Kadınlar-2'de Anayasa Kadın Platformu Kurucuları'ndan Hülya Gülbahar, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) "Yargıda Durum Analizi" raporundaki tartışma yaratan önerileri, "kadınlarla siyasetçi ve hukukçular arasında bitmeyen, dramatik mücadele"nin bir göstergesi olarak yorumluyor. Çarpıcı örneklerle yargının cinsel istismar konusundaki tutumunu anlatıyor ve "Hukukta, 'ar, hayâ, edep, ırz' kavramlarına yer yoktur" diyor.
HSYK toplantı raporunda geçen tartışmalı önerileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi hem HSYK'nın "Yargıda Durum Analizi" raporunun basına yansıyan bölümünden, hem de HSYK 1. Daire Başkanı İbrahim Okur'un konu hakkında basına verdiği açıklamadan anlaşılan şu ki: Yargıda 15 yaşından küçük kız çocukların evlendirilmesi "bölgesel gerçek" olarak kabul ediliyor. Ve, "kadının mağdur olmasını engellemek için" erkek ve aile hakkında ceza verilmesini öngören kanunun kaldırılması öneriliyor.
Yani yargı, "Ne yapalım bölgesel gerçek, değiştiremiyorsak ayak uyduralım" mı diyor?
Kadınlar ile siyasetçi ve hukukçular arasında bitmeyen, dramatik bir mücadele var. Çok çarpıcı bir şey anlatacağım: Medenî Kanun değişiklikleri sırasında meclisteki her siyasi görüşten erkek bir yanda, kadınlar bir yanda evlilik yaşını tartışmıştık. Aylarca evlilik yaşının 18 olması gerektiğini savunduk. Küçük yaşta ve zorla evlendirilmelerin engellenebilmesi için, biz evlilik yaşını yükseltmeye çalışırken erkekler düşürmeye çalıştı. Sonuçta, evlilik yaşı 17 hâkim kararı ile 16 olarak kabul edildi.
15 yaşından küçük çocukların cinsel ilişkiye rızası hakkında da benzer bir tartışma olmuştu değil mi?
Evet. Türk Ceza Kanunu'nda (TCK) biz, 15 yaşını doldurmamış çocukların cinsel ilişkiye rızalarının olamayacağını dolayısıyla "çocuklara rızasıyla tecavüz" diye bir madde olamayacağını savunuyorduk. 15 yaşından küçüklerin, cinsel olarak istismar edildiklerine dair mücadele verdik. Ancak erkekler, yaş sınırının daha aşağı çekilmesini istedi. O zaman da "Türkiye koşulları" deniyordu. Gerek Medenî Kanun'un gerek TCK'nın bu maddeleri, her zaman en çok tartışılan maddeler oldu. HSYK'nın son yayımladığı raporda da Türkiye'nin bazı bölgelerindeki gelenekler bahane ediliyor.
Bu problem "bölgesel problem" olarak anılmaktan nasıl kurtarılabilir?
TCK'nın daha mürekkebi kurumadan Hüseyin Üzmez cinsel istismar suçuyla tutuklanmıştı. Tutuklanır tutuklanmaz yargı çevrelerinden Adalet Bakanlığı'na baskılar başladı; çocuklarla cinsel ilişki yaşının düşürülmesi için... Adalet Bakanlığı buna direndi; ama HSYK kararında da gördüğümüz gibi birtakım hâkim ve savcılar hâlâ hukukun ruhunu özümseyemiyor. Bunun yanında, yasaların ya da Yargıtay kararlarının bölgesel gerçekliklere dayandırılması, hukukun evrenselliği prensibini de ihlal ediyor.
Önerilerde bir de Adli Tıp Raporu meselesi var.
HSYK'da sunulan önerilerden en ilginci. Tecavüze veya şiddete uğrayan kadının "beden ve ruh sağlığının bozulup bozulmadığı"nın araştırılması yerine sadece "beden sağlığının bozulup bozulmadığı"nın soruşturulması. Gerekçe: "Adli Tıp'tan istenen raporların çok geç gelmesi; o yüzden davaların gecikmesi."
Cinsel saldırı, bedende tespit edilebilir bir iz bırakmak zorunda mı?
Psikolojik raporlar, fiziksel delil olmadığında cinsel saldırıyı ispat etmek için tek araçtır. Fiziksel bulgunun olmadığı durumlarda, ruh sağlığının nasıl etkilendiğini araştıran Adlî Tıp raporları delil kabul edilmek zorunda. Bu rapordan vazgeçmek, tecavüzcüleri cezasız bırakmaya yol açar.
Raporların geç gelmesinin önüne nasıl geçilebilir?
Raporu üniversite hastanelerinin de vermesi sağlanır veya Adlî Tıp kadroları güçlendirilir. Saldırganların ödüllendirilmesi anlamına gelecek yasa değişikliklerinin hukukçulardan gelmesi trajikomik. Bu, yasaları uygulaması gerekenlerin, yasalara direndiğini gösterir. Kaldı ki, Adlî Tıp bugün en basit darp olaylarında bile başvuran kadınlardan 75 lira para istiyor. Bu birçok kadın için şu demek: "Adlî tıbba gelmeyin, şiddetinizi belgelemeyin, paranız yoksa şiddete maruz kalmaya devam edin."
Hepsi "yargının yükünü azaltma" gerekçesiyle değil mi?
Yargıdaki çelişkilerden bir tanesi daha. Geçtiğimiz günlerde Danıştay, Medenî Kanun'da düzenlenen "aile konutu şerhi" konusunda tam da yargının yükünü artıracak bir karara imza attı. Yeni Medenî Kanun çerçevesinde, aile konutu kimin üzerine tapuda kayıtlı olursa olsun tapu üzerine kayıtlı olmayan eş, ikametgâh senedi ve nüfus suretiyle tapuya giderek, hiçbir harç ödemeksizin "Bu aile konutudur. Benim rızam olmadan satılamaz" şerhi koydurabiliyordu. Danıştay, hukuk dışı bir kararla bununla ilgili yönetmeliğin ilgili maddesinin yürürlüğünü durdurdu. Şerhlerin mahkeme kararı ile alınması gerektiği hükmünü verdi. Yani, Türkiye hukuk sistemi, kadınlar aleyhine hüküm vermek istediğinde yargının yükünü artırmaktan çekinmiyor.
Böyle sıralayınca her şey kadınların aleyhine gibi görünüyor. İyi olan bir gelişme yok mu?
Var. Yargıtay 1. Ceza Dairesi, kendisine tecavüz eden babasını öldüren 22 yaşındaki kıza verilen 15 yıl hapis cezasını bozdu. "Meşru müdafaa" nedeniyle ceza verilmesine yer olmadığına karar verdi. Elbette ki cinayet hiçbir zaman olumlanabilecek bir eylem değildir. Ama bu dosyada, kızına cinsel istismarda bulunan babanın, kızının eski eşini de yaraladığı, kızını sürekli silahla tehdit ettiği ve kızına tecavüz ettiği görülüyor. Bu, haklı ve yerinde bir karar. Ancak, kararın açıklaması biraz problemli.
Ne diyor?
Yargıtay kararında, TCK'da terk edilmiş bulunan "ırz" kavramını kullanılıyor. "Ar, hayâ, edep, ırz" gibi kavramlar, hukuk kavramları olarak kullanılmaması gereken kavramlar. Irz kavramı, namus ve töre bağlantıları nedeniyle kadınlar açısından her zaman sorunludur. Kadın Platformu olarak yeni TCK'nın bütün bu kavramlardan ayıklanmasını sağlamıştık. Cinsel suçların "aile değerlerine" ya da "genel ahlaka saldırı suçları" değil; "bedensel dokunulmazlığa karşı suçlar" olarak tanımlanmasını sağlamıştık. Hâlâ "ırz" kavramının kullanılması yeni TCK'nın özümsenmediğini gösteriyor. (IK/IC)