Bu yazı, aylık Siyasi Gazete'nin Nisan-Mayıs 2004 sayısında "Mare Nostrum" başlığıyla yayınlanmıştı. Deniz'i kendi tarihinden ve kendi eyleminden kopararak, kendi "söz"ünün değil başkalarının sözünün sözcüsü kılmak için sürdürülen saldırıya karşı onu kendi tarihine iade etmek için kaleme almıştım.
Doğumundan 60, ölümünden 35 yıl sonra, onu hâlâ "Bizim Denizimiz" - Can Yücel'in 12 Mart karanlığında onun için bir şiir yazıp yayınlatmak için bulduğu dâhiyane mecazla "Mare Nostrum" - kılan ve ebediyen öyle kılacak olan şey, onun elinde olmayan, olmasına kendisinin bir katkısı bulunamayağı doğumu değil, onun kimliğine hiçbir aracıya ve anlatıcıya gerek bırakmaksızın kondurduğu son dokunuş, son soluğunda üstlendiği tarihsel duruştu. Ama doğmasa bunu yapabilir miydi? İyi ki doğdun Deniz...
Tarih üzerinde süre giden sınıf mücadelesi
Tarihin asıl olarak sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu söylerken Marx, tarih biliminden ya da anlatısından değil, toplumun hareketinin temel yasasından söz ediyordu. Ama idam edilişinin 32. yılında Deniz Gezmiş'in yeni kuşaklara "içeriden" ve dışarıdan takdim ediliş biçimine bakarak diyebiliriz ki, tarih yazımı da, tarihi anımsama ve anlatma da pekala bir sınıf mücadelesi konusudur. Bunun bir yolu hiç olmamış gibi davranmak. Denizler hiç olmamış, bir askeri mahkeme tarafından hiç idama mahkum edilmemişler, Askeri Yargıtay'ca mahkumiyetleri onaylanmamış ve hiç öldürülmemişler gibi. Böylece halkın vicdanıyla birlikte kendi vicdanımız da soğutulabilir belki: Bütün kurumlar yerli yerinde kalır. 30 yıl önce insanlığa karşı işledikleri suçları hiç işlememiş gibi olurlar. Bizler de susarak ya da onaylayarak suça katılmamış gibi oluruz. Toplumsal hafızamızı böylece yeniden kurarız. Asude bir geçmişin içinden bugüne ulaşırız.
Ancak bu yol, herkes aynı yoldan gitmedikçe pek bir yere varmıyor. Deniz Gezmiş'i, onun idamını unutmak, 12 Mart yarı-darbesini de unutmadıkça pek mümkün değil. Türkiye'nin yakın tarihinde şimdi tanık olduğumuz pek çok gelişmeyi tetikleyen bu askeri müdahale üzerine söz söylemeden bugün hakkında akıl yürütmek olanaksız. O yüzden içinden Deniz Gezmiş'in idamını ayıkladığınızda tarih üzerinde süre giden sınıf mücadelesinde dilsiz kalıyorsunuz!
Liberal cinayet ortaklığı
İkinci yol, Deniz'in idamını savunmak! Böyleleri azınlıkta olsa da hala var. Bunların seçkin örneklerine, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam hükmünün Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde onaylanmasına "evet" oyu kullanan başta Süleyman Demirel olmak üzere o zamanın Adalet Partisi milletvekilleri arasında rastlanıyor. Ama, şerhlerle! Bu savununun başlıca dayanağı şu cümle:"O zamanın koşulları öyle icap ettiriyordu!" O zamanın "liberaller"inin görelilik teorisine olan bağlılıkları şaşırtıcı. "O zaman öyleydi, evet dedik; şimdi olsa ..." Böyleleri gene de kurbanlarının kimliği konusunda hiçbir yanılgı ile malul sayılmazlar; O zamanın koşullarına yapılan vurgulardan sonra şu olgunun altı çizilir hep: "Ama onlar da komünistti!" Görelilik burada biter. Soğuk savaşın sabit fikri her şeyi meşrulaştırır: "Komünistler öldürülmelidir!"
Bu cinayete "görev gereği" katıldıkları halde kurbanlarına "sempati" ile dolu olanların hatırlama biçimi de kendine özgü bir başka kategori oluşturuyor. Bu ruh halinin sinematografik tasvirlerine Amerikan "mafya"sı üzerine nispeten sofistike filmlerde rastlarız genellikle. Yükselen rakibi en sinsi ve kalleşçe tuzaklarla emrindekilere boğduran "baba" yarı-gerçek bir hüzünle cenaze töreninde boy gösterir: "Onun gibisi görülmemişti. Hep hatırlayacağız". 12 Mart'ta görev yapmış, resmi "anarşist avı"nın emeklileri de aynı şekilde gözleri dolu dolu anımsarlar Deniz'i: "Yiğit çocuktu!"
Tuhaf ama bu hatırlama biçimi devletlû mevzularda hep "derin"e bakarak konuşan "apoletli" ana akım medyasının da zorunlu olarak başlıca klişesidir. 12 Mart günleri boyunca "anarşist" Deniz Gezmiş'in idamına kamu oyunu hazırlamak için "psikolojik harekat" yürüten, "dezenformasyon" kampanyalarının başlıca mecrası olan Türk medyasının baronları, her şey olup bittikten sonra bunu Deniz Gezmiş imgesini "kendi" ikonları mertebesine çıkartmaya kadar vardırabilir. Gerçek Deniz Gezmiş artık yoktur. Deniz Gezmiş imgesinin bir popüler ikon olması ise bir vakıa. O zaman bu imgeyi içermenin bir yolu olmalı! Bu yolu Ertuğrul Özkök bulmuştu: "Deniz Gezmiş'e yazık oldu! Hiç insan öldürmemişti. Mahir Çayan öyle mi? Gaddardı o."
Bunlar Deniz Gezmiş'e dışarıdan bakışlar. Sözüm ona "içeriden" bakışların daha derine gittiğini ve ölümünün üzerinden üç on yıl geçtikten sonra gözlerini tarihe çevirenlere hakiki bir anlatı sunduğunu kim söyleyebilir.
Deniz'i "beyaz"a boyamak
İşin aslı, al bayraklara sarılmış imgelerin berisinde Deniz Gezmiş'ten bir "Cumhuriyet" şehidi yaratmak; onu idam etmeyi savunmaktan daha da çok hüner istiyor. Aynı "anti-komünist" soğuk savaş ideolojisi ikliminde hem Deniz Gezmiş'i idama mahkum eden mahkemeyi meşrulaştırmak hem de Deniz Gezmiş'i içerebilmeyi mazur göstermek için tarihi kimi işlemlerden geçirmek bir zorunluluk.
Deniz Gezmiş imgesini, beyaza boyamak, Türkleştirmek ve "Atatürk devrimleri"nin bir neferi olarak yeniden kurmak için onun yaşam ve mücadelesinin her bir anını siyasal gelişiminin evrelerini titizlikle ayıklamak, ayrılan parçaları yeniden bir araya getirmek, ve böylece sentetik bir Deniz yaratmak zor iş. Ama zorunlu gene de. Bu Cumhuriyetçi ideolojinin prizmasından bakınca bir devrimcinin idam edilmemesini ancak "komünist olmama" şartına bağlı olarak savunmak mümkün. Yoksa Mustafa Suphi'nin yok edilişini meşru ve mazur görmek de açıklanamaz.
Bu versiyonda en büyük zorluk Deniz'in hayatının son anının nasıl hatırlanacağında, o hakikat anının nasıl yeniden kurulacağında, besbelli. Bu içeriden anlatının, bir ideolojik bulamaca döndüğü yer de tam burası. Deniz, hayatına son verilirken, bütün yaşamının anlamını 16 kelimede özetlemiş, ama bu 16 kelime, "yasaya aykırı" olduğu gerekçesiyle yargıç tarafından "infaz tutanağı"ndan çıkarılmıştı. Bu "yasak" beyaz, Türk, ve "Cumhuriyetçi" Deniz imgesini meşrulaştırmanın başlıca kaldıracı olageldi uzunca bir süre.
"Mare Nostrum"
Ölümünden 35 yıl sonra, Deniz'i genç kuşaklara kendi olduğu gibi, nasılsa öyle anlatmanın önünde artık bir "yasal" engel de kalmamışken onu Cumhuriyetçiden, Türkçüden, Atatürkçüden kendi "ideolojik" evreni dışında kalan her şeyden ayıran son sözleri bu kez Deniz'in kısa tarihinden ayıranlar onun imgesini sosyalistlere karşı bir ideolojik silaha dönüştürmeyi umabilirler.
Bunları basit yanılgılar olarak görmemeli. Kendilerine ait popüler ikonlardan yoksun, hiçbir sahici toplumsal mücadelenin öznesi olmayan milliyetçi ve devletçilerin siyasal hasımlarıyla mücadelede yeni kuşakları devşirmek için Deniz'i bir rozete dönüştürmeye ihtiyaçları var.
Değişim arzusuyla tutuşan gençlere düzen içi bir "efsane"ye indirgenmiş Deniz imgesini "rol model" olarak sunmak, sentetik bir Deniz Gezmiş tarihiyle enternasyonalistlere meydan okumak pekala mümkün. Meğer ki, sosyalistler kendi tarihleri üzerinde süre giden sınıf mücadelesine bigane kalmış olsunlar.
Deniz'i "bizim" yapan, hiç tereddütsüz o "bizim Denizimiz", "Mare Nostrum" diyebilmemizi sağlayan şey 6 Mayıs 1972 şafağında Ankara Merkez Kapalı Cezaevi avlusunun duvarlarında yankılanan ve Türkiye'nin en ücra köyünden bile duyulan şu son sözleriydi: "Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm. Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun emperyalizm!"
Ama yeni kuşaklara bizim Deniz Gezmişimiz'in aslına sadık bir portresini sunmak, hala tamamlanması gereken bir iş olarak duruyor karşımızda. Üstelik post Marksist sayıklamaların, milliyetçi hezeyanların daha da yüksek sesle tekrarlandığı bir çağda her yıl daha da zorlaşan bir iş...(EK)