Haberin İngilizcesi için tıklayın
İş insanı ve hak savunucusu Osman Kavala, 1000 gündür tutuklu. Üstelik üç yıla yaklaşan bu tutukluluk sürecinde hakkında iki tahliye ve bir beraat kararına verilmesine rağmen.
Son 5 aydır ise henüz iddianamesi hazırlanmamış bir dosyadan "casusluk" suçlamasıyla tutsak.
Kavala’nın eşi Ayşe Buğra, 998’inci günde düzenledikleri basın toplantısında şöyle demişti: “Bu süreç, bizim için artık işkence kelimesi kullanılarak tarif edilebilecek bir hâl almış durumda.”
Birlikte geçirilemeyen özel günler, bayramlar, kutlanamayan doğum günleri.. Osman Kavala, 1000 güne ulaşan tutukluğu üzerine avukatı aracılığıyla gönderdiğimiz soruları yanıtladı.
"Paralel bir infaz uygulaması"
Gezi Davası’ndan tahliye edildikten sonra başka soruşturmalar gerekçe gösterilerek serbest bırakılmadınız. Tahliye kararı ile yeniden tutuklanmanız arasında neler yaşadınız? Tutukluluk halinizin devamıyla ilgili değerlendirmeniz nedir?
Daha önce savunma hakkımı kısıtlayıcı uygulamalardan dolayı Gezi davasının son duruşmasında beraat kararı beklemiyordum. Kendimi cezaevinde daha uzun süre kalmaya hazırlamıştım. Bundan dolayı yerleşke çıkışında gözaltına alınmam benim için çok büyük bir şok olmadı. Sorgulandıktan sonra tutuklanmayacağım ihtimalini de düşünmüştüm, ama başkalarının başına geldiği gibi eve döndükten sonra tutuklansaydım, bu bana daha ağır gelecekti.
Tutuklama kararlarının birbiri arkasına, zaman aralığı bırakmadan ucu ucuna gelmesi, farklı dosyalarla ilgili olsalar da tek elden bir hesaplamanın söz konusu olduğu şüphesini uyandırıyor. Adeta yürütülen adli işlemlerin hukuki içeriklerinden sonuçlarından bağımsız, paralel bir infaz uygulaması yürütülüyor. Bu tür uygulamaların insan psikolojisi üzerindeki etkisinin ne olacağını yargı mensupları da biliyordur. Bunun bir tür manevi işkence olduğunun görülmemesi mümkün değil.
"Casusluk suçlaması icat edildi"
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sizin için “Derhal tahliye edilmeli” dedi. Şu an içinse bir yargılama süreci olmaksızın hapistesiniz. Nasıl hissediyorsunuz?
Tutuklamanın hak ihlali olduğu tespitini yapan ve derhal serbest bırakılmam gerektiğini vurgulayan AİHM kararına, karar kesinleşmedi gerekçesiyle, prosedürel bir bahaneyle uyulmadı. Halbuki, kararın gayet net, tartışılamayacak kesinlikte gerekçelere dayandığı görülmekteydi. Oybirliği ile alınması da, kararın hukuki sağlamlığının göstergesi. Beklendiği gibi AİHM, hükümetin kararın Büyük Daire’de gözden geçirilmesi talebi reddetti, buna gerek olmadığını bildirerek mahkeme sürecini sonlandırdı.
Bunun da son derece güçlü ve ders çıkarılması gereken bir değerlendirme olduğunu düşünüyorum. Bu sefer de, tutukluluğumu devam ettirmek için AİHM kararının kapsamı dışında olduğu düşünülen yeni bir suçlama, casusluk suçlaması icat edildi. Bütün bunların AİHM kararlarını etkisiz hale getirmek için yapılan hamleler olduğunun anlaşılmaması mümkün değil.
Her ülkede hukuk hataları, hak ihlalleri olabilir. Zaten AİHM bunun için kurulmuş, bunları düzeltmek için işlev görüyor. Hukuk devleti olmanın ayırt edici niteliği, hak ihlali tespit edildikten, görünür olduktan sonra hukuksuzluğa son verilmesi, derhal telafi edici adımların atılmasıdır. Bu, aynı zamanda, devletin yurttaşının özgür yaşama hakkını koruma yükümlülüğünün gereğidir. Bu bakımdan, AİHM kararlarından ve Gezi davasının beraatle sonuçlanmasından sonra icat edilen suçlamayla tutuklama halimin devam ettirilmesinin, önceki hukuksuz uygulamalardan daha farklı bir mahiyette olduğunu düşünüyorum. Bu sefer yapılan, doğrudan yargı kararlarını hedef alıyor, onları etkisiz hale getirmeyi amaçlıyor.
"Cezalandırılmamın meşru olduğuna inanıyorlar"
Size yöneltilen suçlamaların hiçbiri kanıtlanmış değil. Ne bir siyasi partinin ne de bir örgütün liderisiniz. Kim, neden size saldırıyor?
Malum, özellikle OHAL’in ilanıyla başlayan son dönemde tutuklama için somut delil aranmıyor, delil arama süreci tutuklamadan sonra başlıyor. Örgütle ilişki suçlamasının da nesnel kriterleri olduğu söylenemez. Kullanılmaya başlanan ‘iltisak’ kavramıyla neredeyse sokakta karşılaşma bile ilişkinin delili olarak değerlendirilebilecek.
Ancak, benimle ilgili durum biraz farklı. Zira benimle ilgili olarak öne sürülen iddia, “Soros’un finansmanıyla Gezi kalkışmasını organize eden gizli bir örgütlenmenin lideri” olduğum.
İktidara yakın medyada tutuklanmamdan önce aleyhime epey yayın yapıldı. Gözaltına alınmamdan iki hafta önce Boğaziçi Global kuruluşunun ‘Yekvücut’ adlı web sitesinde benim yürüttüğüm sivil toplum faaliyetlerinin karanlık amaçlara hizmet ettiği yönünde iki uzun yazı yayınlandı. Bu yazıları hazırlayanların beni peşinen suçlu ilan ettikleri, yeterince aranırsa suç işlediğime dair delil bulunabileceğine, dolayısıyla cezalandırılmamın meşru olduğuna inandıkları belli oluyor.
Benimle ilgili demeçlerinden anladığım kadarıyla, Cumhurbaşkanı’nın benim cezaevinde tutulmamı uygun görmesinin nedeni, benim Gezi olaylarının perde arkası kahramanı olduğuma dair kanaate sahip olması. İlginç olan şu: Gezi’nin Soros’un planlaması ve finansmanı, benim de organizasyonum ile sahneye konulmuş bir kalkışma olduğuna dair fantastik kurguyu hazırlayanlar, daha sonra FETÖ üyeliğiyle suçlanacak olan emniyet ve yargı mensuplarıydı.
Gezi olayları sürerken, o sırada Başbakan olan Erdoğan bu kurguyu kullanmıyordu, Gezi’nin arkasında yüksek faiz uygulamasının değişmesini istemeyen faiz lobisi olduğunu savunuyordu. Ancak, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra söylem değişti. Gezi’nin arkasında hükümeti devirmeyi amaçlayan dış güçler olduğu anlatısı, iktidarın resmi görüşü haline geldi. İktidara yönelik kitlesel muhalefet eylemi olarak görünen Gezi’nin bu şekilde resmedilmesi, siyasi muhalefetin yerli ve milli olmadığı söylemiyle de uygunluk arz ediyor. Sanırım benim cezaevinde bulunmam, bu Gezi anlatısının sürdürülebilmesi için gerekli görülüyor.
"Suçlar, iktidarların tercihlerine göre belirleniyor"
Yargı Reformu ve Af Yasası binlerce tutuklu ve hükümlüye özgürlük getirdi. Fakat siyasi tutsaklar hala cezaevinde. Bu yasalardan muaf tutulma durumu hakkında ne söylemek istersiniz?
Profesör İbrahim Kaboğlu, şiddet ögesi içermeyen, siyasi nitelikli suçlamaları sanal suçlar olarak tanımlıyor. Hukuk normlarının kurumsallaşmadığı ülkelerde ve olağanüstü hallerde bu tür suçların kapsamı, iktidarların tercihlerine göre belirleniyor. Ülkemizde OHAL uygulamasıyla genişletilen bu alandaki yargısal faaliyetlerde belirleyici olan evrensel hukuk normları değil, siyasi öncelikler. Mahkûmlar lehine yapılan düzenlemeler de bu nedenle siyasi/sanal suçları kapsamıyor.
"Bazen martıları da görebiliyorum"
Pandemide cezaevi koşulları nasıl? Salgından öncesi ve sonrası için bir karşılaştırma yapabilir misiniz? Hala tek mi kalıyorsunuz? Sağlığınız nasıl? Günleriniz nasıl geçiyor?
Sağlığım fena değil. Sabahları ve akşamları avluda yürüyüş yapıyorum, bu sırada avlunun üst köşelerinde bulunan serçe yuvalarındaki hareketlenmeleri de izliyorum. Bazen martıları da görebiliyorum. Tahmin edilebileceği gibi, meşgul olduğum en önemli faaliyet kitap okumak. Gazeteler de geliyor. Akşamları haberleri ve bazı tartışma programlarını izliyorum. TRT 2’de kaliteli filmler gösteriliyor, ama pek yeni film almadıklarından bir süre sonra görmediğim film kalmayacak. Salgınla gelen en önemli değişiklik, aile görüşlerinin kısıtlanması. Eşimi ancak ayda bir defa görebiliyorum; ayda bir olan açık görüşler de kalktı. Gazeteler bir gün sonra veriliyor, yolladığım ve bana gelen mektupların ulaşması da daha uzun sürüyor. Bunların dışında temel ihtiyaçların karşılanması konusunda bir aksama ile karşılaşmadım.
"Bu durumun sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum"
Sizce Türkiye'ye eninde sonunda adalet gelecek mi?
Muhakkak gelecek. Aslında gelme yolundaydı. Önceki dönemlerde de, yargıda vahim hak ihlalleri, özgürlükleri kısıtlayan uygulamalar oluyordu. Ancak, yargı bağımsızlığının, hukuk devleti olmanın, demokrasinin temel şartı olduğu konusunda bir mutabakat vardı. 12 Eylül döneminde dahi, cunta hoşuna gitmeyen kararlara doğrudan müdahale etmeye, hakimleri değiştirmeye kalkmamıştı.
2000’li yıllara geldiğimizde hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ekseninde düzenlemelerin yapılması, ana hedef haline gelmişti. AB ile müzakerelerin başlaması da bu süreci hızlandırmıştı. Ancak Gülenci yapının emniyette ve yargıda etkin olmasıyla, yargı içinde siyasi amaçlı bir tasfiye hareketi yürütüldü, buna paralel olarak siyasi amaçlar için yargının kullanılması dönemi başlamış oldu.
15 Temmuz darbe girişimi ve arkasından gelen OHAL, hükümetin yargıya daha fazla müdahale etmesinin önünü açtı, yargı siyasete bağımlı hale geldi. Dolayısıyla, yargıya olan güven de muhtemelen yakın tarihimizin en düşük düzeyine geriledi. Bu durumun sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Muhalefet partileri, STK’lar, meslek örgütleri yargı bağımsızlığını, yargının evrensel normlara uygun çalışmasını temin etmenin demokrasi için ve toplumun esenliği için öncelikli bir hedef olduğu konusunda birleşiyorlar. Bunlar, yargıda gerçek bir reformun gerçekleşeceğine olan umudumu arttırıyor.
(HA)