Öteden beri akademik üslupla yazılmış metinleri severek okuduğum söylenemez. Hele hele sizin saygı duyduğunuz bazı kişilerin, uğruna hayatlarını feda ettikleri idealleri “söylem” vb. bazı kavramlarla basitleştiriyorlarsa.
Ama buna rağmen Demet Lüküslü tarafından hazırlanan Türkiye’nin 68’i-Bir Kuşağın Sosyolojik Analizi başlıklı kitap ilgimi çekti. Ne de olsa mevzu biraz tanıdıktı. Kendini okutmayı başardığı gibi, bazı yeni şeyler öğrenmeme de vesile oldu.
Kitabın nereye konulabileceği giriş kısmında Lüküslü’nün şu sözleriyle ifade edilmiş:
“…Öyle görünüyor ki bugünü anlamanın yolu süreklilik ve değişim içinde tarihi okuyabilmekten geçiyor… Sürekli olarak genç kuşaklar önceki kuşaklarla karşılaştırıldığından, geçmiş kuşakların bir başka deyişle gençlik tarihinin layıkıyla anlaşılması bugünü kavrayabilmek için büyük önem taşıyor…”
Buradan devam edelim, önce kitabın neler anlattığına bir bakalım. Üç bölümden oluşan kitabın ilk kısmı Türkiye’nin 68 Kuşağının İçine Doğduğu “Zamanın Ruhu” başlığını taşıyor.
Burada kısaca kuşak teorisine değinilirken paralelinde ise dünyanın ve dönemin Türkiye’sinin genel bir analizi yapılıyor. Özellikle dikkat çekici olan, Türkiye’nin 68’ine karakterini veren, üniversite öğrencilere dair yapılan değerlendirmeler.
Aktarılan istatistiklere göre 60’lı yıllarda okuryazarlık oranın hala ciddi bir sorun olduğunu görüyoruz. 68 yılı itibarıyla üniversite çağındaki gençlerin yalnızca yüzde 3’nün üniversiteye gidebildiğini, bu şanslı kesim içerisinde ise kadınların oranının yüzde19 ile sınırlı olduğunu öğreniyoruz.
Ayrıca araştırmalarda üniversite öğrencilerinin çoğunun memur, asker ve bürokrat çocukları oldukları göze çarpıyor. Bu üniversite öğrencisi olmaya baştan itibaren imtiyaz yüklüyor. Aileleri gibi kendilerini de toplumda “sevilen sayılan” bir kesimin üyesi olarak görüyorlar.
İkinci bölümün ise Türkiye’nin 68 Kuşağı:Doğuşu ve Söylemleri başlığını taşıyor. Bu kısımda öncelikle öğrenci hareketinin üniversite reformu için verdiği mücadele ele alınmış.
Burada dikkat çeken hususlardan biri o dönemde de bir biçimde başa bela olan özel okulların varlığı sorunu. Üniversite işgalleri döneminde yayınlanan bildirilerde bu soruna da (eğitimi kamu hizmeti olmaktan çıkarma girişimlerine) dikkat çekiliyor.
Devamında ise netameli bir meseleye geliyoruz. Alıntı yapılan bazı akademisyenlerden anlıyoruz ki yukarıda değindiğimiz “memur çocuğu” olma halinin doğallığında bürokrat kesimlerle öğrenciler arasında yarattığı yakın ilişki bir “ittifak” olarak yorumlanıyor.
Bu tarz yaklaşımlar (bu kısmını biraz abartarak söylüyorum) zamanla karşımıza çıkan “darbecilere alet oldular” laflarına “teorik” zemin teşkil ediyor. Bu durum, biraz yukardan ve epey sonradan bakma halinin kaçınılmaz kıldığı hallerden olsa gerek.
Bu bölümde ayrı bir başlık olarak anti-emperyalist mücadele, köylü ve işçi hareketleriyle dayanışma da ele alınmış. Burada da maalesef bazı zaman ve mantık sorunları var. Bölümün girişindeki ifadeler gençlerin öncelikle üniversitede reform ardından düzenin değişmesi için anti-emperyalist mücadeleyi deneyimlediği sonrası ise işçi-köylü kesimleriyle dayanışmanın geldiğini söylüyor.
Bu çok önemli görülmeyebilir fakat 60’lı yılların ilk yarısından itibaren öğrenciler (ODTÜ) “ sosyolojik araştırma” yapma amaçlı etkinliklere başlarlar.
65 sonrası bu çalışmalar daha da sistematikleşir ve haksızlıklara karşı koymak için neredeyse tüm ülkeyi dolaşırlar.
Dönemin öğrenci birlikleri adeta sol bir parti gibi çalışır. 1965’teki Kozlu Maden işçileriyle dayanışma eylemleri ve 1967’deki “zeytinyağı yolsuzluğu”nu araştırmak için öğrenci birliklerinin düzenlediği Ege gezisi buna örnektir.
Yani sonuçta anti-emperyalizm, işçi-köylü mücadelesine destek ve üniversitede reform talepleri arasında illa ki bir öncelik sonralık ilişkisi kurulacaksa üniversite işgalleriyle başlayan reform talebinin çok sonra dillendirildiği görülebilir.
Bir diğer sorunsa gençlik hareketinin şu ya da söylemi kullanarak genişlediğini düşünmek olur. Bu olsa olsa bugün Beyoğlu ve Konur Sokak solculuğu diye adlandırabileceğimiz kısırlığın kendisine, “şunu ya da bunu söylersek büyürüz” gibi yeni oyalanmalar icat edebilecekleri bir zemin sunar. Halbuki her köklü kalkışma, uzun ve meşakkatli uğraşların üzerine kuruludur.
Yine bu bölümde Türkiye 68’inin Söylemleri başlığı altında Anti-emperyalist Söylem, Modernizm, Sanayileşme ve Kalkınma Söylemi, “Gençlik Miti” Söylemi, Eril Söylem ve Devrim Şehitleri Söylemi ele alınmış.
Bu kısımda Batı’dan farklı olarak modernizm eleştirisi yerine modernizm safında alınan tutum, öğrenci hareketinin içinde kadının yerinin sınırlılığına işaret edilmesi, eril dile hapsolunduğunun sergilenmesi önemli.
Son bölüm ise Dönüşüm: Öğrenci Hareketinden Devrimci Harekete başlığıyla kitapta yerini almış. Burada aşağı yukarı bildiğimiz şeyler anlatılmış.
Bu kısımda şaşırdığım şeylerden biri “ben tarihim, bana karşı olan tarihe karşıdır” yaklaşımı içinde olanlardan Hikmet Kıvılcımlı’nın Denizler Mahirler hakkında kullandığı hakaret dolu sözler oldu. Aklıma ister istemez bugün de aynı saiklerle, üç kuruşluk iktidar postlarını korumak için didinenler geldi.
Bir diğer dikkat çekici not ise Emil Galip Sandalcı’nın Denizlerin idamının oylaması sırasındaki Meclis’teki tanıklığı: “…Adeta neşeli bir oylamaydı… Yani gürültülerle ve tezahüratlarıyla bir çeşit basket atılır gibi oyların verildiğini, yani benim intibam o oldu.” Bu da Demirel’in ölümü sonrası onun komikliklerini keşfeden devrimci eskilerini anımsattı.
Kitap “Güçsüzlerin Silahı” Olarak Edebiyat Mizah ve Anılara Sarılmak başlığında yapılan değerlendirme ve örneklerle sonuçlanıyor.
Son olarak yazıyı bazı sorularla bitireyim. Gençlik yeniden birçok şeyin önünü açabilecek dinamik bir kesim olarak nitelenebilir mi?
İlkokuldan itibaren özel okullarda okuyan, bugünün sanal alemin labirentlerinde bilgilenen, kimi zaman kaybolan gençliğinin, dünün kendini “biz” diye tanımlayan toplumsal fedakarlığı ilk sıralara koyan genciyle benzer potansiyeller taşıması olası mı?
İki dakika bir şeye konsantre olamayan gençlik, solun ve toplumun bugün ki çıkmazlarına aşabilecek yaratıcılıkta düşünce üretimi potansiyeli taşıyor mu?
Dünün “aydın” öğrencisiyle şimdiki aynı yerde mi, yoksa bilgi denilen şey artık üniversite öğrencilerinin tekelinde değil mi? Sorular çoğaltılabilir…
Bu soruların önemli ölçüde yanıtının olumlu karşılıklarla Haziran Direnişi sırasında verildiği kanısındayım. Mesele bundan sonrası. Potansiyel olasılıkları algılayıp, değişimin bir parçası olabilmekte. (AS/YY)
* Demet Lüküslü, Türkiye'nin 68'i / Bir Kuşağın Sosyolojik Analizi, Dipnot Yayınevi, 2015, 214 sayfa