İnsan*
“…
İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim.”
Muhyiddin Abdal
Dünya dönüyordu. Şahmaran’ın öldürüldüğünden habersizdi yılanlar. Hiç kimsenin bedeni pullarla kaplanmadı. Çünkü nankördü insan. Bir bedene hapsolan ruhun kifayetsizliği kendi muhterisliğindendi. Menfaatleri zalim, taşın sabrını bile çatlatacak dünyevi istekleri bitimsizdi. Yerin altı, zamanı kurallarından sabit kıldı; yaşattığı utancın gururuna sahip yeryüzünün acısından kurudu. Yılanlar hep bekledi Şahmaran’ı. Gelmedi. Kanı, acıydı. Toprağa sızdı, suya karıştı. Sesinin yankısı soğuk duvarların yüzünde kaldı. Yok olmak ile var olmak arasındaki tereddüt, lanetli bir kudretin azametine baş eğdi. Dünya küçüldü, insan kocaman bir hicaptı. Gözleri acımasız, arsız ruhu yaradılışından soylu olanı çekip alan bir sefildi. Menfurluğu hayatı tükettikçe yapraklarından güzel koku, kökünden cennet iklimi yayılan o ağaç kurudu, yaprakları bir bir yere düştü, dalları güneşe küstü, gölgelere alıştı:
Defne*
Toprağın üstünde kalan yaşamdı, altına sakladığı ise o kadim bilgelik ve bereket. Dünya dönüyordu. Göğün bulutlarına sırrını üfleyen, devasını bir tutam tozun ucunda aradı. Acı ile zaman arasındaki mesafe kısaldı. Süpürüldükçe temizlenemeyen hayat eşiği, kendi hikmetinden sual olunmayandı. Belki de bu yüzden göz kapanınca bile unutulmuyordu acının hatırlattıkları; üstüne toprak atılırdı, başına taş konurdu, dilin döndüğüne dua denir boşluğa salınırdı da dünyadan arda kalana eşlikçi olmazdı. Aymazlığı insanın merhametsizliğindendi. Hayatın hükmediciliği, insanı öfkesinin koruyucusu kıldı.
[Durmadan tekrarlanan işler hep kendine dönüyordu. Bir sabahtan öbür sabaha bir çemberin üzerinde yürür gibi yaşıyor. Hep aynı yerden başlayıp aynı yoldan yürüyüp aynı yere varıyor. Gözleri pencere gibi. Her gün, her an aynı yerde durup aynı yeri görüyor.]
Yazgı*
Ketum olan, bildiğinden çok bilmediğini saklayandı. Ortak acıların ardından susulması, bilinmeyeni ortaya çıkaracak sırları hiç yorulmayan bir menfaatperest gibi saklamayı gerektirirdi. Yazgının ardına düşeni kelama dönüştürense, zehrini olduğu yere bırakanların arsızlığına, sinsiliğine karşı duran ve riyakarlığından canı acımayan insana inatla olanı biteni anlatandı. Melike Uzun, gerçekle kurgu, hayatla ölüm, acıyla güç, zamanla mekan arasında kalan bu belirsizliği Antakya’da başlayan, önceli ve fakat sonrasız bir hikaye ile emanet ediyor yeni romanı Soğuk ve Temiz’e.
Kitabın ana karakteri Defne’nin mutlu bir bitişe ulaşmayan hikayesinin derinliği, gerçeğin elemini kendi hayatının gayretine eklemesinde. Yazgısının nihayeti Defne’nin kudretine bağlanıyor. Kitaba ait her bölümün başlığını açan alt başlıklar, bu kudretin donanımı misali metni parçalayıp bölen olarak hissettirse de hikaye tamamlandığında romanın üst kurmaca ögeleri olarak yazarın kullandığı dil ve imgeler ile güçleniyor. Defne anlattıkça hiçbir şeyi garipsemiyor insan: kadın olmayı, kabalığı, erki, dayatmayı, evliliğe muhtaç kılınan hayatı, dünyanın kurbanı olmayı, en sevdiğini kaybetmeyi, sevmediğini öldürmeyi, esasen dünyanın münzeviliğini, kokuları, susmayan sesleri, aklın kudretine karşı durmayı, eril düzenin sıradanlığını ve acımasızlığını, intikamı…
[… bu kez aynaya bakmadı. Gerçeği biliyor. Hiçbir şey göründüğü gibi değil.]
Soğuk ve Temiz, karakterlerinin adlarının tesadüfen seçilmediğini, anlatının zeminine serpiştirdiği efsanelerle kanıtlıyor. Şahmaran’dan, Antakya ve Asi Nehri’ne uzanan yolun kenarına yakın tarihin acıyla hemhal olan kadınlarını bırakıyor. Anlatının yapısına bu süreci öyle maharetle ekliyor ki yazar, karakterleri ve hikayeyi içeriğe odaklanan geleneksel anlatı biçiminden uzaklaştırıyor. Dünyanın ve hayatın varlığı, yazarın biçimlendirdiği gerçek, bilinç ve bilinçdışı ögeler ile birleşiyor. İmgesel dilinin gücü ise, kitabı bitirdiğinizde zihninizde birleştirdiğiniz parçaların her birinde vücut buluyor: “Yılan”, “kurban”, “nar” , “ayna”, “vitrin”, “saç”, “süpürge”, “çamur”, “kömürlük”, “beşik”, “çember”… Birbiriyle çoğalan her ne varsa romanda gizlenen, zamanla mekan arasındaki belirsizlikten, tarihle saat arasındaki yoksunluktan, varolmakla aidiyetsiz kılınmanın anlamından besleniyor.
[Sonbahar aylarında şifa niyetine dağıttığı narlardan almaya gidenler onun titreyerek şu sözleri tekrar ettiğini söylüyorlardı: Onlar ilkin başımı kesip kerevetin üstüne koyuyorlar. Sonra kemik sırasına göre bedenimi parçalara ayırıyorlar. Kesip aldıkları her et parçasını dokuz kazık üstüne geriyorlar. Sonra hepsi bir araya gelip etlerimi yemeye başlıyorlar.]
Pinhan*
Nerede başladığı belli ve fakat nerede sonlandığı mekansal olarak belirli olmayan Soğuk ve Temiz, merhametsizliğe direnci Defne’nin dilinin ucundaki ve saçlarının arasındaki yılanlara; erkeğin tahammülsüz erkini, şiddetini, kabalığını, nerede karşılaşılacağı bilinmeyen bir itiraz nesnesi olarak her yere sinen kokulara; ölümü, intikamın sükûnetli gizemine tanık olarak bırakıyor. Defne’nin ayağının altında ezdiği salyangoz, cebine sakladığı yılan, alıp sakladığı narın taneleri, yüzünün yansımasını göremediği kırık aynalar, acısına arayış gibi yeryüzünü dolaşan böceklerin tüylü bacakları kabullenmenin değil, yazgıya biçilen rolün reddine hakkını teslim ediyor. Melike Uzun, keskin sınırlarla gerçeklikten bağını koparmadan, nedeni sonuçlarına kaybettirmeden anlatıyı korurken, romanın karakterlerinin kendilerini kendi zihinlerinde canlandırıp var edişlerine müdahale etmiyor, kelimelerin efsunlu dilini, acıya ağılatıyor. Kesif bir umutsuzluk da değil bu, kendi izine açılan derin çentiğe bırakılan zehrin hayata karşı biriktirdikleri. Soğuk ve Temiz, “…bu kapıdan girildiğinde gerçek hikayenin başlayacağını hissettiren şahmaran…” (FD/NV)
* Melike Uzun, Soğuk ve Temiz, İletişim Yayınları, 2017, 130 sayfa
* Memelilerden, iki eli, iki ayağı bulunan, iki ayak üzerinde dik bir biçimde dolaşan, aklı ve düşünme yeteneği olan, dille, sözle anlaşan, en gelişmiş canlı.
* Boyu iki metreye ulaşabilen, yaz kış yaprak dökmeyen, yaprakları güzel kokulu, yapraklarından yeşil renkli bir yağ çıkarılan bir ağaç.
* Kader, mukadderat.
* Gizli, gizlenmiş.