Tasarım dendiğinde aklınıza gelebilecek ne varsa; kentsel tasarımdan mimariye, endüstri ürünleri tasarımından moda tasarımına, yeni medya tasarımından grafik tasarımına, artık hepsi bu bienalin kanatları altında. Birinci İstanbul Tasarım Bienali tasarımın tüm bu yaratım alanlarını tek bir ana tema etrafında bir araya getiriyor: Kusurluluk (Imperfection)
Tasarımı kente ait bir durum olarak sorgulatmayı hedefleyen Bienal, hayatımızın içine işleyip neredeyse görünmezlik kazanan tasarımın etkileri konusunda şehirde yaşayanları biraz kafa yormaya çağırıyor. Dünyamız tasarımla şekilleniyor, elimizi attığımız her şey birer tasarım objesi. İçinde dolandığımız kentler, bizimle birlikte kenti dolanan taşıtlar, görüp görebileceğimiz her şeye sirayet eden yazı tipleri, üstümüze üstümüze gelen her biri başka bir mimar elinden çıkmış binalar, şehri yerin altından ağ gibi saran altyapı sistemleri, bilgisayar arayüzleri... Kısacası içinde yaşadığımız bu dünyaya bakıp geçecek miyiz, yoksa ona dokunacak ve herkes için güzelleşmesini sağlayabilecek miyiz? İşte Bienal bu soruyu soruyor.
"Kentsel dönüşüm" adı altında başta İstanbul olmak üzere pek çok büyükşehrin yeniden tasarlandığı günleri yaşıyoruz. Kimileri için bir fırsat, kimileri içinse yerlerinden edilecekleri korkusuyla yaşadıkları kâbus dolu günler. İşte böyle bir zamanda İstanbul Tasarım Bienali "kusurluluk" temasıyla omurgasında İstanbul olmak üzere kentsel dönüşümü anlatıyor. Anlatmakla kalmıyor, şimdiki zamanın İstanbul'unu kentsel ve mimari tasarım bağlamında sorgulayarak, kusurlarını görerek yeniden oluşturmanın yollarını arıyor.
Tasarım Bienali'nin iki küratörü var. Emre Arolat ve Joseph Grima. Bienal etkinlikleri kapsamında gerçekleşen iki büyük sergide "kusurluluk" temasını kendi bakış açılarıyla yorumluyorlar. Sergi mekânları ise tarihsel varoluşları içinde tam da Bienalin tasarımına, temasına denk düşen bir dönüşüm hikâyesi anlatıyor. "Musibet" sergisine ev sahipliği yapan İstanbul Modern Müzesi işçilerini çoktandır kaybetmiş eski bir kuru yük deposuyken "Adhokrasi" sergisinin mekânı Galata Özel Rum İlköğretim Okulu ise öğrencilerini kaybetmiş ve şimdilerde müzeye dönüşmekte olan eski bir Rum okulu. İki farklı sergi mekânında binlerce metrekare alana yayılan bu sergiler 46 ülkeden 300'e yakın tasarımcı ve mimarın kente değen, kentle ilişki kuran 100'ü aşkın projesini bir araya getiriyor.
Tasarım dünyasının bu sonsuz çeşitliliğinin içine her noktasından girmemiz mümkün değil belki, ama gelin Bienalin iki küratöründen biri olan Emre Arolat'ın çağrısına kulak kesilelim: "Kendisini İstanbullu olarak gören herkes bu sürece katkıda bulunmalı. Bizim amacımız hayatında en fazla dört-beş kitap okumuş, çok derinlikli olmasa da gazete okuyan insanların bu işe ilgi duyması." Biz de 4-5 kitaptan biraz fazlasını okumuş İstanbullular olarak tutuyoruz sergi mekânlarının yolunu.
Adhokrasi: Tasarımın üstlenebileceği yeni rol
Önce nerede olduğunu tam olarak bilemediğimizden, belirsizliği ortadan kaldırma ve bir an önce bulma güdüsüyle olsa gerek Galata Özel Rum İlköğretim Okulu'na gittik. Öğrencilerini yitirmiş, kapısına kilit vurulmuş, el konulmuş, sakinleriyle birlikte atlattığı badireler sonrası eskimiş bu 5 katlı taş binayla da tanışmış olduk. Böylece festivallerin, bienallerin, sergilerin yeni mekânı olarak Galata Özel Rum İlköğretim Okulu İKSV tarafından İstanbul'a yeniden kazandırılmış oldu. Bundan böyle bu eski tarihi bina duvarlarında her ne kadar çocuk sesleri yankılansa da, içinde yeni sesler biriktirip yeni izler taşımaya devam edecek.
Burada Joseph Grima'nın "Adhokrasi" başlığıyla hazırladığı sergiyi geziyoruz. Sergi mekânının 2.300 metrekare alanı öyle bir düzenlenmiş ki okulun merdiven boşluklarından tavanına, bodrumlarından çatısına hiçbir noktası boş kalmamış. Sınıflar ve yönetim odaları tek tek atölyelere dönüşmüş. 120 tasarımcı ve mimarın 60'tan fazla projesini bir araya getiren "Adhokrasi" sergisi yeni bir çağın başladığı haberini veriyor: "Adhokrasi çağına hoşgeldiniz"
Küratör Joseph Grima sergisinin kavramsal çerçevesini, bürokrasinin tam karşıtı "Adhokrasi" olarak belirlerken bienal için bir de yazı kaleme almış. Dolana dolana çıktığınız iki taraflı ahşap korkuluklu merdivenlerden sonra sergi girişine geldiğinizde duvarda göreceğiniz bu yazı mutlaka ilginizi çekecek. The Economist Dergisi'nin 2012 Nisanında kapaktan yayınladığı ve üçüncü sanayi devrimini duyurduğu bir yazıya atıfla başlıyor Grima sergisini anlatmaya:
"Bu devrim, sanayideki çoğul, standart, mükemmel ürünler yerine insanların katılımcılığını arttıran atölyeye dönüş yaşandığını vurguluyor. Yani mükemmelliği aramak yerine, bireysel kimliğin göstergesi olarak kusurluluğun kabul edildiği bir gelecek öngörülüyor. Bu noktada tasarımın rolü, üretim ve tüketim süreçlerini gözden geçirerek doğaya ve insana dair daha fazla girdiyi hayata kazandırabilmek oluyor. Ve sergi de toplumun geleceğine ilişkin hızlı çatışmaların tiyatrosu olarak tasarımı, yani üreten insanların dünyasını araştırıyor."
Üreten insanların laboratuvarı
Tasarım dünyasında belli ki bir şeyler değişiyor. En belirgin değişiklikleri Grima'nın laboratuvara dönüştürdüğü sergi platformundan içeri girerek görebiliyoruz.
Bütün katların balkonlarıyla çevrelenen büyük salona adımınızı attığınız ilk anda büyük bir sürprizle karşılaşıyorsunuz. Başınızı kaldırıp tavana baktığınızda strafordan yapılmış bir İstanbul haritasının altında ister istemez nereye geldiğinizi anlamlandırma çabasıyla dolanmaktan alamıyorsunuz kendinizi. Strafordur deyip geçmeyin, zira kilolarla değil tonla ölçülüyormuş ağırlığı. Fransız-Macar mimar Yona Friedman'ın özel siparişle yaptığı İstanbul maketi 1/750 ölçekli, 140 metrekare ve dört ton ağırlığında.
Tüm bu bilgi ve deneyimlerden faydalanmak için gezinin daha başında tavsiyemiz odur ki mutlaka bir rehbere veya görevliye merak ettiğiniz her şeyi sorun ve elinizi ürkek alıştırmayın, istediğiniz her şeye dokunun ve istediğiniz her şeyi yapın. Dokunmak da, yapmak da serbest. Çünkü burası üreten insanların laboratuvarı. Biz bunu bilmeden sergiyi gezdik ve ah o camekândan tatlı tatlı bakan çikolatalar nasıl da içimizde kaldı. Hâlbuki "Robots in Gastronomy" projesiyle bilgisayar üzerinde istediğimiz gibi şekillendirip hemen oracıkta çıktı olarak 3D printer'dan özel tasarım çikolatalarımızı alabilirdik. Hatta daha girişte "Kendi kendinin hediyesi ol" projesini okuyup geçmeseydik, kameralara küçük bir poz verseydik birkaç dakika içinde bienal hatırası, plastikten küçük bir heykelciğimiz olacaktı.
Yukarı katlara doğru çıkmaya başladığınızda havada asılı duran bir yazıcının duvara sürekli bir şeyler yazdığını göreceksiniz. "Açık Kaynak Mimarlık Manifestosu"nu İngilizce olarak buradan okuyabilirsiniz.
Ayrıca "La Ciudad Jubilada" adındaki çalışmayla İspanya'da otoyol kenarlarında insanların yeşile ve toprağa olan özlemleriyle düzenledikleri bahçeleri görüp reyhan kokulu Belgrad kapı önlerinin tazecik yeşilliğini anımsayabilirsiniz.
Bir diğer tarafta ise toprağından koparılıp TOKİ'lere kapatılanlar için Boğaçhan Dündaralp stüdyosunun hazırladığı "TOKİgiller Yaşam Mücadele Rehberi"nin sayfalarını çevirebilirsiniz. Sayfaları çevirdikçe bu soğuk ve çirkin standart üretim yapı bloklarının küçük değişikliklerle biraz daha yaşanabilir hale gelebileceğini gösteren öneriler bulacaksınız.
Evimize her gün girip çöp olarak çıkan şişelerin tuğlalara dönüşüp ev inşa etmekte kullanılabileceği kimin aklına gelebilir. "İkinci El Kullanım Deneyi" projesinin koleksiyon ürünleri olan WOBO'ları (Heineken Dünya Şişesi) Adhokrasi sergisinin bir parçası olarak görebilirsiniz. Tuğla olarak üretilen bu şişelerin esin kaynağı ise savaş sonrası yıkılmış şehirlerde yaşam mücadelesi veren halkın evlerini yapmak için ürettiği çözümler olmuş.
Son merdivenleri de tırmanıp en yükseğe, çatıya çıktığınızda gerçekte yeraltına inmiş ve birtakım yanlışlıkları tamir etmeye çalışan bir grupla da tanışacaksınız. Fransız hacker grubu Les UX'un sözcüsü Lazard Kunstmann genelde grup üyelerinin kız arkadaşlarının ihbarıyla yakalandıklarını söylüyor. 1981'den beri eylemlerinin devam ettiğini söyleyen Kunstman yaptıklarının kentsel birtakım deneylerden ibaret olduğunu anlatıyor. Hiç kuşkusuz "Les UX'un Pantheon: Mode d'Emploi" filmi Bienalin ilginç işlerinden biri.
Kendilerinden dinleyelim: "Pantheon, bazılarımızın ofisinin önünde duran ve çalışmayan bir saatti, çalışmaması çok anlamsızdı. Çünkü saatler, zamanı göstermek için vardır. Pantheon'u bu yüzden tamir etmeye karar verdik. Tamir süresince birkaç ay çalıştık. Saate ulaşmak zor bir işti, ama daha zoru, saatin mekaniğini eve götürmekti; dev bir saatin iç mekanizması cebe girmiyor. Bir de bu işi gece, kimseye göstermeden yapmaya çalıştık. Zor ama eğlenceliydi. Saati çalıştırdığımızda insanlar çok şaşırdı. Paris'in en önemli saatini çalıştırdığımız ve insanları saati kurmak zorunda bıraktığımız için mahkemede yargılandık. Sonunda ceza almadık, ama saati kurmuyorlar. Yani saati hâlâ tamir edebilmiş sayılmayız."
Katlar arasına yeniden dönüyoruz. Mekanik bir sinek uçuyormuş gibi durmaksızın cızıldayan sesi takip ettiğinizde karanlık bir odada duvar boyu dev bir ekrana yansıtılmış görüntüleri izleyip anlam vermeye çalışacaksınız ilkin. Bir gösteri, bir eylem... Görüntüler kuşbakışı kamera hareketleriyle aktıkça illüzyona kapılmış gibi çekemiyorsunuz bir süre gözünüzü. Sonra kamera göz hizasına inince siz de ne izlediğinizi öğrenmeye çalışıyorsunuz. İnsansız hava aracı kamerasıyla karşı karşıyasınız.
"İnsansız Hava Aracı Gazeteciliği"nin başlangıcı şöyle: 2011'de Robokopter adlı Polonyalı şirket, havadan insansız hava aracı kamerasını, Polonya polisi ile Polonya'dan, Almanya'dan ve Balkan ülkelerinden gelen aşırı sağcılar arasında çıkan Bağımsızlık Günü isyanları sırasında ilk kez sahneye çıkardı. İnsansız hava aracı kamerasını kuş bakışı ile göz hizası arasında değiştirerek, şehirdeki kalabalıkların üzerinde gezindi ve sadece çatışmayı değil aynı zamanda polisin taktiklerini ve hareketlerini de kaydetti. Savaşı değiştiren bu araçların gazeteciliği de dönüştüreceğine inanılıyor.
Arduino kartlar
Bienalin yıldızlaşan projeleri de oldu elbet, ama onlardan önce sergi içinde ayrı bir sergi oluşturacak kadar öne çıkan, mikro dokunuşlarıyla yarattığı sonuçlar bakımından insan hayatına birebir dokunan tasarımlardan birkaçını özellikle anlatalım. "Arduino" küçük elektronik bir kart. Ardunio kartlar sayesinde yazılım dünyası ile fiziksel dünyayı birleştiren çok çeşitli tasarımlar yapmak mümkün hale gelmiş. Tabii ki onu önemli kılan asıl olarak açık kaynak hareketini bugün kullandığımız çoğu elektronik ürünün temelinde yatan programlı devre kartına taşıması. Ucuz ve kullanımı kolay olan bu açık kaynak mikro denetleyici kartlar sayesinde yapılanlardan aklımızda kalanlar şunlar:
Basit bir deprem algılayıcı ile Arduino'yu birleştirdiği küçük bir alet sayesinde @alarmasismos isimli twitter hesabı üzerinden deprem anında pek çok insana haber ulaştırabilen Sebestian Alegria'nın Şilili 14 yaşında bir çocuk olduğunu öğreniyoruz.
Arduino temelli Geiger sayacı kalkanıysa, verilerin internete yüklenmesini, Fukishima felaketinden sonra radyasyon düzeyini bağımsız olarak izlemek için yapılan tüplerin değiştirilmesini kolaylaştırmış. Bitkiler ve insanlar arasında yeni bir iletişim kanalı oluşturarak ihmal edilebilecek bitkilere, yardım istemek için insanları arama veya onlara mesaj gönderme imkânı sunan Botanicalls da Arduino temelli bir navigasyon aracı. Tacit, görme engelliler için nesnelere olan uzaklığı ölçen ve bunu bilek üzerinde basınca dönüştüren, ele takılan bir cihaz.
Kendin yap!
Artık heybetli görünüşüyle serginin en öne çıkan yıldız çalışmalarından biri olan traktörün hikâyesini anlatabiliriz. "LifeTrac III" isimli açık kaynaklı bu traktör sıfırdan başlanarak 6 günde üretilebiliyor. Şu anda Galata Özel Rum İlköğretim Okulu'nun ikinci katında sergilenen bu traktör ise 3 gün içinde inşa edilmiş. Tasarım Bienali için İKSV internetten bir traktör klavuzu indirmiş, yapımı için gerekli olan malzemeleri internetten sipariş vermiş ve kullanma kılavuzuna bakarak monte etmiş.
Traktör yapmanın işte bu kadar kolay olduğunu gösteren bu işin geri planında ise Open Source Ecology adlı bir platform var. Tasarım dünyasına açık kaynak yaklaşımını getiren bu platform insanlara "Bağımlı değilsiniz, hayatta ihtiyacınız olan her şeyi kendi ellerinizle yapabilirsiniz" mesajı veriyor.
Asıl olarak 2003 yılında modern yaşamın yarattığı bağımlılık durumuna ve karmaşıklığına karşı Amerika'nın farklı köylerinde yaşayan bir grup çiftçi ve bilim insanının bir araya gelmesiyle başlamış bu hareket. İlk olarak hayatı yardımsız sürdürmeyi sağlayan 50 temel alet belirlenmiş ve böylece ortaya sürdürülebilir bir köy inşası için gerekli tüm araçlar ortaya çıkmış. "İşte Küresel Köy İnşaat Setleri"nin içinde bulunan açık kaynaklı endüstriyel makinelerden bazıları: Süt sağma makinesi, elektrik motoru, motorlu saban, toprak sürme ekipmanı, sondaj makinesi, ekmek fırını, buldozer, kamyon, kaynak makinesi, balya makinesi, rüzgâr türbini... Modern bir köy yapmak için gerekli olan her şey burada var ve dahası yapım kılavuzları internet üzerinden herkesle paylaşılıyor.
Silah ve müzik
Serginin parlayan diğer bir yıldızı da Pedro Reyes'in "Hayal Et!" isimli projesiydi. Reyes silahların olmadığı bir dünya düşlemiş ve bu projesiyle silahlanmanın ve suç oranlarının yüksek olduğu Meksika'da ele geçirilen silahları müzik enstrümanlarına dönüştürmüş. Bir tüfek namlusunun ucunda, gövdesini asker şapkasının oluşturduğu bir gitardan nasıl bir ses çıkacağını duymadan bilemeyiz, ama Gevende grubu Bienalin açılış kokteyli için enstrümanlara dönüşmüş silahlardan bir konser de vermiş.
Galata Özel Rum İlköğretim Okulu'ndan çıkıp yürüme mesafesindeki İstanbul Modern Müzesi'ne geçiyoruz. Yolda kafamızı ister istemez Galata Özel Rum İlköğretim Okulu bünyesindeki sergi Adhokrasi'nin "kendin yap" ve "açık kaynak" yaklaşımının tasarımın toplum içinde yeni bir rol üstlendiğine dair vurguları meşgul ediyor. "Adhokrasi", sanayi çağına özgü bürokratik organizasyon modelinin hâkimiyetinden, tabandan gelen yenilikçi bir yaklaşıma geçişe atıfta bulunuyor. Bu yeni paradigma, tasarımın üstlenebileceği ve henüz başlangıç aşamasında olan yeni bir role de işaret ediyor. Kim bilir belki de gerçekten son kullanıcıların yalnızca pasif tüketiciler değil, aktif aracılar oldukları yeni bir anlayışa geçmenin vakti geldi de geçiyor. (NG/HK)
* Fotoğraflar: Nuray Gönülşen