Cüneyt Özdemir 12 Ekim tarihinde Radikal'deki yazısında Tuncay Özkan'ın Silivri Cezaevinde yaşadığı olumsuz koşulları anlatan "Hapiste Yatacak Olana Öğütler" kitabından çıkardığı notlarla tecriti ve kötü muameleyi sorguladı.
Özdemir'in söylediğine göre, Tuncay Özkan'ın kitabını okumak onun "cezaevlerine bakışının değişmesini" sağlamıştı.
Özkan'ın metni, "yemeklerin berbatlığı", "kantinin yetersizligi", "çamaşır ve bulaşık makinesi, bilgisayar yasağı", "mektup denetimi" ve "koğuşlardaki ısıtma yetersizliği" üzerine temel bazı sorular sordurmuştu Özdemir'e.
Aynı gün bianet'ten Ayça Söylemez, durumun sadece Silivri'ye ve Özkan'a özgü olmadığını, ülkenin başka pek çok hapishanesinde tecritin ve olumsuz koşulların uzun suredir devam ettiğini belirtti.
Söylemez, hapishanelerde süregelen trajedilerin "Silivri'de yaşananlar" vesilesiyle "bilinir" olmasını temenni ediyordu. Özdemir'e okuması için tavsiye ettiği kaynaklar ise, bu sorunun Özdemir tarafindan ancak bugün ve Özkan'ın metniyle keşfediliyor olmasını sorgular nitelikteydi.
"Bilme"nin, seçici geçirgen bir yapısı vardır
Öyle sanıyorum ki Söylemez'in tavsiye ettiği kaynaklar, Özdemir'in bazı şeyleri "görmesi" ve tarafından "bilinir" olması içindi. Çünkü Özdemir, Tuncay Özkan'ın kitabıyla yaşadığı "dönüşümden" bahsediyordu; onun cezaevlerine bakışı bu kitapta yazılanlarla tamamen değişmişti.
Onun bakışı neydi, ne oldu bilinmez ama Söylemez'in verdiği tavsiye kaynaklar ve bianet'in haberciliği, hapishanelerde yıllardır süregelen olumsuz koşulları zaten göz önüne getiriyor.
Dolayısıyla Özkan'ın hapishane yazını vasıtasıyla gerçekleşen bir "dönüşüm" serüveni, tam olarak da hapishanelerde zaten mevcut olan disiplin olgusunun Özdemir tarafından bilinmediginin bir itirafıdır.
Bu noktada "bilmek" eyleminin "seçici geçirgen" bir yapıda olduğunu da unutmamak gerekir. Aslında Bourdieu'nün sosyolojisi şunu ifade eder: Sosyal eşitsizlik hiyerarşisini içselleştiren insanlar, ancak ve ancak kendi pozisyonları doğrultusunda bazı şeyleri görür, bilir ve Özdemir'in yaptığı gibi bildirirler.
Özellikle Özkan ve Balbay'la birlikte ana akım medyanın algı evrenine giriş yapan "hapishaneyi bilme" meselesi, yalnızca Özdemir'in ifadesinde tezahür eden bir durum değil.
Soner Yalçın'ın tutuklanmasında sonra hapishaneyi iyiden iyiye bilmeye başlayan Oda TV'nin "içeriden" getirdiği haberler, Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan'ı "AIDS'lilerle aynı hücreye koydular" diyen Cumhuriyet Halk Partili (CHP) Şahin Mengü'nün homofobik demecini büyük puntolarla veren gazete ve internet siteleri, Milliyet, Vatan, Habertürk ve diğer birçok gazetenin Balbay'ın hapishane anılarında "mağduriyet anlatısına" uzun uzadıya ver vermesi ve bunlar gibi başka diğer örnekler, ana akım medyanın "hapishaneyi bilme" yolunda adımlarını oluşturuyordu.
Ayça Söylemez'in de ifade ettiği gibi, hapishanelerdeki mağduriyetin konuşulması, tartışılması, "bilinir" kılınması önemli. Ancak bu şekil bir bilinirliğin, Özdemir'in ifade ettiği dönuşümün retoriği ve hapishane yazınının hiyerarşisiyle bir arada düşünüldüğünde, belirli sorunları da gün ışığına çıkardığı bir gerçek.
Hapishaneye dair "başka bilinirliklerin" kapısını çalmadan, yalnızca Özkan'a yoğunlaşan bir tutumun, hapishanenin disipline edilmiş alanının sebep oldugu mağduriyeti, sadece Silivri ile özdeşleştiren sakıncalı da bir tarafı olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir.
Ve Mahsus Mahal
Türkiye'deki hapishane yazınının, mevzu bahis seçici geçirgen bilme eyleminden nasibini aldığını belirtmekte fayda var.
Şayet Özkan'ın hapishane yazınıyla "dönüşen" ve "aydınlanan" Özdemir veya diğerleri, Türkiye'de yaklaşık altı senedir yayın yapan, derlemeler ve mahpus/eski mahpus yazarların kitaplarını basarak bir hapishane yazını külliyatı ortaya koyan Mahsus Mahal'in dünyasına girseler, belki mevzu bahis dönüşüm çok daha erken gerçekleştirebilir ve hapishane koşullarına dair aydınlanmak için 2011 senesinde Özkan'ın metnine hayati bir ihtiyaç duyulmazdı.
Özdemir'ın değindiği gibi hapishanelerde bilgisayar, bozdolabı, çamaşır makinası vs. gibi eşyaların yoksunluğu, mektupların, yazışmaların denetimi, Ahmet Şık'ın bianet'te yayınlanan mektubunda özenle bahsettiği gibi var olan "gelişigüzel" yasak uygulamaları, ne yazık ki Türkiye'de hapishanelerin gerçeğinde uzun yıllardır var.
Özdemir'in ima ettiğinin aksine bu uygulamalar Silivri'ye özgü değil; bunun içindir ki Mahsus Mahal külliyatı, mahpusluğun çok katmanlı ve değişken deneyimlerini göz önüne sermesi açısından önemli.
Söylemez'in tabiriyle Mahsus Mahal, belki de ana akım medyanın görmek ve bilmek istemediği hapishaneye dair bazı "bilinirlikleri" gün yüzüne çıkarıyor. Bugün Özkan'ın metni hapishaneye ışık tutarken, Mahsus Mahal'in ana akım medyada popüler bir ikon haline gelmemesinin ise iki nedeni var: Hapishane yazını üzerine var olan statik toplumsal algı ve sosyal eşitsizlikle desteklenen "bilinirlerarası" hiyerarşi.
Nazım'dan Musa Anter'e
Türkiye'de hapishane yazınının yaklaşık son 40 senesi, gerek akademide gerekse ana akım medyada "darbe yazını" ana başlığının altında incelendi. Darbe dönemlerinin hapishane olgusunu gündeme getirdiği bir gerçek; ancak bu darbe merkezli eğilim, Türkiye'de hapishanelerin özellikle 1990 sonrası halini açıklamaya ve algılamaya yeterli olmadı.
1970 öncesi döneme dair ise, "hapishane edebiyatı" denince popüler algıda akla gelen isimler Ahmed Arif ve Nazım Hikmet'ti. Arif ve Hikmet'in şiirleri şarkılara konu olarak toplumsal hafızada yer edindi.
Bu açıdan "hapishane edebiyatı" sözü, solcu/devrimci bir direnişin mağlubiyet anlatısı eşliğinde, belki de gerçekleşmesi mümkün olmayana yöneltilen bir özlem olarak, algılarda nostaljik bir anlam edindi.
Hapishane edebiyatı, aynı "fakir edebiyatı" sözünde olduğu gibi klişeleşti, üretken değerini kaybetti; geçmişte bir yerde kalan, pasif, durağan bir anılar bütününe işaret eder oldu. 70 ve 80'lerde darbelerle bu durağanlığı üzerinden atar gibi oldu, ancak sonrasında yine darbelerin ağırlığıyla üzeri kapandı. Hapishane edebiyatı deyince popüler hafızada Sevgi Soysal, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Orhan Kemal gibi isimler sayılırken, 90'ların ve 2000'lerin görünmezliği bir kenarda keşfedilmeyi bekliyordu.
Yine 90'lar ve 2000'lerin hapishane yazınına önemli ölçüde ilham kaynağı olan Musa Anter, Mehmed Uzun, İsmail Beşikçi gibi Kürt sorunu üzerine yazmış ve yolu hapishanelerden geçmis isimler, popüler algının hapishane anlatıları kanonunda kendilerine yer bulamamışlardı.
Hapishane yazınının, darbe olgusu ve Kürtlerin anlatılarını dışlayan bir çerçeve ile kısıtlanmasına ilave edilen nostaljik romantisizmi, hapishane ve edebiyat ilişkisinin durağan halde bir kenara bırakılmasına sebep oldu.
Hapishane yazınının ana akım medyada ve popüler hafızada 90'lardan sonra yer bulamamasının diğer bir nedeni de Kürt sorunuyla yakından alakalı. Türkiye hapishaneleri ulus-devletin kurulmasından bu yana solcu/devrimci muhaliflerle doluydu; yaklaşık 20 senedir bu muhalif kimliğine bir de Kürt kimliği eklendi.
Bugün Türkiye hapishanelerinde tutuklu "siyasi" mahpusların çoğunun Kürt ve/veya devrimci olduğunu söylemek sanıyorum ki gerçek dışı olmayacaktır.
Bu dönemde birçok mahpus, hapishanelerdeki olumsuz koşullara karşı direniş gösterdi; bu direnişin yolu "edebiyattan" geçiyordu. Bu birikim, Aytekin Yılmaz ve arkadaşlarının özverisiyle Mahsus Mahal dergisi, derneği ve yayınlarını oluşturdu. Mahsus Mahal'in yazarları, her türlü şiddetten, militarizmden, etnik ayrımcılıktan ve cinsiyetçilikten arınmış bir toplumsal barış söylemiyle ortaya çıktılar.
Hapishane içinde hapishane
İçlerinde önemli oranda Kürt "siyasi" mahpus vardı; ancak kimlik siyaseti yapmanın ötesinde, edebiyatın dönüştürücü etkisini ve şiddetin farklı kaynaklarını anlattılar. Birçoğu hapishanede yazar, şair, romancı, denemeci oldu; Marx, Engels, Lenin gibi sosyalist kanonun yazarlarını kutsamaktan ziyade, gerek "içeriyi" gerekse "dışarıyı" daha iyi anlamak için Tolstoy, Puşkin, Mann, Benjamin, Adorno, Foucault ve Deleuze okuyarak, farklı algılara yelken açtılar.
Gerek devleti gerekse örgüt, erkek egemen toplum gibi diğer baskı düzenlerini hapishaneler üzerinden sağlam bir teorik duyarlılıkla eleştirdiler.
Özdemir'in "ceza içinde ceza uygulanıyor" dediği durumu, "hapishane içinde hapishane" olgusuyla Aytekin Yılmaz 2003'te yazmıştı aslında ve örgüt, devlet ikilemini kapsayan bambaşka boyutlarıyla. 90'lı yıllarda mahpus kadınlar, hapishanenin ne kadar erkek egemen bir alan olduğunu anlatmış ve adeta "Uçurtmayı Vurmasınlar"ın yalnızca bir film olmadığını hatırlatmışlardı.
Bugün yalnızca Özkan'ın metni üzerinden hapishaneleri "bilen" algının, Mahsus Mahal'in direnişini görmemiş olması, Kürt ve/veya devrimci siyasi muhalefetin birikimini görmezden gelmesiyle yakından alakalı.
Mahsus Mahal deneyimi bize gösteriyor ki yazarlar, "içeriyi" yazarken aslında "dışarıya" yazıyorlardı; kendilerini edebiyatın dönüştürücü etkisine emanet etmişken, sözün gücüyle dışarının homojenist ve ayrımcı algısını dönüştürmeye gayret ediyorlardı.
Ana akım medya ise, edebiyatın dönüştürücü etkisiyle yeniden şekillenen Kürt ve/veya devrimci birikimi manşete taşımayı aklından bile geçirmemişti. Nihayetinde hapishane yazınının yalnızca şarkılarda var olmak suretiyle ticarileştiği günümüzde Mahsus Mahal, "bilme" eyleminin seçici geçirgenliğinde elenmişti.
Öyle ki Özdemir, kendi dönüşüm serüveninden yola çıkarak Özkan'ın hapishane yazınını okurlarına tavsiye ediyor ve hapishane koşulları hakkında bir "aydınlanma" vaadediyordu. Oysa Mahsus Mahal bu aydınlanmayı çok daha farklı boyutlarıyla okuyucuya yıllar öncesinden sunmuştu bile ve halen daha sunmaya devam etmekteydi.
Mahsus Mahal'in çoğu yazarı, hapishanenin bir kimlik oluşumu yönünde önemli bir rol oynadığından söz eder; o da herşeyin üzerinde bir "mahpus" kimliğidir.
Elbette ki dergiye katkıda bulunan yazarların farklı algıları mevcut ve mahpusluk deneyimi hiçbir şekilde tek katmanlı değil. Ayrıca Mahsus Mahal'de yazanlar arasında "adli" mahpusların da bulunduğunu belirtmekte fayda var. Bu yazının amacı, bir "mahpus" olarak Tuncay Özkan'ın hapishane deneyimini küçümsemek veya ötelemek değil.
Özdemir'in köşesine taşıdığı bir hapishane yazını olarak Özkan'ın metni, tabii ki hapishanelerdeki "disiplin" mekanizmaları hakkında önemli şeyler söylüyor.
Yenilikçi bir dil
Bu noktada sorun, farklı hapishane yazınları arasındaki hiyerarşide kendi belli ediyor. Altı yıllık Mahsus Mahal birikimi "bilme" eyleminin seçici geçirgenliğinde elenirken, Özdemir'in hapishaneler hakkında dönüşümünün, ancak 2011 yılında yayınlanan Özkan'ın metniyle gerçekleşmesi bu hiyerarşiyi net bir şekilde ortaya koymakta.
Tuncay Özkan da bir "mahpus" ve Foucault'nun 1975 senesinde yazdığı gibi hapishanenin disipline edilmiş ve yalnızca bedenden de öte, "ruhu" ele geçirmeyi hedefleyen alanından elbette ki mağdur.
Özkan'ın yazını, Özdemir'i dönüştürmeyi başarmıştır; ancak ne yazık ki Özdemir'in dönüşüm retoriği oldukça yüzeyseldir ve tam olarak da belirli hapishane anlatılarını görmeyip, sadece bir metni hiyerarşik olarak üstte konumlandırmasından ötürü hapishaneleri anlamamıza yetmeyecek olgunluktadır.
Bu açıdan Mahsus Mahal'in "marjinal" bir yayın olmadığını ve bu yönde algıları açık bir okur kitlesine ulaştığını belirtmek gerekir: Ece Temelkuran, Müge iplikçi, Gün Zileli, Tanıl Bora, Ragıp Zarakolu, Haydar Ergülen, Baskın Oran, Ertuğrul Kürkçü, Feyza Hepçilingirler, Sennur Sezer, Şeyhmus Diken, Sezai Sarıoğlu, Derviş Zaim ve adını sayamadığım onlarca isim dergiye katkıda bulunanlar arasındadır. Yine benzer şekilde bianet'in Mahsus Mahal'in görünürlüğünü sağlanmasındaki katkısı oldukça önemlidir.
Mahsus Mahal, hapishanelerde "Kürt olmak", "kadın olmak", "bağımsız olmak", "siyasi olmak", "devrimci olmak", "yazar olmak", "insan olmak" gibi temaların kesişimselliğinde edebiyatın dönüştürücü etkisine sarılan mahpusların deneyimlerini göz önüne serer, dışarısı tarafından bilinmemekte ısrar edileni söyler ve hapishane üzerine ana akım algının derinden dönüşmesini amaçlar.
Mahsus Mahal, sundugu çok katmanlı hapishane metinleriyle okuyucunun statik algılarını harekete geçirerek onu "rahatsız eder". Ana akım algı ise Özdemir örneğinde görüldüğü gibi, Mahsus Mahal'in yenilikçi dilini görmekten ziyade, sadece Özkan'ın metniyle aydınlanmak ister.
Daha geniş bir çerçevede değerlendirecek olursak, ana akım eğilimin Mahsus Mahal'i es geçerek Özkan'ı öne çıkarması, bir zamanlar Anter ve Uzun gibi isimleri es geçerek, nostaljik, depolitize - veya belirli bir ideolojik eksende politize - dar çaplı bir "hapishane yazını" algısını yeniden üretmesi ile benzer motifler taşır.
Bu yüzdendir ki Özdemir örneği, ana akım eğilimde dönüşümün retoriğinin, metnin hiyerarşisiyle birleşince ortaya çıkan ve mutlak sorgulanması gereken yüzeysel bir "aydınlanma" mesajina işaret eder.
Bu mesaj hapishane yazınını bir mahpus yapar; oysa onu toplumsal algıda hapsoldugu durağanlığından çıkarmak ve hapishanelere dair çok katmanlı bir "aydınlanma" algısını gün yüzüne çıkarmak gerekir. Bu yolda Mahsus Mahal, bilmek isteyenler için hapishaneye dair oldukça önemli bir "bilinirliği" çoktan sağlamayı başarmıştır. (AN/HK/IC)
* Alparslan Nas, Sabancı Üniversitesi, Kültürel Çalışmalar
** Desen: Canan Güldal
Mahsus Mahal Proje Kitaplarından Tavsiyeler:
Hapishaneden Şiirler, Metis, 2005
Hapishaneden Öyküler, Metis, 2005
Hapiste Yazmak, Kanat, 2006
Aytekin Yılmaz, Labirentin Sonu: İçimizdeki Hapishane. Mahsus Mahal Kitaplığı, 2008
Hapishane Dünyası, Mahsus Mahal Kitaplığı, 2008