesimden de pek bir şey üretilmiş değil. Her akşam ekranlara çıkan ve her konuda konuşan aynı zevat 29 Ekim günü bu konuda da konuşur ve geçer gider. Zaten kim dinliyor, kim izliyor… Kurumlardan ve entelijansiyadan bir şey gelmeyince zaten genel olarak zayıf sivil toplum da ne yapacak, ne üretecek… Ondan da fazla bir şey beklenemez.
CHP kendi dertleriyle ve yaklaşan kongresiyle çok meşgul olduğu için aslında onun için toplumun belli kesimleriyle buluşmak, ilişki kurmak için bir fırsat doğmuş olmasına rağmen farkında değil ya da bunun gereğini yapacak mecali yok… Yine olan sınırlı tartışma, değerlendirme çabası esas olarak soldan geliyor. Elbette solun da bu devletle, cumhuriyetle hesabı var ve sol her zaman daha açık konuşmuş, eleştirmiş ve tartışmıştır. Yine sınırlı da olsa sol yapıyor ne oluyorsa… Sonuçta 100. Yıl artık geldi geçti diye düşünebiliriz ve aslında bunun üzerine daha çok düşünmek ve tartışmak gerekir. Çünkü bu tablo toplumun farklı kesimlerinin mevcut cumhuriyete çok da sıcak bakmadığını, sahiplenmediğini gösteriyor. Mevcut devletten ve dolayısıyla cumhuriyetten memnun olan pek az galiba… Herkesin durduğu yerden ve kendine göre formüle ettiği taleplere uygun bir şekilde yeni bir cumhuriyet arayışında olduğu söylenebilir; İslam sosuna batırılmış otoriter bir cumhuriyetten demokratik cumhuriyete kadar farklı arayışlar söz konusu…
Kitabında geride kalan 100 yılda üç siyasi kuşaktan söz ediyor ve ilk kuşağı, Cumhuriyeti kuranları, “Kurucu Babaları” başarılı, sonradan gelenleri, diğer iki kuşağı başarısız buluyorsun, neden?
Diğerleriyle kıyaslandığında “Kurucu Kuşak” başarılıdır; çünkü Birinci Dünya Savaşı’nda yenilip dağılmış, çökmüş bir imparatorluktan yeni bir devlet çıkarmışlar. Bu o kadar da kolay bir şey değildi. Üstelik bunu yapanlar imparatorluğu da batırmış olan siyasi kadrolar, yani İttihatçılardır. Gerçi dünya savaşı sadece Osmanlıyı değil Rusya ve Avusturya imparatorluklarını da batırmış, sona erdirmiştir; çünkü kapitalizmin emperyalizm aşaması artık eski tip bu gibi imparatorluklara yol vermiyor, hayat hakkı tanımıyordu. Britanya İmparatorluğu gibi, daha sonra “Amerikan İmparatorluğu” gibi yeni tip emperyal devletler ortaya çıkmak durumundaydı.
Yani Osmanlının çöküşü, sonuna gelmesi esas olarak İttihatçıların beceriksizliği, başarısızlığı değildir, Osmanlıyı yaşatmaları mümkün değildi. İslam coğrafyasına yayılarak Osmanlıyı yaşatmak hayaliyle dünya savaşına girmeleri yanlıştı. Savaştan sonra liderler kaçtı ve geriye kalanlar zaman içinde eski İttihatçı vizyonunu terk ederek yeni bir ulus devlet oluşturmak üzere harekete geçtiler ve sonuçta bunu başardılar. Olmayabilirdi, çünkü dönemin hakim emperyal güçleri Türklere bugünkü gibi bir devlet ve toprak öngörmüyorlardı. 1919- 1922 arasında cereyan eden Türk milli mücadelesinin gelişim sürecinde Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi’nin yayılma güzergahında bir tampon olmasına rıza göstermek zorunda kaldılar ve hep de öyle kullanmaya çalıştılar. Soğuk Savaş zamanında da etkili bir şekilde kullandıkları söylenebilir.
Kurucu kuşak 1960’lara kadar Türkiye’yi yönetti ve doğrusu benzer ülkelerden çok da farklı bir noktaya getirmedi. 60’lardan itibaren cumhuriyetin ilk kuşağı, 1920’lerin sonu, 1930’larda doğanlar yönetimi devraldılar ve benzer koşullara sahip ülkelerden daha kötü bir noktaya getirdiler. Sadece bir örnek olması açısından hatırlatayım; 1970’lerde İspanya, Portekiz gibi ülkeler Türkiye’den çok da farklı bir yerde değildi. Güney Kore’nin kişi başına milli geliri Türkiye’den gerideydi. Bugün Kore 30 bin dolarda, Türkiye 10 bin doları bulamıyor. 2000’lerde ülke yönetimini devralan 1940’larda, 50’lerde doğanlar, esas olarak da AKP kadroları ise en başarısız dönemdir. Son 20 yılda Türkiye ile benzer koşullara sahip ülkeler dünya konjonktürünü iyi değerlendirerek çeşitli hamleler yaparken, AKP iktidarı eline geçenleri yandaşlarını dağıtıp kendi iktidarını sağlama almaktan başka bir şey yapmadı. Kendi suretlerinde bir Türkiye yaratmak isterken birçok şeyi yıkıp, içlerini boşaltıp yürüdüler ve sonuçta eskisinden daha kötü bir ülke meydana getirdiler.
Yine üç tarz-ı siyasetten söz ediyorsun; Milliyetçilik, İslamcılık ve Sosyalizm… İlk ikisinin önemi ve ağırlığı ortada ama Sosyalizm bu ikisi kadar önemli, temel bir siyasi-ideolojik akım mı?
Milliyetçilik kurucu ideoloji olarak en güçlüsü ve her akıma, her yere sızmıştır, sosyalist hareket dahil… İslam ise yüzlerce yıldır toplumun içindedir, kılcal damarlarına nüfuz etmiştir. Zaten son yıllarda nasıl görünürlük kazandığını ve gücünü veya kapasitesini gördük.
Komünizm/sosyalizm hiç iktidar veya iktidar ortağı olmadı tabii, tam tersine daha milli mücadele yıllarından itibaren baskıyla, yasaklarla, katliamlarla karşı karşıya kaldı. Ocak 1921’de TKP liderlerinin, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi sıradan bir olay değil tabii. Ankara’da iktidarda bulunan milliyetçi askerler TKP liderlerini kendileri için en önemli siyasi rakip olarak görüyorlar ve onun için büyük bir risk alarak, yani askeri ve mali yardımına muhtaç oldukları Sovyet Rusya ile ilişkilerini bozmayı göze alarak bu katliamı düzenliyorlar. Sadece bu durum bile o tarihte bu coğrafyada komünist/sosyalist hareketin mevcut ve muhtemel gücünü gösteriyor. Daha sonraki dönemlerde de hep baskı altında bulunan sosyalist hareket her şeye rağmen var olmuş, 1960-1980 arasında en etkili dönemini yaşamış ve hem siyasal yaşamda hem de özellikle kültürel dünyada etkili, hatta egemen olmuştur. Yani Milliyetçilik ve İslam’ın yanında Sosyalizmi üçüncü bir ana akım olarak ele almakta hiç beis yoktur.
Kitabın ayırt edici yanı şu ki, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren üç temel sorunla- İslam, Kürt sorunu ve Komünizm- uğraştığını ve aslında bu nedenle de demokratik bir cumhuriyet haline gelemediğini ileri sürüyorsun? Neden? Bu üç temel sorun bugün hala devam ettiğine göre ufukta demokratik bir cumhuriyet yok mu?
Doğrudur; Cumhuriyet en baştan itibaren bu üç büyük sorunla uğraşarak, mücadele ederek kendini inşa etti. Ama bu öyle bir mücadele ki bugün İslamcı olarak nitelenen bir parti 21 yıldır iktidarda, Kürt hareketi de 1938 sonrasında 1960’lara kadar sönümlenmişken yeniden canlandı ve siyasette, toplumsal hayatta çok etkili, güçlü bir duruma geldi. Yani bu iki sorunla yürütülen mücadelenin pek de başarılı olduğu söylenemez. Sosyalist hareket tarihinin en zayıf, en etkisiz dönemini yaşıyor ama bu sonuçta da esas olarak dünya konjonktürü daha çok paya sahip, yani yerel siyasi otoritelerin baskı ve zor politikalarının belirleyici olduğu söylenemez.
Dolayısıyla Cumhuriyetin bu sorunları ele alma ve çözme demeyelim de devre dışı bırakma, tasfiye etme çabaları aslında başarılı değildir. Bu sorunlarla mücadele ederken kendisini bir “güvenlik devleti” olarak inşa etmiş, “üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili ülkemiz…” söylemi toplumun geniş kesimlerine nüfuz etmiş ve en azından zaman içinde cumhuriyetin demokratik bir devlet haline gelmesi, demokratik değişim ve dönüşümü engellenmiştir, mümkün olmamıştır. Çünkü bu sorunlarla mücadele etme tarzı, yöntemi demokratik bir ortamın ve sistemin gelişmesine uygun değildir, demokrasiye tahammül edemez. Nitekim şimdiye kadar esas olarak böyle geldi, bir süre daha da böyle gidecek gibi, hatta daha da sertleşecek, ağırlaşacak gibi görünüyor.
Kısa vadede fazla bir şey beklenemez. Ama orta ve uzun vadede elbette bu topraklarda da bugünden öngörülemeyen demokratik değişim ve dönüşümler yer alacaktır. Çünkü geride kalan yüz yılın siyasi hikâyesi bu topraklarda da devam edegelen bir siyasal ve toplumsal mücadele olduğunu anlatıyor, gösteriyor.
Son söz olarak demokratik bir toplum inşa etmek için toplumsal bir konsensus çağrısı yapmışsın ama aynı zamanda kitap “çıkmadık canda umut vardır” diye bitmiş. Geleceğe dönük öngörülerin nedir?
Demokratik bir toplum olmadan onun üzerinde yükselen demokratik bir devlet, böyle bir siyasi omurga olmaz, olamaz. Demokratik bir toplum inşa etmek için Türkiye’de de bir birikim var, bir siyasi tecrübe ve mücadele geçmişi var ancak yeterli olmadığı açık. Yeterli olsa bugün başka bir ülkede yaşıyor olurduk. Onun için “Demokratik Cumhuriyet” talebi ve kavramı hiç de küçümsenecek bir şey değildir. “Demokratik Cumhuriyet” talebi bir tür “politik devrime” tekabül eder, büyük, köklü değişim ve dönüşümlere yol açacağı için bir tür politik devrim gibi düşünülmesi, ele alınması gerekir. Toplumun aşağıdan yukarı doğru örgütlenmesi ve emekçi sınıfların mücadelesiyle daha demokratik bir siyasal sistem bu topraklarda da yeşerecektir. Bu tarihsel ve sosyal-siyasal birikimin varlığını, müktesebatını unutmadan bugüne ve geleceğe bakmak doğru olur.
1923- 2023 Yüz Yılın Siyasi Hikâyesi, Seyfi Öngider, Aykırı Yayıncılık, 328 sayfa, Eylül 2023
(CE/AS)