Yalnızlığın içimize yerleştirdiği yetersizlik duygusuna bir anlam verebilseydik giderek yoksunlaşan ve yozlaşan varlığımıza karşılık gelecek tanımı saklı olduğu yerden çıkarabilirdik sanırım.
Dönüşümünden pek memnun olmadığımız gündelik hayatın veçhesi, farkına vardırmadan bir keder ortaklığında buluşturuyor çoğumuzu. Maneviyatın, yükseldiği tepelerin kenarında keskinleştirdiği eşsiz bakışıyla (sahibi olduğumuzdan hiç tereddüt etmediğimiz, başkalarında eksik, diğerlerinde yok saydığımız özelliklerimizle beslenen bir uzam olarak) bizi tuzağına düşürdüğünü kabul etmesek de bunca söylenen sözün, kendi methiyesini kuruluş amacına hizmet eden öznelerine yapan cümlelerin yüce kibrimizin çelişkilerine kayıtsız kalışının bir açıklaması olmalı.
Şiir gibi denirdi bir zamanlar. Hatırlarsınız siz de. Tahayyülünü eşik kabul ettiğimizin, diğerlerine karşı benzersizliğini ifade edebilmenin yegâne ölçütü buydu. Güzel demekti, çok güzel. Çeperine sığmayıp taşan duyguların dize dize dökülüşü gibiydi eskisine benzemeyen hayata dayanak bulmanın çabası.
Şiir gibi insanlar, şiir gibi günler. Baktığımızla gördüğümüzün birbirinden medet umması elbette bir amacın etrafında birleşti çoğu zaman. Deneyimin, henüz deneyimlenmemiş olana imgesel anlamı eklemesi manidardı muhakkak: arzu edileni, arzu edilmeyen aracılığıyla eskitmek ve yıpratmak.
Bu yüzden zaman geçti, şiirler kitapların arasında tozlandı, şiir gibi olanlar hatırlanmaz oldu. Hayatla suç ortaklığımızı evler bildi, sokaklar tanıdı, şehirler gördü, kapılar hatırladı, pencereler duydu. Bir tek müzevir yalnızlığını, çekici hüznüyle inkâr eden insan anlayamadı.
Kendimizi içine hapsettiğimiz odalarda, yaşamanın kalın perdesini üzerimize örten elin hikmetinden sual olunmadı madem, bir duvarından karşıdaki duvarına varıncaya kadar geçirdiğimiz zamanı anlatabilecek olana duyduğumuz ihtiyaç da hiç azalmadı.
Sevim Burak’ın Pencere öyküsündeki anlatıcının yaptığı gibi*; kırmızı güllü perdenin ardından ne görebilirsek ne alabilirsek onunla yetinmenin, kendi hesabımıza denediğimiz her şeyin, inanmak istemeyişin, alışmış olmanın, neden olmadığı bilinmeyenlerle nasıl olduğu anlaşılmayanın büyüttüğü yalnızlığın bir deftere çizgi olarak düşmesi insanın sığınmak istediği bir evi, pencereyi, caddeyi, odayı nasıl yaşam ve ölümle iç içe getiriyorsa yine aynı pencereden uzanıp nefes alabilmenin de başka imkânları oluyor.
Okuyarak, konuşarak, yazarak veya anlatarak kuşku duyduklarımız, muhatabını bazen çizilerek renklendirilende, daha sonsuz bir algılayışta arıyor.
Çünkü pencereler sadece görülmemesi istenenleri gizleyen perdelerin ardındaki detaylara değil, hayatın oyunbaz yanına da açılıyor. Bu nasıl mı oluyor? Renklerle insanların, mekânların ve zamanın hikâyelerini harmanlayan, abartılı karşılaştırmalara ve adlandırmalara yaslanmayan metaforların gücünü hislerle buluşturabilen, hüznü siyahın karanlığında değil renklerin hayaliyle birleştirebilenlerle.
İllüstrasyon sanatçısı Erhan Cihangiroğlu eserleriyle insanı zorlayan, yoran, yalnızlaştıran, tedirgin eden, susturan, kenarda bırakan, hırpalayan duygulara doğayla, edebiyatla ve hayatla olan ilişkisi bağlamında böylesi sorular soruyor perdelerin kapattığı pencereleri açarak.
Henüz kendisini tanımayanlar için bahsetmek gerekirse; Erhan Cihangiroğlu 2006 – 2008 yılları arasında Marmara Atatürk Eğitim Fakültesi’nde resim öğretmenliği eğitimi aldıktan sonra 2011 yılında Doğuş Üniversitesi Görsel İletişim Tasarım Bölümü ve Grafik Tasarım (yandal) programından mezun oluyor ve 2013 yılına kadar Prof. Devrim Erbil atölyesinde sanatçının asistanlığını yapıyor.
Kendi ifadesiyle 2012 yılında çizdiklerini sağa sola atmaktan vazgeçiyor. Katıldığı sergiler, kişisel sergileri, sosyal medya paylaşımları eserlerini bilinir ve tanınır kılıyor. Erhan Cihangiroğlu’nun illüstrasyon sanatçısı olmasından öte öncelikle iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunu söylemek yanlış olmayacak.
Gerek sosyal medyada paylaştığı gerek sergilerinde sunduğu eserleriyle hayal gücünün sınırsız evrenine misafir ediyor sizi. Kullandığı metaforların insan varlığının hakikatiyle kurduğu bağ, bakanın “kendine ait bir yer” bulması ve hatta kurması için oluşturulan sahne, geniş bir sahne. Aslında, hayat. Eski zamanlardan eski çocukluğa, küçük tuhaflıklardan mevsimlere, utanç duyulanlardan saklı yalnızlıklara, heba edilenlerden beklenenlere, dışa örülen kozalardan içe vurulan kilitlere, bekleyişlerden yeni hayatlara, gidişlerden dönüşlere, uğultulardan sessizliğe, yerini yurdunu bulamayanlardan eviyle köklenenlere dair olan her şeyi zamansız bir anlatımla detaylandırıyor.
Yalnızlığa ve hüzne derin, meşakkatli bir kavrayışla yaklaşıyor. Doğayla şifalandırıyor insanı, mutsuzluğu ve kederi; ağaçtan, daldan, denizden, kuştan, balıktan, kelebekten sorup bulsun istiyor aradığı cevapları; özüyle karışsın, toprağını yadırgamasın, suyun yolunda akıtsın acısını, göğe ulaştırsın sesini.
Mekânla kurduğu bağ küstüğü yanlarıyla barışmasına vesile olsun diye insan ruhunu, koşulsuz/plânsız doğaya teslim ediyor ve yeryüzünün içgörüsüne inandırıyor. Şüphesiz kelimelerle buluşturmadan, söze sese dökmeden sadece çizerek bu gayeyi anlatabilmek parçalardan bütüne ulaştıran hikâyeleri duyumsayabilmekle ve eksiksiz biriktirebilmekle ilgili.
Öte yandan katmanlı yapısıyla bütün çalışmaları bir edebi metnin anlatı zeminini de kapsıyor. Hakikatin kabuğunu, ruhun iz bıraktığı hayalle kırabilmenin yollarını arıyor Erhan Cihangiroğlu.
Bu nedenle toplumsal olanı bireysel olanın bağlamından hiç koparmıyor. Sınırları sorguluyor göçü ve mültecileri çizerken; kendine ait dünyayı bulmak için uğraşan yazarların, kitapların, filmlerin düşlerine renk tutuyor onca rengin arasından.
Yaşarken farkına varamadan geçip gittiklerimize bir an, kısacık bir an dönüp bakmamızı istiyor ve gördüklerimizle yani düşlerle iyileştirmemizin mümkün olduğuna inandırıyor kırılganlığımızı. Şiir gibi denirdi ya bir zamanlar güzel olanın hakkını aklın bahane ettiklerine teslim etmek için, tam da öyle, içinde salındığımız boşlukta dilimizin ucuna gelen lakin söylenirse sanki incitileceği düşünülen dizeleri biriktiriyor Erhan Cihangiroğlu.
Biriktirdiği her dizeden bazen hüzünlü bazen umutlu hikâyeler anlatabilmek için insana rağmen insana dönüyor yüzünü. Gerekçe bulmaya çalışmadan, sorgu-sual etmeden. İnsanın ruhunu kemiren karanlığını, kötülüğünü hor görmeden ve inkâr etmeden, kabuğunda sakladığı aydınlığını ve iyiliğini renklerle ortaya çıkarmaya çalışıyor. Ürkütmeden, kırmadan ve dağılmasına izin vermeden. Tıpkı kırmızı güllü perdenin önündeki pencereden aşağıya ya da karşıya bakarken salınıp duran bezginliğimizin birdenbire karşılaştığı, akıp giden yaşamın odalarda ve duvarlarda hapsolmadığını, gayretle muhtemel ve anlamla muteber olduğunu duyumsamak gibi. Belki bu hafta sonu, kısacık bir zaman ayırıp ruhunuzun penceresinden Erhan Cihangiroğlu’nun çizgilerindeki renklere bakmak istersiniz kendinizle ve hikâyenizle karşılaşmak için. (FD/EKN)
Erhan Cihangiroğlu hakkında detaylı bilgi için tıklayın
---------------------------------------------------------------
* Burak, Sevim. (2016), “Yanık Saraylar”, syf. 17-25, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.