Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kürt Dili Araştırma, Geliştirme ve Eğitim Hareketi'nin (Tevgera Zıman u Perwerdehiya Kurdi - TZP Kurdi) 20 Eylül'deki çağrısıyla başlatılan bir haftalık okul boykotunun son gününde 'Bizden anadilde eğitim beklemeyin. Resmi dil Türkçe,' açıklamasıyla bir kez daha Kürtleri alışık oldukları hayal kırıklıklarına maruz bıraktı. Kürtlere anadilde istedikleri yerde kurs açabilecekleri önerisinde bulunan Erdoğan adeta 'yetinmenin sınırlarını' çizdi. Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Ahmet Türk ise Erdoğan'ın sözlerine atfen: "Eğer bir dilin kamusal alanda işlevi yoksa yaşayamaz. İşlevi yoksa o dilin bir anlamı da yoktur,"açıklamasını yaptı.
Neden kürtçe, 'kamusal' değil de 'özel' alanla sınırlandırılıyor ?
Yakın tarihe dek Kürtçenin "özel alan"da dahi nefes almasına izin vermeyen katı-baskıcı devlet zihniyeti bugün bu niteliğini Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile değiştirme çabasında. Bu çaba da elbet bir "lütuf" silsilesi ile süre gitmekte. Yani aslında sadece "katılığın ve baskının" formunun değiştiğini görüyoruz şu durumda. Yoksa Erdoğan'ın, binlerce insanın anadilde eğitim için okulları, dersleri boykot etmesinin ardından çıkıp da 'anadilde eğitim falan yok' diye kitleleri, belli bir iradeyi çocuk gibi azarlaması hiç de baskıcı olmayan bir tutum değil. Aksine Kürtlerin, özellikle 'diller'i üzerindeki tarihsel baskının, sadece şekil değiştirdiğinin göstergesi. DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk'ün de dikkati çektiği nokta bu bağlamda önemli. Yani Kürtçenin bir dil olarak kamusal alana girmesine izin vermemek, o dilin yaşama şansını da elinden almak aslında.
Özel kurslar ile tarihsel bir hatayı telafi etme yanılgısı
Erdoğan konuşmasında, özellikle altını çizerek "resmi dilin Türkçe olduğunu, başka herhangi bir dile yer olmadığını ve Kürtçe dil kurslarına izin olabileceğini" vurguladı. Bu vurgu, gücünü salt 'resmi dil' oluşuna borçlu belki de. Tüm bu lütufkâr tavırlar da yine gücünü buna borçlu olsa gerek. Yani bir iktidar olgusu olarak dil tüm eylemler, çırpınışlar, haykırışlar üzerinde tahakkümünü iki dakikada gösterebiliyor. Kamusal bir temsil konumunda olan Başbakan, binlerce insanın bir haftalık anadil çığlıklarını birkaç dakikada, resmi dil söylemiyle bastırabiliyor: " Anadilde eğitim söz konusu değil, resmi dil Türkçedir." Nokta! Resmi dilin gücü buradan geliyor işte; dilin resmi olup da kamusalda kabul görmesinin gücü de buradan geliyor. Kamusal alanda geçerliliği olan dil, tahakkümü de mümkün kılıyor. İşte esas konu da bu aslında. İçten içe beslenen korku da bu: Kürtçe kamusal alana girerse vay halimize! Ya onlar da zamanla dilin tahakküm sırrını çözerse korkusu. Bu yüzden Kürtçe yetim kılınma çabasında uzun yıllardır. Bu yüzden imha edilme çabasındaydı da uzun zamandır.
Ancak bugün, kamusal alanda geçerliliği olmayacak şekilde Kürtçeye izin verilebileceği konuşuluyor. Özel alan ise -dil kursları vs.- bir alternatif olarak sunuluyor. Peki kamusal alanda işlevi olmayan bir dilin, işlevselliğinin süresi ne olacaktır? Esas soru ve esas sorun da buradadır zaten. Dil, zamanla eriyip, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmayacak mıdır, kendisini modern zamanlarda var edememe tehlikesi yaşamayacak mıdır, 'özel'in mahremiyeti genele -kamusala- mahkûmiyeti zorunlu kılmayacak mıdır, bu mahrem ve mahkum ikilemi dönüp dolaşıp bir dilin başının etini yemeyecek midir? Bu tarihsel önyargının kabuğunu kırmanın vakti ne zaman gelecektir, korkunun beslediği kalıplar ne zaman kırılacaktır?
Resmi dil, barışın dili olsa
Başbakanın resmi dil vurgusu, Kürtlerin anadil özlemi; uzun, tarihsel bir trajedinin özeti aslında. Barışın dili olsa da konuşsa, belki şunları söylerdi: "Özel alanla sınırlı olmayan, böylece unutulup, yok olmaya terk edilmeyen, ülke sınırları içinde her iki dilin de varlığını sürdürebildiği, kamusal-özel ayrımı ile sınırlandırılmayan, anadilde eğitimin önünü açan bir çözüm mümkün."