"Nurhak"ın üzerinden 38 yıl geçti. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'ndan (THKO) yedi genç beş gün geceli gündüzlü yürüdükten sonra İnekli köyünde dinlenmeye karar vermişlerdi. Dinlenmelerine kalmadı, çatışma başladı.
31 Mayıs 1971'de jandarmayla girdikleri çatışmada Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan öldürüldü. Mustafa Yalçıner, ağır yaralandı, Hacı Tonak teslim oldu, Ahmet Erdoğan ve Metin Güngörmüş ise kaçmayı başardı.
Çatışmada yaralı olarak yakalanan Yalçıner'le Nurhak'a gidiş öncesini ve çatışmayı konuştuk.
Nurhak'a gitmeye nasıl karar verdiniz?
Nurhak çok somut bir hedef olarak yoktu önümüzde ama dağa çıkacağımız kesindi. 1970 yılında Türkiye'de az çok politikayla ilgilenen gençler, Ankara ve İstanbul'un çok geri kısımları dışında bütünü dağa çıkacağımızı biliyordu. Oysa henüz THKO ismi bile yoktu ortalıkta. Hatta tarih de belirlenmişti: Erikler çiçek açtığı zaman.
"Gençlik eylemlerinin dışına taşmış bir mücadele başlamıştı"
Bu düşüncenin insanlarda oluşmasının nedeni artık gençlik eylemlerinin dışına taşmış bir mücadelenin başlatılmış olmasıydı. 1970 yazı, bölge illerini keşfetme amacını da taşıyan Anadolu'nun çok çeşitli yerlerinde köylü, üretici mitingleriyle geçiyordu.
Dev-Genç'in başı çektiği bu eylemler gençlik eylemlerinin dışına taşıyordu. Ancak eskiden beri kullanılan yöntemler yetersiz kalmaya başlamıştı. Bir yandan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ve devamında Milliyetçi Hareket Partisi lideri Alpaslan Türkeş'in kurdurduğu komando kamplarında yetişmiş faşistler bir yandan da güvenlik kuvvetleri gençliğe saldırıyordu.
15-16 Haziran 1970 işçi direnişinde ordu birlikleri de devreye girdi. Yani mücadelenin ucundan tutan, içinde yer alan, başını çekenler görüyorlardı ki o zamana kadar kullanılan yöntemler yeterli gelmiyor, yeni yöntemler bulmak gerekiyordu. Bu yöntemlerin ne olması gerektiği konusunda ise pek fikirleri yoktu, üstelik onlara yol gösterecek ağabey, ablaları da yoktu.
"Yüzümüzü Latin Amerika'ya döndük"
Biz de yüzümüzü Küba'ya Che Guevara'ya döndük. Che'nin yaklaşımları bize doğru görünüyordu, onun askeri ve siyasi yazılarını, günlüklerini, Venezüella'dan, Kolombiya'dan devrimcilerin kaleme aldığı kitapları okuyorduk. Öyle ki, bu kitaplar Lenin ve Marx'ın eserlerinden daha çok ilgimizi çekti. Çünkü bir şekilde bu yeni mücadele yöntemleri içinde silahlı mücadelenin olması gerektiğini düşünüyorduk. O dönem şehir gerillası, kır gerillası şeklinde de tartışmalar vardı ancak biz kır gerilla yöntemini benimsemiştik. Bütün 1970 dönemi Doğu ve Güneydoğu'yu Karadeniz'i gezmiştik. Bir diğer ön çalışma da Filistin süreciydi. Filistin'de silah eğitimi almıştık, kamplara katılmıştık. Sonra en uygun yerin Malatya-Adıyaman yöresi olduğuna karar verdik.
Dağa nasıl gittiniz?
Ben o bölgeye ilk gidenler arasındayım. Önce silahlarımızla gitmedik. Köyleri dolaştık. Uzun süreli kısa süreli kalabileceğimiz yerleri belirledik. Sonra malzemelerimizi taşımaya başladık. Mağaralara yerleştirdik. Ardından bir bekleyiş sürecimiz oldu çünkü silah bulmamız gerekiyordu.
Şehirde kalan arkadaşlarımız bankaya gidip para alacaklardı, nitekim öyle yaptılar. Biz şehirde de bir grubun kalması kararını almıştık, çünkü hareketimiz beklenmedik derecede bir destek almıştı. Bizzat halktan bize katılım yoktu belki ama bizim silahlı mücadelemizi destekliyorlardı.
Bölgedeki halk neden orada bulunduğunuzu biliyor muydu?
Biz kendimizi gizliyorduk tabii. Eğer silahlarla görülürsek "avcıyız" diyorduk ama onlar bizi "talebeler" olarak çağırıyorlardı. Bizi biliyorlardı. Halkın bizzat ayaklanma durumu yoktu ama özlemini duydukları şeyleri yapıyorduk. Bugün dağa çıkana "terörist" diyorlar ama o zaman öyle bir durum yoktu.
Yani o dönem Küba'daki gibi büyük genel grevler olmamıştı belki ama 15-16 Haziran direnişi yaşanmıştı. Halkın düşünce düzeyi bizi dışlamayacak bir düzeydeydi. Ama bu yeterli değildi elbette. Halkın daha ileri düzeyde olması gerekiyordu ya da bizim bu koşulları yaratmamız elzemdi ama biz böyle davranmadık.
Yirmili yaşlarda gençler olarak "Biz yaparız olur" düşüncesindeydik. Çok dar bir öncü kesiminin örgütü olarak işe başlamış olduk. Bizi ters duruma düşüren bu oldu çünkü özlemleri olsa da yanımızda henüz örgütlü bir halk yoktu. Sonuçta çok kolay bertaraf edildik.
Nurhak'ta ne kadar kaldınız?
Ben Ekim ya da Kasım ayında gittim. Elimize silah alıp dolaşmaya başladığımızdaysa yanılmıyorsam Ocak ayıydı. Bunun büyük bölümü şehirdeki arkadaşlarımızdan yardım almayı öngörerek, onların bize katılımını beklemekle geçti.
31 Mayıs günü nasıl yaşandı?
Yusuf, Hüseyin, Deniz, Sinan'ın bize katılımını bekliyorduk. Onlar olmadan kendimizi hiç düşünmemişiz. Onlar önderlerimiz. Hüseyin söylemiş biz yapmışız, Deniz yürümüş biz arkasından yürümüşüz. Daha çok onlar düşünmüş biz yapmışız.
Doğal bir iş bölümü olmuş aramızda. Dolayısıyla bize gelme sürecinde Sinan dışında diğerleri yakalanınca problem çıktı. Biz onların yakalanmasından etkilenmeyecek bir kır gerilla faaliyetinin sürdürülmesi yerine onların kurtarılması işini koyduk önümüze.
"Onlarsız bir mücadele olamazdı"
Önce ben Ankara'ya döndüm, arkadaşlarla şehirlerde yapılabilecekler üzerine görüşmeler yaptım. Şehirlerdeki güvenlik sıkılaştırılmıştı. Üstelik bizim ilişkilerimiz zedelenmişti. Denizler'in Sinanlar'ın hemen şehirlerde bir şeyler yapıp dağa gelme tutumu oradaki ilişkileri çabucak ortaya çıkarmıştı.
Bu çerçevede de çok fazla yapılabilecek bir şey yoktu. Kırda eylemler yapmaya karar verdik. Zaten asıl grubumuz da oradaydı artık. Alpaslan'ın da aralarında bulunduğu bir grup arkadaşımızla dağa döndük. O zamana kadar Alpaslan Ankara'daydı. Kürecik'teki NATO Radar Üssü'nü basmaya karar verdik.
Yanımızda bol miktarda patlayıcı madde vardı. Bu patlayıcıları içeriye döşeyip içeride kim varsa rehin alacaktık ve karşılığında Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in Cezayir, Suriye gibi herhangi bir ülkeye gönderilmelerini isteyecektik.
Onları bırakıp bırakmayacaklarını hiç düşünmemiştik. Bu çok da önemli değildi. Önemli olan onlarsız bir mücadelenin olamayacağıydı. Yoksa biz de olamazdık.
"Haritasız, bir kör noktadaydık"
Kürecik'ten uzaklardaydık ve oraya gitmek zamanımızı alacaktı. Biz bu yolun bir kısmını yük trenleriyle geçmeye karar verdik. Gölbaşı'ndan tren geçiyordu. Biz de bu trenle Malatya civarına gidecektik. İnekli köyü Gölbaşı ovasında dağların yamacındadır.
Bu kararı aldık, yedi kişi ana gruptan ayrıldık, hızlı ve sürekli bir yürüyüşle beş günde bu köye vardık. Çok bitkin ve yorgunduk. Yiyeceğimiz tükenmişti. Hatta son gün su bile bulamamıştık.
Gölbaşı'ndaki trene yetişemedik. Köye vardığımızda oranın İnekli köyü olduğunu da bilmiyorduk çünkü haritalarımız gitmişti. Kör bir noktadaydık, bilmediğimiz bir bölgeydi. Tan ağarmıştı. Bir an önce bir yerde durup dinlenmeye karar verdik, kıpırdayacak halimiz kalmamıştı.
"Çobanı bırakmakla hata ettik"
Tam bu sırada köyden bir çoban bizi gördü. Biz yine "avcıyız" dedik ama artık hiç avcıya benzer yanımız yoktu. Üzerimizde askeri kıyafetler elimizde uzun namlulu silahlar vardı. Konuştuk, tutuklayalım, biz gidinceye kadar yanımızda kalsın diye. Biraz da o bölgeye kadar ki köylülerin tavırlarını düşünerek bıraktık. Çünkü o zamana kadar çok görülmüştük ama ihbar olayı hiç olmamıştı.
Çok önemli bir hata yapmış olduk. Tanıdığımız bölge artık değişmişti. O köy MHP'lilerin olduğu bir köymüş. İşin kötü yanı henüz o zaman çoğu yerde telefon olmamasına rağmen o bölgede manyetolu telefonu olan tek köy de orasıymış. Böyle bir şanssızlığımız da oldu. Çoban koşup muhtara haber vermiş. Muhtar da hemen telefona sarılıp jandarmayı aramış.
"Kurtulma şansımız sıfıra yakındı"
Çobanı saldıktan sonra köyün bulunduğu tepenin arka yamacına kendimizi attık. Birkaçımız hemen uykuya daldık. Çok yorgunduk. Hacı Tonak Malatyalı, o bir gün önceden gidip üsse asker taşıyan büyük aracın giriş çıkış saatlerini öğrenecekti. Amacımız o otobüsü rehin alıp onunla üsse gitmekti.
Sinan'la Hacı tepeye çıktılar. Sinan nöbet tutacaktı, Hacı da oradan ayrılacaktı. Biz daha yeni uykuya dalmıştık ki silah sesleriyle uyandık. Sinan tepeye çıktığında jandarmayla karşılaşıyor. Biz silah sesleriyle uyandığımızda Sinan tepeden aşağıya doğru koşarak bize geliyordu.
Hacı, önceden gideceği için silahsızdı ve orda hemen yakalanmıştı. Biz uyandığımızda özellikle Alp ile ikimiz - biz Filistin'de eğitim almıştık ve çatışmaya da katılmıştık - durumun çok kötü olduğunu anladık. Kurtulma şansımız sıfıra yakındı.
Tepeyi kaybetmiştik, iki dağın arasındaki çukurdaydık. Biz onları göremiyorduk ama onların hedefi halindeydik. Üstelik kaçmak durumunda olan bizdik. Birbirimizi koruyarak geri çekilmeye çalıştık. Bu arada jandarma tepenin arkasından bütün çevremizi sarmaya başlamıştı. Sanırım çatışma iki saat sürdü. Sonra teker teker vurulduk.
Sinan tepeden koşarken bacağından yaralanmıştı, çatışma sırasında da yaralandı. Ancak bu yaralar öldürücü değildi. İlk Kadir vuruldu, arkasından Alpaslan.
En son ben de yaralanıp ateş edemez hale gelince son bir taramalı tüfek sesi duydum. Sanırım Sinan'ın parmağı tetiğe basılı kaldı ve sonra öldü. Diğer iki kişi ellerindeki tüfekler tutukluk yapıp onunla uğraşırken çemberin dışında kaldılar ve kurtuldular.
Köylüler de çatışmaya katıldı değil mi?
Evet bir kısmı muhtarla birlikte sağ taraftan ateş ettiler. Ama ısrar etmediler. Sanırım kendilerini göstermek istemişlerdi sadece. Ben yaralı halde köye götürülürken kadınları gördüm. Ağıt yakıyorlardı. Göstermelik bir şey değildi. Yani bütün köylü bize karşı değildi. Sonuçta muhtar MHP'liydi. Ateş edenler de onun adamlarıydı.
Mustafa Yalçıner hakkında
1950'de İzmir'de doğdu. 1966'da ODTÜ'ye girdi, Sosyalist Fikir Kulübü (SFK) üyesi oldu, gençlik eylemlere katıldı. 1969'da Filistin kamplarında altı ay silahlı eğitim gördü. Döndükten yaklaşık bir yıl sonra silahlı mücadele için dağa çıktı. Mayıs 1971'de, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın serbest bırakılması talebiyle Kürecik NATO Üssünü basmaya giden 7 kişilik THKO ekibindeydi.
31 Mayıs 1971 günü Adıyaman'ın Gölbaşı ilçesine bağlı İnekli köyü civarında jandarmayla girilen çatışmada Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga ölürken, Yalçıner yaralı yakalandı. Aralarında Gezmiş, Aslan ve İnan'ın bulunduğu 25 sanıklı THKO-1 davasından yargılandı. 18 kişiyle birlikte idam cezası aldı.
Askeri Yargıtay'ın kararı bozması üzerine ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı, 1974 Affı'yla ceza indiriminden yararlanınca 1979'da serbest kaldı. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP) yöneticilerinden olma iddiasıyla yargılandı, 1987'de tahliye oldu. Toplam 15 yıl cezaevinde kaldı.
Emeğin Partisi (EMEP) kuruluş çalışmalarına katıldı. 2002'de Demokratik Halk Partisi (DEHAP) çatısı altında kurulan Emek, Barış, Özgürlük Bloğu'nun Malatya birinci sıra milletvekili adayı oldu. Halen EMEP yöneticiliği yapıyor, Günlük gazetesinde yazıyor. (SÇ/NM)