Mardin'in Mazıdağı ilçesi'nin Bilge Köyü'nde 4 Mayıs 2009 gecesi 44 kişinin öldürülmesiyle sonuçlanan bir olay meydana geldi. Bu olay alışıldık kodların ve algı çerçevelerinin dışında bir şiddetin varlığını ortaya çıkardı. En azından olayın ardından dile gelen her ifadede, bu "anlaşılmazlık" ve "ortaya çıkan şiddet karşısındaki şaşkınlık" dile getirildi. Bilgi ve iletişim çağında yaşıyor olmamızın da etkisiyle iletişim araçları, siyasi temcilciler ve bilgi-yorum uzmanları bu farklı ve bilinmedik kodda kendini dışa vuran ya da vurduğu söylenen şiddeti anlamlandırma çabası içine girdi.
Sadece ulusal sınırlar içinde de kalmadı bu yorumlama ve adlandırma girişimleri. Daha ortaya çıkışının üstünden 24 saat geçmeden olay ve şiddet yükünün "inanılmazlığı" uluslararası siyasi temsilciler ile iletişim uzmanlarını-gazetecileri anlam bulma yükümlülüğüyle karşı karşıya bıraktı. Özellikle yabancı basın ajansları haberi (AFP ve Reuters) dünyaya duyurdu. AFP için bu şiddetin nedeni, Kürt Bölgesi'nin "ortaçağdan kalma" geleneklerinin beslediği bir düşmanlıktı. Reuters "alışılmadık bir sivil şiddet"ten söz etti. Böylece AFP'nin Kürt Bölgesi dediği yerde insanlığın geri kalmışlığının tarihsel uğrağı olarak gördüğü ortaçağın karanlık (yani akıl tarafından aydınlatılmamış) geleneklerine bağladığı şiddetten başka tür bir şiddetin var olduğunu üstü örtük bir biçimde vermiş oldu.
Bir topluluğa yönelik şiddet olayları ister sivil ister idari-askeri olsun, gazetecilik kodlarındaki önemli olaylar kategorisinde yerini aldığı için uluslararası basın ajanslarının Mardin'deki olaydan söz etmeleri kaçınılmazdı. Son yıllarda bu sıradanlığı pekiştiren bir başka gelişme var. Nedensiz şiddet olayları (liselerdeki şiddet olayları ya da terörizmle bağlantılandırılan insandan canlı bomba eylemleri gibi) yerkürede artış göstermeye başlaşmıştır. Geçtiğimiz aylarda Almanya'da bir lisede yaşanan şiddet olayı gibi olaylar iletişim araçlarının şiddet konusundaki duyargaçlarını daha da bir geliştirmelerini beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla alışıldığın dışına çıkan her tür "olay", zaten bu beklenti içindeki iletişim araçlarını aşırı derecede "anlam-yorum" üretmeye mecbur kılmaktadır. Hatta anlam fazlası pahasına.
Ancak bu anlamsal fazlalık bir yönden kaçınılmaz. Çünkü bu tür insanlığı şaşkına uğratan olaylar karşısında, her topluluk birlik ve bütünlüğünün ya da birlikte yaşıyor oluşunun ilkelerini gözden geçirmek zorunda kalmaktadır. Türkiye bu bağlamda Kürt sorununu çözme biçimlerini (koruculuk sistemini sorgulayarak örneğin) yeniden düşünme zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştır. Bir de kimi uzmanlar toplumumuzun temel karakteristiğinin şiddet olmadığını ve bu tür topluluksal yarılmaları aşmayı hep "başardığımızı" bile dile getirmişlerdir.
Adlandıramama sıkıntısı: Basının Mardin anlatıları
Gelgelelim içinde yaşadığımız çağ, şeffaflık buyruğu altında olduğu için bir şeyin "ne olduğunu anlayamamak" ve bir şeyi "adlandıramamak" sıkıntısı karşısında uzunca bir süre direnmek olası değil. Bu anlamda, bu çağın insanları olan bizi neredeyse kendimize rağmen aşan bir buyruk söz konusu sanki.. Bu nedenle, bizi bilgilendirmek için bize her yerde olma ve her şeyi görme sözü veren ve bu vesileyle de her şeyi gösterme yükümlülüğünü üstlenen iletişim araçlarının, söz konusu olay konusunda kurdukları algı ve yorum çerçeveleri oldukça ilginç bir görünüm arz etmektedir.
6 Mayıs 2009 Çarşamba günü yayınlanan gazeteler bize neyi gösterdiler ve hangi anlamlarla gösterdikleri şeyi bizim için bilindik ve tanındık kodlara tercüme ettiler? Bu soruyla aslında "bilmek" istediğimiz şey, bir toplumun kendisini "aşan" bir olayla karşı karşıya kaldığında hangi toplumsal temsillerle (iletişim araçları bu temsilleri oluşturur, inşa eder ve bu sonsuzcasına sürer) bütünlüğünü ve meşruiyetini yeniden kurmayı denemeye giriştiğidir. Bu girişim başarılı olabilir de olamaz da. Bu sorgulamayı yaparken yazılı basın araçları olan gazetelerin öncelikli olarak "olan biteni görünür kılmakta" kullandığı görsel malzemeler üstünde durmak gerekir. Çünkü tüm iletişim araçları gibi gazeteler de günümüzde "görüntünün ve görselin" egemenliği altında iş yapmak zorundadır.
"Töre"den "Terör"e ya da vice versa
Gazetelere baktığımızda en bilindik görsel malzeme olan fotoğrafların ve onlara eşlik eden büyük puntolarla yazılmış manşetlerin ve haber başlıklarının bize anlattıkları oldukça ilginçtir. Öncelikle kabaca iki tip görüntü var: ilki kadınları ön plana çıkaran görüntüler. Bu tip fotoğraflarda ikili ya da grup halinde "ağlayan" kadınlar var. Kimisinin eteğinde ya da omzunda bebekler... Gazetelerin bazıları birbirine sarılmış ağlayan iki kadın fotoğrafıyla ölülerin ardından tutulan yası dile getirmiş.
Taraf ve Yeni Şafak gazetesinde iki farklı anlamla yayınlanan bir yaşlı kadın fotoğrafı diğer gazetelere göre farklı bir Doğu kadını temsilini gündeme getirmiştir. Geleneksel kıyafetler giymiş bu Doğu kadını "isyankar bir şekilde" ellerini açmış, ayakta hareketli bir duruşla "olan biteni" kabul edemezliğini dile getiriyor. Bu vurgu özellikle Taraf gazetesinin öne çıkardığı bir vurgu. Çünkü söz konusu olay bu gazeteye göre, Doğu yöresi insanının devletin kurduğu güvenlik sistemi olan "koruculuk" nedeniyle yarattığı bir şiddet olayıdır. Yeni Şafak gazetesi ise olayı Taraf gazetesiyle aynı fotoğrafı kullanmış olmasına rağmen "Terörizm" başlığıyla anlamlandırdığı için, fotoğraftaki kadının isyanı da anlam değiştirmiştir.
Yeni Şafak töreye bağladığı şiddeti başka bir oluşmuş ve kullanıma hazır anlamlandırma ve algılama yapısı olan terörizmle ilişkilendirmiştir. Ayrıca Yeni Şafak bu olayı "Bosna'daki katliamlar"la da eşleştirmiştir. Töre ile terör arasındaki bu bağlantı,. Türkiye'nin Doğu'sunun ilk anlam ve algı çerçevesini bu ikilinin oluşturduğunu göstermesi açısından ilginçtir. "Orada" ne olursa olsun bir terörizm bağlantısının kurulması sanki kaçınılmazdır. Zaten bölgenin Türkiye'ye entegre olamaması ya da modernleşememesi de töresine bağlı terörizmiyle de açıklanır, sıkça.
"Bir Gelin 44 Cenaze"
Bu bilindik ve yaygın-egemen anlam çerçevesine başvurarak "bilinmezi" bilinir kılma kolaylığını Türkiye'nin en çok okunan (en yüksek tirajlı) gazetesi Posta ise "Töreristler" diyerek teröristleri çağrıştırdığında kullanmıştır. Ayrıca gazete "töreristler" sözcüğünü yazarken şiddet öğesini pekiştirmek için sözcüğün üstüne kan lekeleri serpiştirmiştir. Bu tür haberi daha vurgulu ve abartılı hale getirme yöntemleri görsel habercilikte (özellikle televizyon haberciliğinde) yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Televizyonun bu bağlamdaki parolası ise herkesin bildiği gibi şudur: "Göstermek için sadece göstermek yetmez, görüntüyü abartmak gerekir". Böylece daha ilginç ve ilgi çekici olunduğu düşünülür...
Bu aşırı görselleştirme ve seyirselleştirme yöntemine Sabah'ın "Bir Gelin 44 Cenaze" başlığı da dahil edilebilir. Neredeyse film ismi olacak kadar "estetik" bir ifade söz konusu. Sabah bunun bir kan davası olduğundan emin. Aynı emin hali Hürriyet gazetesinde de görüyoruz. Gazete devletin verdiği silahların kullanıldığına işaret ettiği haberinde özellikle "neden" sorusunun yanıtını arıyor. Bu arayışında hiçbir gazetenin yapmadığı bir şekilde olayın nedenini şuçun faiili olduğu söylenen kişiye açıklattırıyor.
Böylece Hürriyet ilginçlik ve ilgi çekicilik arayışını açıkça görünür kılıp, fail olarak işaret edilen kişinin (Abdülkadir Çelebi) "ürpetici" bulduğu şu sözlerine yer veriyor: "Köyün kökünü kuratacaktık. Kaç kişi öldürdük bilmiyorum. İlerde kan davası güdüp, ailelerimizi öldürmesinler diye, çoluk çocuk hepsini öldürecektik". Gazete tam da ürperme etkisini yaratmak için "şuçlu" olduğu söylenen kişiyi konuşturuyor. Bu yöntemle Posta'nın kan lekeleriyle boyadığı manşeti , Sabah'ın haber manşeti ve Hürriyet'in haberi ele alış biçimi arasında bir fark olup olmadığı sorulabilir. Sanki bir fark yok gibi. Savaş Ay bu farkın olmadığını gösteren yazısında hamile kadınların bile öldürülmüş olmasını detaylandırıyor.Yavuz Donat'ın köşe yazısının ilk sayfa anonsunda kan davasından söz edileceği duyuruluyor. Milliyet gazetesi de aynı şekilde töreye bağlı bir katletmeden dem vuruyor ve çocuk ve kadınların da şiddetin nesnesi olmasını şaşkınlık içinde dile getiriyor.
"Sanki bir Tarantino filmi gibi"
Hürriyet gazetesinin aynı etkileri "suçluyu" konuşturarak daha da açık bir şekilde vurguladığı ilginç haber çerçevesine , Ertuğrul Özkök'ün köşe yazısı ekleniyor. Özkök Mardin'deki olay karşısında kurgu ile gerçeklik arasında ayrım yapamaz hale gelmiştir. Yazısına "Bir Tarantino filmi gibi..." diyerek başlamış. Medyanın kurgusal alanının şiddeti ile toplumsalın "gerçek" uzamında ortaya çıkan şiddet arasındaki ayrım ortadan kalkmış ve gazeteciye "gerçek"i kurgusallaştırma görevi düşmüştür. Olaya dair bilgisel öğeler Özkök'ün köşe yazısında şiddet içerikli bir film senaryosuna dönüşmüştür.
Gazeteci farklı perspektiflere yerleşerek sinematografik anlatısını kurmaktadır. Amacı ilk sayfadaki "neden" sorusuna yanıt bulmakmış gibi dursa da, kimi filmlerdeki görsel efektlerle şiddeti artırılmış şiddet sahnesi etkisi yaratmaktadır. Gazeteci olayı sahnelere bölmüş, estetize etmiş, seyirci konumunda kiminle özdeşleşeceğini tartıp durmaktadır. Ölüm karşısındaki "insani endişeyi" dile getirmeye çalışırken, inanılmaz bir şekilde "insani olduğu kuşkulu" bir yerden konuşmaktadır. Kan davası ve töre kurbanı kadın (Doğulu kadın) olarak temsil ettiği düğünü basılan Sevgi Çelebi'nin yerinde konumlandırır kendisini ve şöyle der: "Ve belki de tek mutlu insanı odur olayın". Özkök'e göre Mardin'in Bilge Köyü'ndeki 4 Mayıs'ı "Sevgi'nin kurtuluş günü" olarak okumak olasıdır... Anlam fazlası böyle bir şey midir?
"Töre Olmayabilir de"
Sadece Taraf gazetesi bir töre cinayetiyle karşı karşıya olunmadığını belirtir. Koruculuk sistemine dikkat çeker. Zaten gazetenin başlığı da bu anlam çerçevesini ön plana çıkartmaktadır: "Devletin Silahıyla Katliam". Benzer bir anlam çerçevesine Cumhuriyet gazetesinde de yer verilmiştir. Cumhuriyet devletin verdiği silahlarla saatlerce ateş edildiğini belirtmiş, ancak olayın nedeninin kan davası olduğu konusunda pek bir şüpheye yer bırakmamıştır.
Zaten Taraf ile aynı söylem evrenini de paylaşmıyor gazete. Zaman gazetesi neden katliam sorusuna "basit" bir yanıt bulmuş:"Terör süsü" vermek için bu kadar çok kişinin katledildiğini söylüyor ve 2007 sonu ve 2008 yılları başında Türk Ordusu'nun Kuzey Irak'a müdahalesi döneminde basında ve televizyonda sıkça kullanılan kar maskeli asker görüntülerini hatırlatacak şekilde, saldırganların "kar maskeli" olduğuna işaret ediyor. Ordu'ya yönelik bir itham açıkça dile getirilmemiş, ancak ifadeler çağrışımlarla dolu.
"Erkekler Ağlamaz"
Bu olayla ilgili ikinci tipteki görüntüler daha klasik görüntülerden oluşuyor. İş makineleri ile açılan mezarlar, cinayetlerin işlendiği ev, yetim kaldığı söylenen bir kız, ailesinden sekiz kişiyi aynı anda kaybeden yaşlı bir nine fotoğrafı bunların arasında yer almaktadır. Bu yaşlı "nine" Taraf ve Yeni Şafak'taki yaşlı kadının üstlendiği gibi Doğu Kadını'nın isyanını dile getirmekten uzaktır; yaşlı ve mutsuz oluşuyla ya da kadersizliğiyle ilginç bulunmuştur sanki. Gazeteler yaygın bir şekilde düğünü basılan çiftin vesikalık fotoğraflarını da yayınlamıştır. Ancak fotoğrafların işlevsel olmanın ötesinde simgesel bir anlamı yoktur. Açılan toplu mezar görüntülerine kadınlar ağıtlarıyla hep eşlik ettirilmiştir. Bu bağlamda yasın toplum tarafından simgesel olarak kadın işi olarak görüldüğünü söylemek yanlış olmaz. Erkeklerse (kimi iş makineleri ve açılan mezar görüntülerine olay yerinde bulunan jandarma araçları ve asker görüntüleri de eklenmiştir) genellikle açılan mezarların başındaki kalabalıklar olarak resmedilmiş ve kişiselleştirilmemiştir. Toplumsal rituelde bu olayda onlara sanki yer yok gibidir; ayakta ve yürürken de gördüğümüz orta yaşlı ya da yaşlı erkeklerde hiçbir ağıt havası yoktur. Hatta Posta gazetesi mezarların başındaki erkekleri bir yanda, bir ağaç altında "ağlayan" kadınları da bir diğer yanda göstermiştir. Belli ki erkeler ile kadınlar arasında mekan kullanımı açısından bir ayrım ve farklılık vardır. Erkeklere başka görevler düşşe gerektir.
Şaşkınlık ifadeleri
Katliam ve vahşet gibi ifadeler tüm basında yankılanmıştır. Olayın vahşet olarak algılanması ise şunlara bağlanmıştır: 44 kişinin kurşuna dizilmiş olması, kıpırdayan herkesin vurulması, hamile kadınların ve bebeklerin-çocukların bile vurulmuş olması, ölenlerin namaz kılarken, başları secdedeyken öldürülmüş olması, ölenler ile öldürenlerin aynı aileden olması.
İster töre ister savaş ya da başka bir biçimde olsun, erkeklerarası şiddette şiddet uygulanırken kabul edilmiş bir kod var: Kadınlara ve çocuklara dokunulmaması ya da genel bir ifadeyle sivillerin şiddetin hedefi olarak alınmaması. Bu kod ihlal edildiğinde toplumlar şaşkınlaşmaktadır. Ama bu kod ne ilk defa ne de son defa ihlal edilmiştir. Geçtiğimiz aylarda İsrail'in Gazze Şeridi'ndeki saldırıları hatırlanabilir.
Belki de asıl şaşkınlığı yaratan aynı soydan gelen iki aile arasındaki şiddette bu ihlalin ortaya çıkmış olmasıdır. Şaşırtan, kan davası ya da töre cinayetleri şeklinde aslında sık rasladığımız ve "Doğu kökenliliğe" atfederek yükümlülüğünden kurtulduğumuz şiddet de olmasa gerek. Çünkü ilkeliklle kolayca nitelendirdiğimiz bu şiddetin anlam çerçevesi hazırdır: "Eğitimsiz Doğulular böyle yapar". Bir şekilde böylece meşrulaşan ya da analaşılır kılınan töre şiddetinin kendi kodlarının ihlal edilmiş olması şaşkınlığın asıl nedeni olabilir, belki de. Bu durumda modern şiddet biçimlerinin ne olduğu ve nedenleri üstüne düşünmek gerekir. Bunu da en iyi analiz eden benim bildiğim kitap, Eugène Enriquez'in Sürüden Devlete isimli Ayrıntı yayınlarından birkaç yıl önce çıkmış olan kitabıdır. Başka anlam fazlalıkları için okunabilir...(NT/EÜ)
* Nilgün Tutal Cheviron, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi.