“Bak kızım! Her şeyin değiştiğini değişeceğini kabulleneceksin. El mahkum… Değilse bu ölümlü dünyada hep mutsuz olacaksın. Hayata itiraz etme, karşı çıkma günlerimiz geçti.
Artık hayatın ikindi ile akşam namazı arasını sürdürüyorum. Fazla bir şey kalmadı adres değiştirmeğe… Hataya, kazaya uğramamak için çalışıyorum kendimce.
Bir de sevdiklerimle, sevenlerimle mümkün olduğunca beraber olmak istiyorum, olabildiğince. Yiyelim, içelim, söyleşelim. İlle de birbirimizi kırmayalım, üzmeyelim…”
Yukarıdaki sözler geç ve uzun tatilimin ot-çiçek-börtü-böcekten mütevellit bölümünü geçirdiğim Muğla’nın büyücek bir köyünde tanıdığım Zalife Teyze'ye ait.
Tarladan topladığımız domates-biber-patlıcanları üç tekerlekli bisikletiyle getirecek olan arkadaşımı köy meydanındaki kahvede beklerken boş durmayıp bir yandan sapsız fincandaki sade kahvemi yudumluyor, bir yandan da yeni edindiğim bakkalın oğlu, dört yaşındaki arkadaşım Hüseyin’le parmak oyunları oynuyorken duydum “Bi de benimle oynasanız!” diyen sesi.
Yandaki bakkalın önündeki gaz varilinin arkasında oturan yaşlı kadının yanına seyirttim hemence. “Sen kimlerdensin kızım?” ile başlayan sohbetimiz yaşlılık-bayram-evlat sevgisi-köy hayatı-insan ilişkileri minvalinde seyredip evinde hazırladığı "acale kahvaltı" sırasında da sürdü.
Zalife Teyze’yi tanımak çok keyifliydi; anlatmak -hele ki yazıyla- çok güç.
Köyün 60 yaş üstündeki zamanında tütünle uğraşıp kendini ihmal etmiş tüm kadınları gibi o da iki büklümdü. Gerçek yaşı 72, görünen yaşı ise en az 85'ti. Kendini hoyrat kullanmanın bedeli ağırdı. Bel fıtığı, boyun fıtığı romatizma…
“Heder ettim kendimi. Ben gece yarımdan sabaha kadar tütün kırardım tarlada; iki büklüm. Kocam da sızmış vaziyette yatardı döşekte. Gündüz yine tarla işi. Günde iki-üç saat uyuduğum oldu. Kaynanam nur içinde yatsın; çocuklara bakar, yemeğe bulaşığa karıştırmazdı beni. Büyük oğlanı nerdeyse tarlada doğuruyordum. Tütün kırarken suyum geldi. “
Büyük çaba harcayarak üç düşük yapmış. Altı çocuk doğurmuş; ikisi bir yaşına gelmeden ölmüş. Aslında dört ama üç çocuğu var. Bir çocuğunun öyküsü hazin.
Ayyaş koca mide kanserinden ölmüş Zalife Teyze kırkındayken. Çift çubuk var ama çalışmazsan işe yaramıyor. Okutmuş yatılı okullarda çocuklarını; köye toprağa mahkum olmasınlar diye.
Gurbette olduğu için en "gıymatlı" çocuğu büyük oğlan Haki; ülkenin doğusundaki bir vilayette vali yardımcısı. Cep telefonunun sadece "yes" tuşuna basmayı bilen anasını günde üç vakit arıyor.
Ortanca oğlan Taki, Ortaklar Öğretmen Okulundan mezun. Köyün okulunda uzun yıllar baş öğretmenlik yapmış; sonra da Manisa’ya yerleşmiş.
Kızı Zülal ise Zalife Teyze’nin deyimiyle "kadın baytarı", yani ebe yakın köylerden birinde.
Öbür çocuk? Öbür kız yani? “Ne sen sor, ne ben söyleyeyim” deyip konuyu değiştiriyor.
Yedi torun. Okuyor hepsi. Evlenen en büyük torun onu “nene” mertebesine oturtmuş. Eski radyonun üstündeki fotoğrafını gösteriyor bebeğine gönenerek. Evin oturma odasının duvarı fotoğraf çerçeveleriyle bezeli. “Muğla Hatırası” yazan pankartın önünde poz vermişler ayakta kocasıyla.
Malı bölüştürmüş çocuklarına; kendine biraz fazla yontarak. İcar gelirini torunlara veriyor. O n’apacak parayı.
“Yaşlılık zor ama ben sevdim diyor.” Gençliğini toprak, tütün almış elinden. Zaten anlamamış hiç. “Üç beygirlik iş yapar bizim gelin” dermiş kaynatası. “Keşke tek beygirlik yapsaymışım” diyor şimdi.
“Ben işten –topraktan yani- elimi eteğimi çekince anladım hayatın değerini. Öyle çok çalıştım ki; anlatamam. Odunumu bile kendim ederdim: sekiz-on kilometre yürüyerek dağdan toplayarak. Şimdi satın alıyorum."
Beli bir günde iki büklüm olmamış elbette. Kendine, sağlığına para ayıramamış ki…. "Önce cananlarım" demiş tüm analar gibi. "Allah aşkına seni doktora götürelim" diyen de olmamış zamanında.
Çocukların eli ekmek tutunca, aklı başına gelince yani "anamız elden gidiyor" demişler. Gidilen doktorlar “ameliyat ama risk var’ deyince olmamış.
Yalnız yaşıyor köyde; Zülfe’nin desteğiyle. Taki, Haki fırsat buldukça geliyor. Zülal ayda bir hafta sonu gelip tüm işlerini yapıyormuş. Zülfe’ye güveniyormuş hepsi.
Tarhanasını, salçasını, toz büberini, patlıcan-kabak-büber-fasulye kurusunu, turşusunu yapan Zülfe’ye o da yardım etmiş.
“Zülfe kim?”
Bu sorumu geçiştiriyor. Evde ne varsa koyduğu kahvaltı sinisine turşu koymadığını fark ediyor. ”Ye” diyor “bu ‘kocakarı turşusudur. Tuzsuzdur; sirkeyle yaparız küçük kavanozlara. Amaç nefs körlemek.”
Ellisinden sonra öğrenmiş Arapça’yı. Geçen ramazandan bu yana dördüncü kez hatmediyor Kur’an-ı Kerim’i. “Senin ölmüşlerine de okurum” diyor”
Bu aralar atalarının mezarlarını yaptırmayı kendine meşgale edinmiş. Mezarcı; efendi bir adammış. Altı mezarı bir iki yüze yapacakmış. "Sevap" diyor.
“Çocuklarımdan çekmedim hiç. İyi evlatlar yetiştirdim memlekete. Yanımda olsalardı” derken gözleri buğulanıyor. “Sana kuru çökelek yağlayı vereyim” diyor olanca çevikliğiyle kalkarak, ağlamasını da öteleyerek.
Tansiyon hastası olduğu için sağlık ocağının doktoru oruç tutmasına izin vermiyor. Olsun, o borcunu ödüyor bir şekilde Allah’a. Ramazan boyunca her gün iftara davet etmiş köylüler onu. Kur’an okurmuş iftar öncesi ve sonrası. Namazını oturduğu yerde yastığa secde ederek kılıyor.
Az yermiş ama sık yermiş. “Yemekle aram yok” diyor “Eskiden güzeldi. Kalabalıkla, yer sofrasında, iştahla yediğimiz günler de, yemekler de güzeldi. “ diyor.
“Zaman kötü. ‘Yaprak Dökümü’ dizisini izleyip ibret almalı herkes. İyiye gideceğimize, kötüye gidiyoruz her gün. Politikacılar kötü örnek oluyor. Ne kendileriyle ne çevresindekilerle bitmiyor kavgaları. İyilik iyiliği, kötülük kötülüğü getirir bilmiyorlar mı onlar” diyor.
Şimdinin kadınlarının akıllı olduklarını ve canlarının kıymetini bildiğini düşünüyor Zalife Teyze. Ahhh; birazcık daha sabırlı olsalar… Şimdinin erkekleri “Ben sensiz yapamam ama senin için de bir şey yapamam” dediği için boşanan kadın sayısının her geçen gün arttığını söylüyor.
“Babasız büyüyen maksumlar üzüyor beni ama hangi kadın ağzını bozar ki bıçak kemiğe dayanmasa. “Aylığım olsa o sarhoş kocayı çekmezdim herhalde” diyor. Elalemin ne diyeceğine aldırmayıp. Tek ya da iki çocuk doğurarak sağlıklarını koruyan kadınlara "aferin" diyor.
“İlle de içmelisin” dediği ada çayını içerken telefonum çalıyor. ”Özledim. Ne zaman geleceksin?” diyen kızımı “Ben de çok özledim sizi” diye yanıtlıyorum.
Telefonu kapattığımda “Evlat işte özleniyor. Ben de özlüyorum. En çok da Zülfe’yi.” deyip anlatmağa başlıyor.
Zülfe aslında, Zülal’in büyüğü, Taki’nin küçüğü. Kaynıyla eltisinin çocuğu olmuyor. Mal-mülk heder olmasın diye karnındaki çocuk kız ya da erkek ne olursa olsun doğunca bize verin, diye teklif ediyorlar.
“Kocam ‘he’ledi, ben ‘ııııhhh’ desem de. Ebem kadın ‘görme yüzünü: veremezsin sonra’ dedi. Görmedim, verdik. Nüfusa geçirdiler. Çocuğu benden sakınmadılar. Yenge bildi beni Zülfe. Kan çekiyor tabii. Bizim evden eksik olmadı hiç. Bizimkilere ne aldıysak ona da aldık. Bilmedi; bildirmediğimizden. On iki yaşına kadar."
Kavga ettiklerinde çocuğun biri söyleyince çok ağlamış ama hala Zalife Teyze’ye “beni neden verdiniz?” diye sormamış.
“Ağabeyleri, Zülal çok sever onu; o da onları. Kaynım öldü. Eltim yatalak. Hem hasta anasına bakar, hem yengesinin her bir işini yapar. Ben de ona kıyamam hiç.
Bak bayram geliyor. Oruç ağzına önce benim temizliğimi yaptı. Tatlımızı arife günü yapacak. Yarın çamaşırlarımı yıkayacak. Evinde ne pişirirse getirir bir kap bana da. Kışın önce benim sobamı yakar. İki saatte bir telefonla arar iyi miyim diye. Yine de içim yanıyor; ‘evladım’ diyemediğime.
Bilir misin radyoda çalan bu türküyü. Dinle bak!”
“İnsan ömrünü neye vermeli / Harcanıp gidiyor ömür dediğin/
Yolda kalan da bir/Yürüyen de bir/ Harcanıp gidiyor ömür dediğin"
“Ben çok severim bu türküyü. Son sözleri de şöyle..."
“Bir insan ömrünü neye vermeli/ Para mı onur mu taş diken bir yol/
Ağacın köküne inmek mi yoksa/ Savrulup gidiyor yaprak dediğin”(**)(ŞD/EÜ)
* Şadiye Dönümcü, sosyal hizmet uzmanı
** "Ömür Dediğin”, anonim türkü.