Nurdan Gürbilek'in isabetle "Kemalizm'in Delisi" diye nitelediği Oğuz Atay'ın "Niye böyle yaptın memleketim, niye az geliştin?" repliğini hatırladım geçenlerde Zengırt Köyü'ndeki katliamdan sonra Hadi Uluengin'in 7 Mayıs 2009 tarihli Hürriyet'te Kürtler'i "Yurttaşı oldukları ülke kadar burjuvalaşmak zorundadırlar" diye payladığını okuyunca. Hadi Bey, Oğuz Atay'ın roman kahramanları gibi ironi de yapmadan "Niye böyle yaptınız Kürtler, niye az geliştiniz?" diye soruyordu Kürtler'in kadim ve dürüst bir dostu olmanın verdiği özgüvenle. Ama nasıl bir özgüven! "Hey Kürtler! Ben Hadi Uluengin, dostunuzum!" Sanki bütün Kürtler "birörnek"miş gibi, hepsi aynı şeyi duyar, yaşar, hissedermiş gibi ve Kürtler böyle bir alanda toplanmış da Hadi Bey onlara sesleniyormuş gibi: "Dinleyin Kürtler, bu kan davası filan olmuyor, rezil oluyoruz dünya âleme, azıcık burjuvalaşın! Bakın Türkler'e, bari onlardan örnek alın, tamam mı? Şimdi dağılabilirsiniz!"
Şaka bir yana Kürtlere "seslenme" tarzı ekseriyetle bu üstten üsten konuşan, öğreten adam tavrıdır dersek abartmış mı oluruz? Türklük'le ilişkilenmiş öznelik konumlarından, Kürtlükle rabıtalanan kimliklere seslenenler çoğunlukla konuşmaz, anlamaya çalışmaz, dinlemez, yani ortada bir diyalog yoktur. Doğruyu biliyordur Türk özne(ler) ve tebliğ eder: "Sınıfın bil, safa gel!" der, "Emperyalizmin maşası olma!" der, asimile olmasını, Kürtlüğünü unutması gerektiğini tevdi eder ya da jeopolitikçi, stratejist adlı tuhaf insan türündense "Kürt kartı" diye bir şeyden bahseder en fazla! Örnekleri mebzul miktarda ve bu cihetten Hadi Uluengin de hissesine düşeni yapmıştır. Hep öğretilecek, hep "adam edilecek" aşağı varlık olarak Kürt... Velakin daha da kötüsü var: İkiyüzlülük! Hayat tarzı "liberal"lerinden (Hadi Uluengin) veya hayat tarzı milliyetçilerinden (Ertuğrul Özkök) Kemalist ulusalcılara (Yılmaz Özdil, Özdemir İnce) kadar herkes bahsedeceğim bu riyakarlığı etmeden duramıyor. Zengırt Katliamı bunu bir kez daha tescil etti.
Aslında "bu memlekette güzel şeyler de oluyor" ve Uluengin'in yazdıkları tipik ırkçılık örnekleri olunca tepki de gösterildi. Şükürler olsun ki henüz ırkçılığa ırkçılık diyebilen birileri dolanıyor aramızda! Kontratakta gecikmedi elbet ve Hadi Bey'i savunmak işini Özkök büyük bir şevkle üzerine aldı, "demokratlar"a aslında ne kadar tahammülsüz olduklarını da hatırlatmayı da ihmal etmeden...
Hoş Özkök'ün cevabında karşılığını bulan ve liberallere, demokratlara, solculara, Kürtlere, İslamcılara vs. had bildiren sinizm pek yabancısı olduğumuz bir şey değildi. Örnek mi? "Sözde Ermeni soykırımı"na itibar etmeyen kimseler konferans düzenlemek ister ve "sözde Ermeni soykırımı" diyenleri davet etme lüzumu görmezler. Muhtemelen binlerce kere dinledikleri mugalatayı bir daha duymamak için, muhtemelen "Türk'ün necaseti bile mis gibi kokar!" kafasını ikna etmenin, o kafayla tartışmanın imkânsızlığını bildikleri için. Aslında herkes bal gibi biliyordur Yusuf Halaçoğlu'nun, Şükrü Elekdağ'ın ya da Hasan Celal Güzel'in ne diyeceğini, zaten her yerde sittin senedir aynı şeyi söylediklerini ama ne gam! "Faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir!" diyen Roland Brathes'ı yeniden yeniden anmamıza vesile olacak o zihniyet konuşup duracak ve sizin de papağanlaşmanızı şart koşacaktır: "Sözde Ermeni Soykırımı" da, "Ne Mutlu Türküm Diyene!" de, "İç ve dış mihraklar..." da, "Ülkemiz üzerine oynanan oyunlar" da! Tekrar et dediklerimizi ve olsun bitsin, problem çıkarma, gerginlik yaratma, "provokatör" olma! Nihayet sabah akşam milli hakikat rejimimizin anlattığı hikâyeleri tekrar eden adamların bir kere daha aynı şeyleri söylemeleri için davet edilmemesi "Demokrat değilsiniz işte!" sinizminin sökün etmesine vesile olur... Her neyse biz Zengırt Katliamı'na dönelim.
Önce ırkçılık bahsiyle başlayalım. Kürtlerin fıtraten suça eğilimli olduğu popüler bilinçte epeydir karşılık bulan bir vakıâ. Handiyse 19. yüzyıl sonunda dolaşıma giren ve Nazi Almanya'sında zirveyi gören antisemitik söylemi hatırlatan bir tarzda Kürtler virüs gibi, mikrop gibi yayıldıkları yeri mahveden, sağlam bünyeyi hasta eden varlıklar olarak resmediliyor. Elbette Uluengin ya da Özkök yukarıda aktarılanları demedi ama "Kan Davası"nın Kürtlere özgü, "etno-sosyolojik" bir olgu olduğunu ileri süren, bunu Kürtlerin bir sorunu ama yüce gönüllülük edip Türkiye'nin bir meselesi olarak gören kafa esasında yukarıda betimlenen antisemit hissiyattan çok mu uzaktadır?
Zengırt Katliamı tipik bir kan davasına hiç benzemezken, meselenin ne olduğu daha anlaşılmamışken bu lafları etmek, tüm Kürtleri suçlamak neyin semptomudur? Buna geleceğiz ama önce birkaç gün evvel okuduğum bir röportaj sayesinde kafama dank eden bir ayrıntıyı paylaşmak isterim.
Post-Ekspres Dergisi'nin Cahit Akçam'la Maraş Katliamı üzerine yaptığı söyleşiden alıntılayacağım şu satırlara dikkat buyurun: "Bu olayda 'katliam' sözcüğünü kullanıyoruz, bunun altını çizmek gerek, çünkü yapılanlar sahiden akıl alır gibi değil! Keserle kol doğramalar, kafa parçalamalar, hamile kadınları öldürmeler gibi bir vahşet var ortada... Hamile kadınların karınları yarılıyor, 90 yaşında gözleri görmeyen bir kadının gözleri tornavidayla oyuluyor, insanların kafaları kubura sokuluyor. [...] Bu, insanların silahlarla taranarak öldürülmesiyle sınırlı bir katliam değil. Yapanlar öldürmeyle tatmin olmuyor, öldürdükten sonra bile cesetleri parçalıyor. Parçalamadıklarını uluorta yerde bırakıyorlar, 'hepsi kâfir olduğu için' üstlerini örtmüyorlar..." Böyle diyor Akçam ve bu katliamın nasıl ordu ile polisin göz yummasıyla ve sonradan açığa çıktığı üzere devlet ile halkın bir kısmının işbirliğiyle kotarıldığını aktarıyor. Şimdi Zengırt Katliam'ında olanlarla yukarıda Akçam'ın anlattıklarını kıyaslayalım. Ve hatta Ermeni Tehciri'nde yaşananları, Rumlar'ın nasıl terörize edildiğini anılarında tatlı tatlı anlatan Celal Bayar'ı analım, 1934'te Trakya'da Yahudiler'in başına gelenleri, 1938'de bir gazetemizin tanımıyla "isyanıyla ünlü" Dersim'de vuku bulanları, 6-7 Eylül karanlığını, Çorum, Malatya ve Sivas katliamlarını da listeye ekleyelim. Diyarbakır Cezaevi'nde insanların sadece Kürt oldukları için gördükleri muamele ve aşağılanmayı da unutmayalım, isteyen bunlara binlerce faili meçhul cinayeti, ölüm kuyularını da eklesin. Bu kadar "münferit vaka"yı Zengırt Katliamı ile kıyaslayıp soralım: Yazarlarımızın bu seçici okuması, bu "münferit vaka"lar repertuarına kayıtsız kalabilmeleri ama söz konusu Zengırt Katliamı olunca birden bazı şeylerin bilince çıkması nasıl mümkün olmaktadır ve bu bize ne anlatmaktadır? Riya nedir mesela diye sorsak...
Şimdi Uluengin'in aynı yazısından bir alıntı daha yapmanın zamanıdır: "Nitekim, hem aynı seviyedeki 'Türk bölgeleri'nde böylesine vahşetlerin yaşanmıyor olması; hem de çoktan kente göçmüş bazı Kürtler'in dahi yukarıdaki 'töresel gelenekleri' (!) sürdürmeye devam etmesi, bam teline dokunan 'etnik özelliği' ispatlamaya yetiyor." Böyle diyor Uluengin! Evet bir kez daha yukarıda aktardığım vahşet silsilesini Hadi Bey'in bu sözleriyle beraber düşünelim. Eh neticede hamile kadınların karnını yarıp çıkardığı cenini duvara çarpan, "habeus corpus"u hiçe sayıp en akıl almaz işkencelerle insan öldüren ve devlet şeref madalyası alan, kıstırdığını linç eden, cayır cayır yakan ve zerrece pişmanlık göstermeyen insanların yaşayıp gittiği bir ülkeden bahsediyor gibiyiz...
Olmadı şöyle de sorulabilir: Uluengin ya da Özkök Zengırt Katliamı'ndan sergilenen vahşetin derece bakımından fersah fersah fevkindeki bütün bu "münferit vaka"ları sayıp döken ve sonra "Siz Türkler niye böylesiniz? Niye burjuvalaşamıyorsunuz, niye böyle üçüncü dünyalısınız, şiddet dolusunuz?" diyen birine haklı olarak ırkçı demez miydi? Bu şiddetten nasıl tüm Türkler ya da kendilerine Türk diyenler sorumlu tutulabilir, bu nasıl bir toptancılıktır, nasıl bir mantıktır diye isyan etmezler miydi? Elbette isyan ederlerdi ve sonuna kadar haklı olurlardı!
Söz konusu kimsenin sebeplerine henüz bütünüyle vâkıf olmadığı bir katliam olunca Kürtler'e yönelen bu dizginsiz, palamarı çözülmüş ırkçı dil nedir öyleyse? Uluengin ve Özkök'le kalsa, tekil örnekler olsa iyi ama basınımızın amiral gemisi sıradan ırkçılık örneklerinde herkesi yaya bırakacak bir performansa sahip! Örnek mi?
Modern hukukumuzun kurucu babalarından, tek partinin en önemli figürlerinden, adına 2005'ten beri İstanbul Barosu'nun ödül dağıttığı Mahmut Esat Bozkurt'un 1 Eylül 1930 tarihli Akşam'da Kürtler hakkında ettiği şu kelâma bakalım:
"Bunlara aşağı yukarı vahşi denilebilir. Hayatlarında hiçbir şeyin farkına varmamışlardır. Bütün bildikleri sema ve kayadır. Bir ayı yavrusu nasıl yaşarsa, o da öyle yaşar. İşte Ağrı'dakiler bu nevidendir... Şimdi siz tasavvur edin; bir kurdun, bir ayının bile dolaşmağa cesaret edemediği bu yalçın kayaların üzerinde yırtıcı bir hayvan hayatı yaşayanlar ne derece vahşidirler? Hayatlarında acımanın manasını öğrenememişlerdir. Hunhar, atılgan, vahşi ve yırtıcıdırlar... Çok alçaktırlar. Yakaladıkları taktirde sizi bir kurşunla öldürmezler. Gözünüzü oyarlar, burnunuzu keserler, tırnaklarınızı sökerler ve öyle öldürürler! Kadınları da kendileri gibi imiş..."
Denebilir ki 30'lu yıllar, çok sular aktı köprülerin altından, eh zaten Mahmut Esat'ın da görüşleri, nasıl biri olduğu biliniyor ama 25 Mart 2009 tarihli Hürriyet'te Kürtler'in yoğun olarak yaşadığı bölgelerin seçim sonuçlarından hareketle şunları yazabiliyorsa Özdemir İnce kim inanır yukarıdaki itiraza:
"CHP ile MHP'nin ve öteki partilerin bu bölgede herhangi bir ağırlığının bulunmaması onların ayıbı değil. Bir ayıp varsa, onu, bölge halkının zayıf vatandaşlık ve yurttaşlık bilinci ile tarikat, cemaat ve etnikçilik hastalığı yaratmıştır. Bulaşıcı ve insanın ilkellik dönemine özgü bir hastalıktır!" Yani MHP'ye, tercihen CHP'ye oy atılınca tarikatçılık ve daha da kötüsü "etnikçilik" hastalığından azade oluyorsunuz ama DTP ve AKP'ye oy veriyorsanız bulaşıcı ve ilkel bir hastalık taşıyorsunuz! Tedavisi ne olabilir acaba bu bulaşıcı ilkel hastalığın? Kemalist fantazmagoryada, o kafaya göre köy enstitüleri ve toprak reformu adlı iki mitik varlık elbette...
Bir başka örnek hükümetin "Kürt, Ermeni, Kıbrıs vs. açılım"larından rahatsız olup "Türk Açılımı" talep eden Yılmaz Özdil'in 14 Mayıs 2009 tarihli yazısı... Özkök bir köşeye çekip sorar mı bir gün dersiniz
Özdil'e "Ne istiyorsun Türk açılımı bağlamında?" diye ve belki Özdil "Adları değiştirilmiş Türk köylerinin Türkçe adları geri verilsin, Türkler çocuklarına Türkçe ad koyabilsin! Türkçe üzerindeki yasaklar kalksın, Türkçe gazete, dergi çıkarılabilsin, Türkçe televizyon ve radyo yayını yapılabilsin, çocuklara Türkçe öğretilmesine izin verilsin! Yakılmış ve boşaltılmış binlerce Türk Köyü yerleşime açılsın, Türklerin seçilmiş ve meşru temsilcilerine insan gibi muamele edilsin, hakaret edilmesin milli spor olarak, Orta ve Batı Anadolu dağlarına yazılan 'Ne Mutlu Ermeniyim diyene!' yazıları silinsin, el kadar çocuklara 'Varlığım Kürt varlığına armağan olsun!' diye yemin ettirilmesin, Türklerin ova ve bayır Rum'u olduğu, medeniyetin kaynağında Rumların bulunduğu, bir Rum'un dünyaya bedel olduğu biçimindeki komik iddialar bir kenara bırakılsın" gibi birbirinden kıymetli, hakikâte tekabül eden önerilerle gelir kim bilir...
Özkök'ün ve amiral gemisinin bir vaadiydi "Köşeler babamızın malı olmamalı!", hatırlanacaktır. Hani köşeler babamızın malı olmamalı diye dertlenmek iyi hoş ama saçmalamanın, en kabasından ırkçılık yapmanın da vasatı olmamalı herhalde. Tabii bunun için önce kendi ırkçılığının farkına varmalı insan...