Önyargı gerçekten kötü ve zararlı birşey. Tasarım Bienali'nin ilk kez adı anıldığı andan itibaren içimdeki korku, çekince ne yazık ki hep bir önyargıya bağlıydı. Yanlış anlaşılmak istemem, asla ama asla herhangi bir bienalin başarısızlığını ya da rotasından şaşmış olmasını istemem ya da bunu dilemem. Ama dediğim gibi, içimde bunların korkusu vardı ve bienal sergilerine adım atışlarımda hep bu korkunun nesneleşmiş hâli ile karşılaşacağımı düşündüm. Tasarım kavramının hakkını vermekten çok sadece "tasarım" ve "kentsel dönüşüm" temalarına sahip sanat objelerinin dolu olduğu biryer vardı korkularımın temelinde.
Gezim sonunda anlamış bulunuyorum ki, korkularım yersiz olmasa da, gereksizmiş. En son söylemem gerekeni şimdi söyleyeceğim belki ama; ben 1. Tasarım Bienali'ni gerçekten beğendim ve başarılı buldum. Ama ülkemizdeki, kamyon arkalarında bile saygın yerini koruyan "Ya sev, ya terk et" sözünü takip etmek yerine sevdiğim şeyin bile eleştirilmesi gerektiği düsturuna sırtımı dayayacağım ve iki ana sergi hakkındaki görüşlerimi, 2011 yılında mezun olmuş genç bir endüstriyel tasarımcının süzgecinden geçirerek sizinle paylaşacağım.
Bu yazımda bienalin kimliği ile ilgili verileri bulamayacaksınız ne yazık ki. Bu tür bilgiler için isterseniz bienalin web sayfasına, ya da daha önce yayımlanan yazıma göz atabilirsiniz.
Musibet
İstanbul Modern'in alt katında konuşlandırılmış olan "Musibet" sergisi, 32+1 adet çalışma ile seyircileri karşılıyor. Genel temanın yanında "kentsel dönüşüm" konusuna eğilen bu sergi, insanı heyecanlarından atmosferi ile katılımcılarını bekliyor. Sergi alanı, form olarak gerçek bir labirent olmasa da özellikle renk, ışıklandırma ve toplu çalışma oda alanları sonrasında oluşan yön duygusunun unutulması ile bir labirent gibi. Düz bir güzergah doğrultusunda, köşeleri belli olan ama insanı çevresinden soyutlayan bu yolculukta size eşlik eden ışıklar ve birkaç etiket dışında yalnızsınız.
Çalışmaları kendimce sanata ya da tasarıma yatkınlık açısından oranladığımda yüzde 50'lik bir eşitlik gördüm, ki bu beni çok mutlu etti. Konuyu biraz açmak gerekir ise; gördüğüm tüm çalışmalar özellikle açıklayıcı metinleri ile birleştirildiğinde zaten kendisini önce tasarımın, sonra da kent planlama ve değişiminin içinde konumlandırıyor. Ama bunu seyircilere sunma, onları bu sunumun içine katma, son olarak da bireysel duygu ve düşünceler yerine nesnel ve ayakları yere basan kavramları göstermede bolca fire verileceğinden endişeleniyordum açıkçası. Ama bu endişem, sert bir ayırımda bile yüzde 50 gibi bir oran çıkması sonucunda uçup gitti diyebilirim.
Bu yazıda sizleri herhangi bir etkileyicilikten, ya da sürprizden alıkoymak istemediğim için bu çalışmalar ile ilgili çok fazla detayı sızdırmak istemiyorum. Ama yine de M-20121013-22'de çocuklar gibi şen eğlendiğimi, M-20121013-18'de ikon tasarımlarını keyifle incelediğimi, M-20121013-07'nin anlatım dilinden kendime pay çıkarttığımı, M-20121013-19'da şehre dair detayları biraz daha öğrendiğimi, M-20121013-25'de kendimi karanlığa ve seslere teslim ettiğimi gizlemeyeceğim.
Bu kodları merak mı ettiniz? Bu kodlar, bizlere hem bienalin açılış gününün tarihini, hem de gezdiğiniz serginin numarasını sunan hoş bir kataloglama sistemi. Bu şekilde anlattığımdan dolayı sistemi beğendiğimi anladığınızı umuyorum. Ama aynı kodlamanın program kitapçığı içinde kullanılmaması bana üzücü geldi. Bu detayın etkinliğin her aşamasında (sadece Musibet sergisinde kullanılıyorlar) kendisini göstermesi, sergi sırası ile kitapçık sırasının aynı olması gibi detaylar olmalıydı diye düşünüyorum.
Adhokrasi
Bienalin bir diğer ana sergisi olan "Adhokrasi" yine Karaköy'de Rum Özel İlköğretim Okulu'nun tümünde bulunuyor. Musibet'in aksine, bu sergide sanat ve tasarım objesi gibi bir ayrım yapmakta zorlanıyorum, çünkü içerik bakımından daha çok gerçek ürünler, yapılmış projeler ve bakış açılarını destekleyen araçlar üstüne kurulu bir düzen var. Yani şehir, bu şehrin özellikleri ve problemleri gibi kavramları irdeletmekten daha çok ürünler ve bu ürünlerin arkasındaki fikirler üzerine kurulu. Yine ana temanın yanında "açık kaynaklı" (open-source) ve "kitle kaynaklı" (crowd-funding) fikirlerini tüm sergide görebiliyorsunuz.
Burada bir noktanın altını çizmek lazım aslında; kitle kaynaklı denince akla ilk olarak finansal bir kaynak gelse bile, bienaldeki çalışmalarda emek, bilgi, veri gibi birçok kaynak ele alınmış durumda. Örneğin İstanbul'da yapılmış ve yapılmakta olan dönüşüm projelerinin bulunduğu bir veritabanı, insanların deneyimlerini paylaştıkları bir fikir ağacı, ya da düzenleyip paylaştıkları bilgisayarmodellerinin bulunduğu bir web sitesi. Yani her anlamıyla kitle kaynaklı.
Bunun yanında ismindeki bürokrasiye karşı gelme, açıklık ve şeffaflık fikirini de kullanılan tüm ekranların iskelet halinde olması, her türlü bağlama ve kablolamanın görülebilir şekilde bırakılmasından da anlayabiliyorsunuz. Adhokrasi, insanlardan ne tasarımın, ne de serginin altında yatanları saklamayan bir sergi, hatta bunu özellikle göstermeye çalıştığı bile söylenebilir. Endüstriyelleşmiş dünyada butik ve kişisel tasarımın doğduğu ve internet, üç boyutlu yazıcılar, paylaşım gibi faktörlerle çevremizi nasıl da sardığını yansıtıyor aynı zamanda. Sadece ürünleri incelemiyor; onlara ilham veren, onları var eden düşünce kıvılcımlarına da şahit oluyorsunuz. Bunun yanında üretilme şekillerine dahil yeni yapıları keşfedebiliyor, uygun zamanlarda ve teknik aksamaların olmadığı anlarda şahit bile olabiliyorsunuz.
Adhokrasi sergisi ile ilgili iki büyük problem, ortopedik engelli insanların sergiyi kat ve kat çıkıp gezme konusunda çok sıkıntı çekecekleri ve kontrollü olmayan sergi alanı. Sergi okulun tüm katlarına yayılmış olduğu için, çalışmaları beş kat boyunca görebilirsiniz. Herhangi bir asansör ya da yardım sistemine ne yazık ki rastlamadım. Diğer sıkıntı ise, bazı sergi odalarının güneş ve aydınlatma durumları yeteri kadar dikkate alınmadan düzenlenmiş olması. Bazı çalışmaları günün bazı zamanları aşırı güneş yüzünden görememeniz olası.
Genel Bakış
Bütün olarak bakıldığında, 1. Tasarım Bienali'nin iki ana sergisi işini kötü yapmıyor. Çalışmaları özenle seçilen, problemlere ve olası çözümlerine bir tasarıma uygun olan şekilde yaklaşmayı başarıyor çoğunlukla. Özellikle Musibet'in sergi alanının düzenlenişi belki de en vurucu detayı.
Ama bunların yanında unutmamak lazım ki, bu bienal insanlara tasarım faktörünü tanıtmak ve önemini göstermeyi kendisine amaç edinmişti. Emre Arolat'ın "bizi anlatan bir sergi var" demesini umduğu insanlar ile bu bienal arasındaki bağın kuvveti nedir, şu anda kesin bir şey söyleyemiyorum. Ama bu bienal de, kendinden öncekiler gibi ağır bir dili taşıyor hala çalışma açıklamalarında. Ne kadar aksi söylenirse söylensin, çalışmaların bir kısmı ve açıklama metinlerinin neredeyse hepsi, bu bienalin hitap kitlesini sınırlıyor. İnsanlar bir anda televizyonda görüp de ceplerinden en az 10TL ücreti (indirimi bilet) verip de kendilerini bu "sıcak" ortama teslim eder mi, ben pek ihtimal vermiyorum.
Bunun yanında özellikle Adhokrasi sergisi, daha bizlerin tam olarak geçmediği bir sanayi-tasarım ortaklığının ötesinde bireyselleşmenin tasarımla olan yenilenmiş ilişkisine parmak basıyor. Her ne kadar uluslararası platformda güncel ve büyüme evresinde olan bu bakış açısı hakim olsa da, Türkiye halkları olarak sanayinin, bilinen markaların seri ürünlerine karşı olan yatkınlığımızda tasarımın yerini çoğu zaman oturtamıyoruz.
Bu serginin katılımcılarının tasarımın ürünlerdeki önemini fark ederek talepte bulunacağına dair bir bakış açısını, eğer ki varsa, ben fazlaca hayalperestçe görüyorum. Belki de tasarımın ülkesel bir değer olarak görülebilmesi için sanayinin daha fazla dahil olduğu, biraz destek, biraz da katılımcı olarak bienalin içinde bulunduğu bir durum olmalıydı. Ama sponsorlar listesindeki isimler ve çeşitliliği bu konuda bir sıkıntı olduğunu düşündürüyor insana.
Son olarak da, Musibet sergisinin neredeyse tümü ve Adhokrasi sergisinin bir kısmı tasarımın sadece kısıtlı bir yönüne; mimarlığa ve şehir planlamaya adanmış durumda. Ama tasarımın modadan tekstile, grafikten sisteme, endüstriyel üretimden takıya çok geniş bir yelpazesi var. Her bir dalın aynı oranda temsil edilmesi tabi ki imkansız, kaldı ki bienal teması zaten kendince bir kısıtlama yapısı oluşturuyor, ama kusurluluğun sadece mimarlıkta ve şehir planlamada olduğuna ben inanmıyor ve hak vermiyorum.
Yazının başında da belirttiğim üzere ben 1. Tasarım Bienali'ni gezerken keyif aldım, gördüğüm şeylerden de memnun kaldım. Çünkü bu 1. Tasarım Bienali idi, bu ilklik gerçeğini unutmadan değerlendirmeyi seçtim. Olumsuz olarak gördüklerim ise ilkliğin müsamahasına girseler de, benim bireysel beklenti ve umutlarımın dışavurumu olarak düşünülebilir. Ama tüm bu eleştirilerime rağmen bence bienal her meraklı insanın gelip burnunu sokması gereken, keyifli bir deneyim. Kim bilir, belki de bir anda tasarıma karşı sevgi kabarıverir içinizden... (SK/EKN)