Aslında iki filmin bir sürü ortak yanı var. Birisi bugünkü Berlin'de ötekisi 1973'de Şili'nin başkenti Santiago'da geçse de. Öyküler, mekanlar, kahramanlar, senaryoyu işleme tarzları farklı da olsa, galiba aynı dünyayı yaratıp izleyiciyi düşünmeye, tartışmaya çağırıyor: Egemenlere karşı ne yapmalıyız? Nasıl yapmalıyız? Mevcut sevimsiz dünyayı nasıl değiştirebiliriz? Nasıl mesut mutlu olunur hep birlikte?
Her iki film de bu sorulara kıyak yanıtlar öneriyor.
Burjuvalara korku salmak
Jan'la Peter iki fırlama Alman genci. İşsiz gibi, biri ideolojik öteki daha "cool" takılıyor. Anarşist ama doğal yani kendiliğinden anarşist, öyle aktivist filan değil.
Berlin gibi zengin bir kentte yoksul genç olmak yaratıcılığı kışkırtıyor. Jan'la Peter kendilerine "Edukators" (Eğitimci) nick name'ini uygun görmüşler. "Kapitalizm kapitalizmi yendi, şimdi artık kendi kendini mahvedebilir" tahlilinden yola çıkan gençler, her gece, zengin semtlerdeki evlere girip, bir tek şey çalmadan, evi eh işte biraz "ayıklıyorlar" yani alt-üst ediyorlar.
Önce güvenlik alarmları nötralize ediliyor, villaya giriliyor, taşımacılık ustaları kadar becerikli gençler, kanepeleri, koltukları, büfelerdeki değerli eşyaları filan toplayıp bir tür post-modern "İnstallation" yaratıyorlar salonun orta yerinde. Sanki bir Kızılderili çadırı, pahalı elektronik aletler buzdolabına konuyor, her şeyin yeri değiştiriliyor, düzen, kelimenin gerçek anlamıyla mahvoluyor. Edukators, girdikleri eve bir de mesaj bırakıyor: "Besili inek yılları artık geride kaldı!"
Tatilden ya da işten dönen zengin burjuvalar evlerini bu yeni haliyle gördüklerinde, eh biraz fena oluyorlar yani, ayılma-bayılma durumları, mülkiyete düşkünlüğün fiyaskosu, esas olarak da bir korku. "Güvenlik yok mu yahu bu memlekette? Polis nerede?" gibi çığlıklar atıyorlar içlerinden. Hele bir de evden hiç bir şey çalınmadığını görünce, yürekleri ve beyinleri tamamen korkunun işgali altına giriyor.
Gelelim şimdi anarşist gençler cenahına: "Bazı işlere kadın karıştırmayacaksın" derler, maço bir sözdür herhalde ama kimi zaman da doğru çıkar. Jan'la Peter Jule'e rastlıyor, Jule de üçlüye katılıyor. Kah Jan'a kah Peter'e aşık olma durumları ki, çok sade, çok saf, çok temiz bir aşk gençlerin arasındaki. Kıskançlık doğululara has bir haslet değil tabi... Filmin ikinci teması bu "Ménage à trois".
Jule'nin katıldığı ilk eylemde, burjuvalara korku salmanın ötesinde, havuz keyfi, mahzenden şarap yudumlamak gibi Julevari katkılar neticesinde, villanın sahibine yakalanıyorlar. İşte burada devreye öykünün dördüncü kahramanı giriyor ki, 68 kuşağından ama bugün zengin bir iş adamı olmuş rehine. Üçlü çete, eski 68'liyi dağa kaçırıyor ve orada bir süre birlikte geçiriyorlar.
Eski 68'li başlıyor nutuk atmaya: "Ben de sizin yaşınızda sizin gibiydim. Eylemlere, örgütlere katıldım. Ama işte sonra evlenme, çoluk-çocuk, iş-güç derken bıraktık bu işleri"... Çoğumuzun bildiği paslı, gayri samimi "good old days" muhabbeti. Anarşist gençler ilk başta direniyor, siyasi-ideolojik-fikri olarak karşı çıkıyor bu gevezeliklere. Oldukça zayıf gerekçelerle... Çünkü eski 68'li yeni kurnaz iş adamı uyanık, zeki ve kendi düzenini nasıl savunacağını çok iyi biliyor, gençler ise daha radikal ama temelsiz... Ama sonra beraber kağıt oynuyorlar, yemek pişiriyorlar filan, neredeyse bir komün hayatı.
Eski 68'li bu arada üçlü çetenin içsel aşki çelişkilerini körüklüyor, kışkırtıyor. E bu arada villadaki hanım, temizlikçi kadın, iş-güç aksamaya başlıyor. "Bırakın beni, sizi polise şikayet etmeyeceğim, ayrıca kiracım Jule'ün borcunu da sileceğim" diyor. Neyse, gençler adama inanıyor ve rehineyi villasının önüne getirip bırakıyorlar, oradan da ayrılıyor.
Son sahne müthiş: Eski 68'li takım elbiselerini giymiş lüks bir arabanın içinde beklerken, Robocop kılıklı anti-terör polisleri gençlerin evine baskın düzenlemeye hazırlanıyor. Polisler eve dalıyor, neyse ki evde kimse yok, ev bomboş, duvarda bir yazı: "Bazı insanlar hiç değişmez!".
Alman, Fransız ve İngiliz eleştirmenler filmi genel olarak olumlu karşıladı. Ancak her seferinde "Bu gençlerin yaptıklarını onaylamak mümkün değil ama militan olmadan bir siyasi film üstelik de fonda hoş bir aşk öyküsü" gibi değerlendirmeler yapıldı. Gençlerin bu filmi izlemesi, sinema-siyaset hatta kendi anne-babalarının ve ülkelerinin yakın geçmişi hakkında da düşünmeleri tavsiye edildi.
Dikkat çeken bir nokta da, filmin, toprağı bol olsun gitarist Jeff Buckley'in "Hallelujah" (Leonard Cohen) parçasıyla son bulması. Anarşist gençlerden birini, "Elveda Lenin"de de boy gösteren Alman sinemasının yeni jönü Daniel Brühl canlandırıyor.
Allende ilk Pinochet
İkinci önemli film Şili-İspanya-Fransa-İngiltere ortak yapımı, yönetmeni Şilili 1965 doğumlu Andres Wood. 1973 Pinochet darbesi sırasında ortaokulda olan Wood, biraz da özyaşamöyküsünü aktarmış filmine:
11 yaşındaki iki çocuk, zengin ailenin sevimli veledi Gonzalo ile gecekondu çocuğu Pedro Machuca, Rahip Mac Enroe'nun (Kurtuluş Teolojisi taraftarı olsa gerek) girişimiyle özel İngiliz Katolik kolejinde sınıf arkadaşı oluyor. İki çocuk, iki sınıfın gözlükleriyle Allende ve Pinochet'ye bakıyor filmde.
Olağanüstü bir dostluk ve çelişki öyküsü. Pinochet yanlısı Santiagolu burjuva kadınların protesto yürüyüşü de var, Allende taraftarı gençlerin gösterisi de. Çocukların ilk aşkları, ilk kavgaları, zıt kutuplara benzer ya da karşıt bakış ve diyalogları da... Neredeyse bir belgesel tadında. Film 11 Eylül günü sona eriyor.
Tabi ki kanlı, tabi ki yenilgi ve çaresizlik... Ama sinema dünyası, sağlam siyasi-ideolojik temele oturan bu çalışmayı "güçlü, akıllı ve heyecanlı" diye niteledi. "Şili'nin Truffaut'su" gibi cilalı sözler edenler de var. O, 400 Darbe'den sözetmişti, Wood belki de 4000 darbeyi betimliyor. "Sonu ağlatsa da başarılı bir siyasi kurgu" filmi.
Film boyunca Gonzalo'nun Pedrolaşma süreci anlatılıyor sanki. Çocukların, yetişkinlerin dünyasına bakışını, kavrayışını ve yorumlayışını izlerken, izleyici kaçınılmaz olarak kendi geçmişine dönüyor çoğu zaman. 12 Mart'ta ortaokulda olanlar ya da 12 Eylül'de ilkokulda olanlar "A bizde de olmuştu aynısı" diyor içlerinden.
Her iki film de meseleye aynı açıdan, aynı perspektiften bakıyor. Militan ya da didaktik değil ama klasik anlamda dram da yok. Gerçekçi, üstelik de sosyalist gerçekçi değil. Öykülerin içeriği ile filmin biçemi arasındaki koşutluklar, her iki filmi de belki heyecan ve duygusallıkla izlemeye yöneltiyor ama bilhassa Wood'un başarılı yönetmenliği bir yaşamöyküsü değil bir yaşamöyküsünün filmi karşısında olduğunu hatırlatıyor izleyiciye.
Siyasi sinemanın ustalarından Costa Gavras, bir özel görüşmemizde, "Siyasi sinema yapmak ne sadece siyaset yapmak ne de film yapmaktır" demişti. Edukators'un yönetmeni Hans Weingartner ile Arkadaşım Machuca'nın yönetmeni Andres Wood sinemada siyaset yapmışlar ya da siyaseti sinemayla yapmışlar. Ellerine, akıllarına, gönüllerine sağlık... (SON/RD)