Ben çocukken bizim köyün dağını duman bastığında neredeyse göz gözü bile zor seçerken babamla beraber dağa tırmanıp, “ooooommmmmmm” diye bağırdığımızda o kocaman dağ bize daha yüksek perdeden cevap verirdi: “OOOOOOOMMMMMMMMMM...”
Nerden öğrenmiştik bu oyunu; bilmiyorum. Bildiğim bu karşılıklı "om"laşmanın beni -inanıyorum babamı da- rahatlattığı. “M” harfinin tınısı bana geri döndüğünde yüreğimin harının azaldığını hissederdim. Dağdaki kayaların, taşların, ağaçların, bitkilerin, börtü böceğin de harı azalır mıydı? Bilmiyorum.
Yenilerde öğrendim; yan yana gelen "o" ve "m" harflerinin insanı gerçekten rahatlattığını.
Bu aralar içim sık sık dumanlansa da yamacımda ne tırmanılacak bir dağ var, ne de benimle oyun oynayacak bir babam olmadığından sadece kendimin duyacağı şekilde bağırıyorum: “ooooommmmmmmmm”
İçimdeki duman kalkmak bilmese de ben babamı -yoksa çocukluğumu ve dağları da- çok özlediğimi biliyorum.
Ben babamın vurduğu çekiç darbesine yanıt veren bakırın sesini çok özledim. Bakır dövüldükçe dağılır. Dağıldıktan sonra toplanması gerekir. Babam çok iyi toplardı bakırı. Bakırı işlemek sanat... Usta olmak da kolay değil.
Babam ustaydı. Ezilip, yamru yumru olmuş bakırları döverek eski haline getirir, son darbeyi vurduktan sonra seyrederdi ortaya çıkarttığı eserini. Bizim kasaba dahil köyümüzün çevresindeki tüm köylere işe giderdi. Bazen beni de yanında götürürdü. O köydeki çocuklarla oynayabilmem için koşul koyardı: “Çekiç sesini duymayacak kadar uzaklaşmak yok!” Babamın çekiçle yaptığı besteleri uzaktan dinlemek bana güven verirdi.
Ben babamın yaktığı kalay ocağının kokusunu da özledim. Kalayın hammaddesi nişadırın kokusu çocukluğumun kokusudur. Kıskaçla tutup, kor ateşte iyice ısıttığı kabı kenara alır, içine nişadır ve kalay atıp üstüpüyle kabın her tarafına sürerdi. İşlem tamamlandığında beyaz ve parlak hale gelen kabı seyrederdi.
O zamanın evlerinde her şey bakırdı. Gittiği köylerde kimin evinde ne bakır var bilen babam ”Alüminyum, çinko, plastik, melamin, çelik, teflon kalay istemez ama, kanser yapar” derdi.
Ben babamın bileğindeki keçi kılından eğirilmiş ipten yapılan bileziğe sinen kalay, nem ve ter kokusunu da özledim. Çekiçle yaptığı ritmik hareket yüzünden bileği ve parmakları, hep oturduğu için dizleri ve beli ağrıyan babama annem örerdi bu yel bileziğini. Bilezik örecek kimse kalmadığından ben magnetik olanını kullanıyorum lupus ağrılarım için.
Ben çevre köylere eşekle giden babamı özlediğim günün akşamlarında evde eyer şeklindeki pufuma ayaklarımı uzatıyorum.
Her ütü yapışımda köylünün Filinta Bahri dediği babamı özlerim bir kez daha. Upuzun boylu, incecik ve çok yakışıklıydı babam. Giyimine çok düşkündü. Yakasız göynek giyer, yeleğindeki köstekli saati pek fiyakalı dururdu. Her bayram kendine yeni bir takım diktirmesine annem kızsa da, yüzüne bir şey diyemezdi. Yaz aylarında şimdi safari dediğimiz keten kumaştan yapılma bol cepli gömlek ve pantolon giyerdi.
İstanbul- Beyoğlu’ndaki eczaneden getirttiği Rebul marka lavanta suyunu briyantinli saçlarına, boynuna ve yüzüne sürmeden dışarı çıkmayan babamı hayal ettiğimde burnuma lavanta kokusu gelir hep. Kendimi yalnız hissettiğim zamanlarda elimi hep lavanta suyu şişesine uzanırken yakalarım nedense.
Evimin duvarında asılı duran Balkan harbinde savaşan amcamdan babama - sonra da bir çok bürokratik işlem sonucunda bana- kalan filintaya her baktığımda babam –yoksa çocukluğum mu?- gelir aklıma. Babam gibi ince-uzun olan tüfeği gizlice elime aldığımda "ya ateş alırsa" diye korktuğumu hatırlar, gülümserim kendime.
Gözümde gözlük, elimde kitap, yanan lambamla uyandığım sabahlarda aklıma babam gelince onu özlediğimi hissederim. Prinçten yapılma gaz lambası ışığında geceleri okurken elinde kitapla uyuyakalır, lambanın sabaha kadar yanmasına dayanamayıp “israf; okumasa olmaz mı ola?” diye tepki gösteren annem gözlüğünü çıkartmağa kalkıştığında uyanırsa ağzına gelen her lafı sayardı.
İnkilap ve Aka yayınevlerinin bastığı tarihi romanları okurdu. Büyük Türk Zaferleri, Hürrem Sultan, Nurbanu... Hiç unutmam ilkokul ikideydim onun bitirdiği "Kiraze" romanını okumağa kalkıştığımda. Yirmi sayfa kadarını okuyabilmiştim. Yıllardır o kitabı alıp, okumak isterim hep. O kitaptan başka hatırladığım hiçbir kitabı yarım bırakmadım.
Hafta sonları dört-beş gazete alıp, darmadağınık şekilde okurken babam gelir aklıma. Ve yine onu özlediğimi düşünürken bulurum kendimi.
Kasabadaki saraç arkadaşının köye babama gönderdiği eski tarihli Cumhuriyet, Hürriyet ve Milliyet gazetelerine babam "altın levha" muamelesi yapar, hatmettikten sonra da saklardı. Gazetedeki kurşun kokusunun fareleri kaçırttığını iddia eden annem gazetelerin spor sayfalarını hasbelkader kullandığında da çok sinirlenirdi.
Gazetedeki bazı köşe yazılarını -özellikle Burhan Felek’inkileri- özenle keser, bıçakla ucunu sivrilttiği sabit kalemle üzerine tarih düşüp, eski bir şapka kutusunda saklardı.
Çalışırken kemik, sair zamanlarda yuvarlak tel çerçeveli yakın gözlük kullanırdı. Her iki gözlüğüne gümüş zincir geçirdiğinden boynunda kolye gibi asılı dururdu.
Kalay yaparken o çerçeveli gözlüğünü kullanamaz kemik olanını kullanırdı eskimesin diye olmalı. Yakın gözlüğünü onun üstüne geçirirdi. Sol elinin orta parmağındaki ortasında kocaman yuvarlak erzurum taşı bulunan gümüş şovalye yüzüğü çok yakışırdı nasırlı eline.
Çalışma masamın rafında duran gözlükleri ve ‘Serkisof’ marka cep saatine gözüm iliştikçe babamı özlediğimi ve o kaybolan yüzüğü düşünürüm. “İnsan vücudunda bakır ya da gümüş madeni taşımalı. İkisi de ağrıları alır, insanın asvalyalarını da sık sık attırmaz” diyen babam haklıymış. Şimdi bakır ipliklerden yapılmış anti-stres çoraplar satılıyor.
Eşimle tartışıp, odama çekildiğimde annem hariç herkese sevecen olan babam gelir aklıma. İstediğim bir şeyi ikiletmeyip, hemen yaptığından annemin istediklerini bazen benim üzerimden hallederdik.
Çalışkandı. İş için köyden iki-üç haftalığına ayrılır, dönüşte de bir hafta dinlenirdi. Aralık başından mart sonuna kadar köylere gitmez, bu sürede yazdan biriktirdiği hassas bakır parçaları aheste aheste onarırdı.
Ehlikeyfti. Üzümden değil, erikten yapardı rakısını. Anneme “İçine az alkol koyuyorum” der, onun dışında içen herkes yere serilirdi. Onun yaptığı rakı beyazlamazdı(!)
Yaz aylarında kendince özel günlerde sabahtan rakısını bir kavunun içine şırınga ettikten sonra fileye koyup bana uzatırdı: “Kuyuya sallandır; bakalım!”
Akşam olduğunda karpuzdan yaptığı fenerlerin içine yerleştirdiği yağ kandilleriyle aydınlattığı arka bahçedeki asmanın altında ‘Giritli gelin’ yengemin yaptığı mezelerin eşliğinde amcam ve dayımla kaşıklayarak içerken rakısını bana da koklatırdı.
İşte o yüzden arkadaş toplantılarında önümdeki sek rakı kadehini babamın ruhuna gideceğine inanarak koklarım.
Şeker hastasıydı. Evde tatlı olmadığında anneme bağırırdı: ”Çocuklu ev tatlısız olmaz. Bu çocuğun kafası ancak tatlı yerse çalışır.”
Evde tatlı yoksa yufka ekmeğe vita yağı sürüp üzerine şeker boca edip yerdi. Tazı gibi kokusunu alırdı tatlının. Bir gece yarısı annemin boş yoğurt tenceresine sakladığı kabak tatlısını yeyip bitirince, kabak da onu bitiriyor. Ortaklar’da Öğretmen Okulu son sınıftaydım girdiği koma sonucu bacağı kesildiğinde. İslahiye’de öğretmendim “Babana nizül indi. Çabuk gel” yazan telgrafı aldığımda.
Aynaya her baktığımda babamı özlediğimi düşünürüm. Yatağa çakılan filinta babam sağlığında iç cebinden eksik etmediği tarağını ve arkasında horoz resmi olan yuvarlak metal çerçeveli aynasını yastığın altında saklamağa başladı.
Aynayı sol eliyle tutmakta zorlansa da, yardım kabul etmez, çoğu kez kendine bakamadan elinden düşürdüğünde içim giderdi. Kuzenim köyün berberi olduğundan günlük bakımını hiç aksatmadık. Yatarak yediğinden bıyıklarını temiz tutmakta zorlanınca "Keselim" dedik. Yüzünde his olmadığından kesildiğini anlamadı. Eline horozlu aynasını aldığında eğer yerinden kalkabilseydi, eğer eli tutabilseydi, eğer konuşabilseydi var ya...
Babamı ne zaman özlediğimi hissetsem annem, annemi ne zaman özlediğimi hissetsem babam gelir aklıma.
Felçli kocasına bakan annemin kanaması olduğunu öğrendiğimizde kanser illeti rahimden başlayıp tüm batını sarmıştı.
Önce annem, otuz altı gün sonra babam gitti.
İçimi basan duman kalkmak bilmiyor uzun yıllardır.
Dün Kızılay’da Selanik Caddesindeki Filamingo Pastanesinin önünden geçerken yine babam geldi aklıma. O sırada bana mendil satmağa çalışan iki kız çocuğuna “Gelin tatlı yiyelim” dedim.
Onlar pudinglerini kaşıklarken, ben de annem, babam ve çocukluğumla birlikte kabak tatlımı yiyordum. Ağzım doluyken içimden “OOOOMMMMMM” diye bağırmakta çok zorlandım.(ŞD/EÜ)