Günlük Gazetesi'nden Hacer Persidat ve Erdal Ölmez, Deniz Gezmiş Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idamlarının yıldönümü için hazırladıkları yazı dizisinde bugün Ertuğrul Kürkçü ile yaptıkları söyleşiyi yayınladılar. Aktarıyoruz.
O dönemdeki politik süreçle ilgili neler söyleyeceksiniz?
Bir darbe ortamı. Her ne kadar ordu siyasi iktidara açıkça el koymuş değilse de görevde olan hükümeti istifa ettirmiş ve silah zoruyla başka bir hükümet kurdurmuştu. Türkiye'nin 6 büyük kentinde sıkıyönetim ilan edilmişti. Ne Denizlerin yargılanması adil bir ortamda gerçekleşmiş ne de kararların verilmesinde hukuki bir süreç izlenmişti. Aslında bu sürece bütün olarak baktığımızda sağın soldan intikam alma hareketi olarak özetleyebiliriz. Denizlerin idamı, evet, bir askeri mahkeme kararıylaydı. Ama bu askeri mahkeme kararı hem Askeri Yargıtay'da onaylanmıştı, yani silahlı kuvvetler bir bütün olarak bunun altına girmişti, hem de bu kararı onaylayan meclis çoğunluğu yani Süleyman Demirel'in Adalet Partisi... Demek ki Türkiye'deki gericiliğin bütün kolları Denizlerin idamı konusunda ittifak içindeydi. Dolayısıyla Türkiye'de bir darbe ikliminde sağın bütün güçlerinin sola yönelik silahlı kurumsal saldırısı koşullarında arkadaşlarımız idam edildi. Bugün bu idamların adaletsizliği, hukuken genel olarak paylaşılıyor. Ama ben bu idamları yalnızca suç-ceza ilişkisi içerisinde, adli bir sürecin parçası olarak değil aynı zamanda bir siyasi yok etme, siyasi intikam ve devrimci hareketi siyasi olarak felç etme, kötürüm etme süreci olarak görüyorum. Bu idam iklimi böyle bir şeydi.
Deniz'lerin idamı öngörüyor muydunuz?
Evet. Öngörüyordum. Zaten o nedenle Kızıldere'deki çatışmada pek çok arkadaşımızın hayatını kaybetmesini göze alarak Denizlerin kurtarılması için çaba gösterdik. Evet, rejimin bu konuda kararlı olduğu anlaşılıyordu, hissediliyordu ve askerlerin mutlaka ve mutlaka "ordu" adını kullanarak bir silahlı örgüt kurmuş olan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun insanlarına Türkiye'de iki ordu olamayacağını göstermek isteyecekleri açıktı. Eğer güç ellerinde olursa bunu yapacakları açıktı ve nitekim güç ellerine geçmişti o yüzünden bunu yapacaklarını hep düşündüm doğrusu.
Kızıldere'ye gitme kararı nasıl alındı?
30 Kasım 1971'de Mahir Çayan, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Ziya Yılmaz ve Ulaş Bardakçı bir tünel kazarak Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçtılar. Kaçarken Denizlerin idamlarının önlenmesi için bir dizi faaliyete girişme konusunda bir karara varmışlardı. Biz dışarıdakiler de bu kararı paylaştık. Ancak onların kaçmasıyla çok sıkı bir takip, kovalamaca, tutuklama süreci başladı. Her iki örgüt de giderek güçten düştü. Ankara'da barınamaz olduk. O yüzden biz rejimin elinin uzanamayacağını ümit ettiğimiz ilişkiler alanına, Karadeniz köylerine doğru Fatsa'ya geçmeye karar verdik. Fakat tutuklamalar sırasında çok fazla ipucu ele geçip Karadeniz'de barındığımız ortaya çıkınca bir bakıma bu eylemde bulunmaya mecbur da kaldık. İlk adımı attığımız gece eylemi başaramadık. O gece, 25 Mart 1971 gecesi yayınlanan sıkıyönetim bildirilerinde darağaçlarının hazırlandığının, infazların her an gerçekleşebileceğinin açıklanması üzerine harekete geçmiştik. Eylemi o gece gerçekleştiremeyince ertesi güne kaldı. Ertesi gün de Ankara'dan gelen birlikler Ünye ve Fatsa'yı bastılar. Bize kalan tek çıkış yolu NATO teknisyenlerini alarak eylemi gerçekleştirmek oldu. Konu müzakere edildi. Büyük çoğunlukla eylemin gerçekleştirilmesi kararı verilince eylemi gerçekleştirdik. Ondan sonrası da bilinen durum: Kızıldere köyünde kıstırıldık. 30 Mart'ta çatışma oldu. Ben 31 Mart'ta yakalandım, Kontrgerilla sorgusundan sonra Selimiye Cezaevine kondum. Denizlerin idam edildiği güne kadar hiç gazete vermemişlerdi. Denizlerin idam edildiği gün gazete verdiler. Oradan öğrendim.
Gazetede gördüğünüzde ne hissettiniz?
Benim en çok merak ettiğim şey, onları karalamak için neler yapacaklarıydı? Buldukları tek karalama gerekçesi şuydu: "Ölürken Marksist-Leninist olduklarını söylediler". Demek ki, söylemeleri gerekenleri söylemişler ve karşılarındakini çaresiz bırakmışlardı. Tabii bu, büyük kaybı hiçbir zaman telafi etmezdi ama onların cesaret ve kararlılıkla meydan okumaları geride kalanlara büyük bir direnme azmi verdi. Herkes o ayak izlerini takip etmek istedi. Nitekim askeri müdahalenin de ömrü uzun olmadı. 73'te son buldu. Çöktü aslında. Denizleri idam etmekle askeri yönetim kendi sonunu hazırladı. Ama onun bizim içimizde yarattığı acı hala geçmedi. Ve geçmez de. Tıpkı yüzünüzdeki bıçak yarası gibi... Kalbinizde bu acı... Ve o acıyla yaşamayı öğreneceksiniz... Genç yaşta öğrendiğimiz derslerden birisi bu oldu.
Şimdi geri dönüp baktığımızda ne görüyoruz? Aradan bunca yıl geçti. Neredeyse 40 yıla yaklaştık ve Denizlerin adı her gün daha temiz ama onların ölümünü hazırlayan mahkeme başkanı geçenlerde boğularak öldü ve herkes 'Varsa bir ilahi adalet budur işte' diye karşıladı. Demek ki hiç kimse bunu benimsemedi. Belki Deniz'in ölümü yaşıyor olmasından daha ağır bir fatura oldu rejim için diye düşünülebilir ama ben pratikte öyle olduğunu düşünmüyorum. Kendimizi öyle teselli edemeyiz. Kaybettiklerimiz gerçekten çok büyük bir kayıp. Söz hayatı karşılamaz hiçbir zaman. Yaşamış olmalarını hepimiz çok isterdik. Ölüm bir doğa yasası ama arkadaşlarımızın bugün aramızda olmayışı bir doğa emri değil bir düzen emri. Ve bu bizi yaralamaya devam ediyor...
Kızıldere'de bir devrimci dayanışma söz konusu; şimdiki örgütlere baktığınızda böyle bir dayanışma görüyor musunuz?
Bir dayanışma olsaydı varlığından söz ederdik. O zamandan bu zamana çok fazla görüş ayrılığı ortaya çıktı. Özellikle 80 öncesinde çok sert bir rekabet ortamı yaşandı. Fakat şimdi yeniden biraz daha dayanışma iklimine doğru gidiyoruz. Öte yandan bizim dönemimizde biz hepimiz arkadaştık. Birlikte büyüdük desek yalan olmaz. Birbirimizi yakından tanıyorduk. Çok fazla şey paylaşmıştık. Öyle yakın devrimci arkadaşlıklardı ki yaşadığımız, dayanışmamak imkânsızdı. Şimdi devrimciler ve devrimci hareketler ayrı yataklarda gelişiyor, ayrı yataklarda akıyor birbirini iyi tanımıyor.
Son zamanlarda Denizlere yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Devrimci hareket kendi tarihini toparlayıp özetleyip kendi bagajına kaldırmayınca buna başkaları da sahip çıkmaya uğraşıyorlar. Örneğin "ulusalcı" denilenlerin Deniz'e sahip çıkıyor görünmesinin ardında bir öykü var. Deniz ilk mücadeleye atıldığı dönemlerde, bizim o zaman "milliyetçi devrimci" dediğimiz akımın gençlik kesiminde bir dönem yer aldı. Bu onlara bir arka plan sağlarmış gibi görünüyor. Fakat Deniz 69-70'de bu bağlantılarından sıyrıldı Marksist sosyalist harekete bağlandı. O nedenle Deniz'in tarihsel sürecini doğrayıp parçalarına ayırınca bir tutamak noktası bulmuş sayıyorlar kendilerini. Türkiye'de mücadeleye hazır çok yaygın genç bir kesim var. Onları enternasyonalizmden değil ulusalcılıktan yana bir politik tavra taşımayabilmek açısından Denizin siyasi sürecindeki bu başlangıç noktasını onun hayatının sonrasından ayırarak tarihi yeniden yazmaya, gençlere böylece ulaşmaya çalışıyorlar. Deniz'in son sözlerini hiç hatırlamak istemiyorlar. Deniz'in hayatının muhasebesini yaptığında kendi hakkında söylediği son sözü sansürlüyorlar, böylece Deniz'e yönelik kamuoyu vicdanında oluşmuş sempatiyi kendi politik hareketlerine aktarmak amacıyla bunu yapıyorlar. Böyle yapmazlarsa gençlere yaklaşacakları bir bağ yok. Devrimci hareketten onun simgelerini aşırmaya çalışıyorlar. Mustafa Suphi'yi, Mahir Çayan'ı veya İbrahim Kaypakkaya'yı Deniz kadar önemsememelerinin nedeni Deniz imgesinin görece yaygın ve bileşik bir politik bir değeri olması. Onlar bu politik değeri kendi cephelerine tahvil etmek istiyorlar. Denizlere sahip çıkmak lazım, onların mirasına... Gençlere Deniz'in bir "Cumhuriyet şehidi" değil bir sosyalizm savaşçısı olduğunu anlatmak gerekiyor.
Nasıl bir ortaklaşma zemini yaratılabilir?
Bizi ortaklaştıracak olan şeylerin başında mazlumun hakkının mazluma iade edilmesi geliyor. İkincisi bütün ezilenlerin birbiriyle dayanışması ve bu hakkın teslim edilmesi. Burada iki görev ortaya çıkıyor: Birincisi Türkiye sosyalisti ve Türkiye emekçisi Kürt halkının özgürlük ve kimlik hakkını savunacak. Kürt emekçileri ve devrimcileri de emeğin hakkını savunacak. Bu iki eksen birbiriyle örtüşmeye başladığı andan itibaren her iki kitlenin sözcüleri de zaten ortak dilden, toplumsal kurtuluşun dilinden başka bir dil kuramazlar. En önemli mesele bu.
Türkiye Sosyalist Hareketi ile Kürdistan Sosyalist Hareketi'nin ayrışmasının sorumluluğu daha çok Türkiye Sosyalist Hareketi'nin omuzlarında. Hareket Kürtlerin ezilmişliğine, Kürtlerin kimliklerinin inkârına Deniz Gezmiş gibi sahip çıkamadığı, birincil siyasi meselesi haline getiremediği için bir ortak örgütlenme yolu açılamadı. O zaman Kürt halkı da dedi ki "biz o öyleyse kendi davamızı kendimiz takip etmek zorundayız." Bu ağabey, kardeş ilişkisi değil, başka bir şey. Onlar kendi haklarının peşine düşmek zorundaydı. Düştüler.
Fakat yine de ulusal kimlik meselesinin çözümü bir sosyal devrimi şart koşmaz. Ama Kürt isyanı, Kürt devrimci hareketi sadece kimlik meselesinin çözümüyle yetinemeyecek kadar derine giden bir sosyal muhalefet köküne sahip. O yoksul köylülerin ve büyük kentlerde işçilerin hareketi. Bu hareket ister istemez işçi sınıfıyla buluşacak. Buluşması gerekiyor. Ben tabii bu yolun şimdi daha da kolaylaştığını düşünüyorum. Çünkü Kürdistan Devrimci Hareketi'nin öncüleri bugün ayrı bir yaşam kapısı da açabilirlerdi, ortak bir yaşam kapısı da... Benim gördüğüm çok büyük ölçüde ortak yaşam kapısı açmış görünüyorlar. O zaman buna uygun yeni bir siyasi dizilme söz konusu olacak. Tabii burada Kürdistan toplumunun da ne kadar çoğulcu, çok parçalı, çok kimlikli olduğunu göreceğiz. Bu ortaklaşmayı sosyal mücadelede bulacağımızı düşünüyorum. Bu noktada Türkiye'de ulusal hakların teslimi bakımından Türkiye emekçileri ve sosyalist hareketi üstüne düşeni yapacak ve Kürtlerin sözcüleri de sosyal kurtuluş davası için Türkiyeli muadilleriyle el birliği yapacaklar. Bunun için ortak örgütlenmeler olabilir; ayrı ayrı yürüyüp politik olarak konfederal, federal yapılar içinde bir araya gelinebilir. Bunların hepsini mücadele içerisinde tartışıp çıkartabiliriz. Ben 1970'lerde açılan parantezin kapanmakta olduğunu görüyorum. Bu da memnuniyet veriyor.
Denizlerin idamından şimdiki sürece kadar baktığımızda en çok canınızı acıtan ne oldu?
Sorgu aşaması... Her zaman en korkunç olan odur. Çünkü her zaman sizden itirafta bulunmanız istenir. Gücünüzün, nasıl sizden çok daha güçlü bir mekanizma tarafından sınırlandığını, bastırıldığını görmenin manevi azabı çok yakıcıdır. Ama daha da kötüsünü, asıl büyük kaybın tam ne demek olduğunu 1 - 2 ay sonra fark ettim. İnsan hemen fark edemiyor. Geri dönüşsüz bir biçimde bu mücadeleyi birlikte kurmuş olduğunuz insanların artık hayatınızda olmadığını, artık neredeyse yapayalnız olduğunuzu anlıyorsunuz. Tabii yüzlerce başka insan var ama kaybettikleriniz, birlikte büyüdüğünüz insanlar. Onlardan ebediyen yoksun kaldığınızı idrak ettiğiniz an, canınızın en çok yandığı an oluyor. O zaman fiziki acılar, tecrit olmak o kadar da önemli değilmiş, onu görüyorsunuz.... Mesela ben yıllarca kimseyle görüştürülmeden hapis yattım. 14 yılın 5 yılı hücrede geçti. Ama bütün bunlar içinde en çok acıtan şey bu hakikati fark etmekti: Yani artık yalnızsınız, birlikte yola çıktıklarınız artık yok. Ve hayat böyle yaşanacak. Bunu bilmek... Bu çok acı....(EK)