Bazı insanlarla tanışma imkânımız olmaz. Tesadüfün olmadığı yerin gölgesi, sebebini güneşte aramaz. Çünkü güneş nasıl bir fikir gibi düşmüşse hayata kaynak olmaya, elbet vardır bir bildiği. Rastlaşamamanın kusurunu hayat telaşında ararken insan, fecrin hikmeti her gün hatırlatır kendisini. Zamanın kirpiklerinde biriken, göze düşmeden güneşte tutulur bu yüzden.
O sabah gelen paketi açarken içinde olmaktan mutluluk duyacağım saatleri kuşatan zaman, böylesi bir duyguyla telaşlandırmıştı ellerimi. Evrim Alataş’ın kalbimi ışıtan tebessümüyle karşılaştığımda, kitabın kapağı güneşte tutuverdi hayatı. Size de olur mu bilmiyorum; bir yerlerde denk gelemediğiniz, aynı yolda yürüyemediğiniz, hiç konuşamadığınız, gülüşemediğiniz insanlarla cümlelerde, yazılarda, kitaplarda buluşmuşsanız; bir günün akşamına, bir gecenin sabahına birbirinizi hiç tanımadan kavuştuğunuz saatleriniz hep aşinalık duygusu yaratmışsa, sımsıkı tutuverirsiniz o anları, hatırlamak için. Şefkatli bir şeydir bu. Aynı zamanda coşkulu. Hikâyelerin köklendiği topraklarda büyüyen bir ağaç nasıl ki sual ettirmezse heybetinden Evrim Alataş’ın gazete yazılarından, makalelerinden ve kitaplarından geçmişse yolunuz, o ağacın gölgesinde hissettiğiniz duygu her anımsadığınızda içinize ferahlıktır.
Burcu Karakaş’ın Ayizi Yayınları tarafından basılan ve Evrim Alataş’ı anlattığı kitabı "Ne Olmuş Güldüysek"i bitirdiğimde yerini yurdunu yadırgayan insanlar gibi ne yapacağımı bilemedim. Pek tarif edemediğim bir duygu gelip çörekleniverdi içime. Oturayım desem olmadı, balkondan gelip geçene baktım yetmedi, masanın başına iliştim içimdekiler biraz durmak istedi. Yürümek, dedim. Kalabalıkların içinde, onu kitapta anlatanların sesini tekrar duyarak yürümek, ona dair anlatılanları dinlemek mesafeyi giderecek olanın şifası gibi geldi. Günlerdir aynı saksının içinde çiçekleri birbirine küs, moru pembesine sitemli, gözüm gibi baktığım petunyamın eksiğini de buldum o an. Sert yeşil yapraklarının arasında kırmızısının güzelliğini sevinçle sunan begonya adını ve yerini seçti.
Çalışma odasının penceresinde, petunyanın yanında, kırmızısını hiç gücendirmeyecek olandı Evrim Alataş. Barıştırırsa o barıştırır, biliyorum. Bizim neyi nasıl anlatacağımızı bilmediğimiz günlerde (o günler ki bitmek bilmedi), birinin diğerine ahkâm kestiği, berikinin ötekine akıl verdiği, kimsenin kimseyi dinlemediği, bir türlü olduramadığımız durumlarda zekasının ışıltısıyla kurduğu cümlelerinin hayatta da karşılığı vardı elbet. "Ne Olmuş Güldüysek", okuyan herkeste bırakacağı izi bende böyle kararlaştırdı sanırım.
Yokluğunu varlık kılan insanların hikâyesine eşlik eden ne olursa olsun anlamını biriktirir ve zamanı geldiğinde hiç sakınmadan sunar hayata. Evrim Alataş’ı bilenler ve tanıyanlar, özleyenler ve eksikliğini her daim hissedenler, onunla tanışamamış olsa da hayata bağlılığını ve mesele edindiği her şeyi incelikli mizahıyla anlatışını unutmayanlar için "Ne Olmuş Güldüysek", ortasında buluşulacak kocaman bir bahçe aslında. Bu bahçenin kapısını "Bir Hayattan Gidememek" diyerek açan Karin Karakaşlı’nın söylediği gibi; mucize de hayatın bir parçası ve her ne yaşanırsa yaşansın hayatın acısına, mutluluğuna sesini coşkuyla, sevgiyle ekleyen Evrim Alataş’ı yakından tanımak o mucizeye ortak olmak biraz.
“Evrim Alataş kimsenin adına konuşmadı. Hakkında da konuşmadı. Sesi sahibine iade etti. O sese tercüman oldu. Duyulsun diye.
Tek soru şu: Duyuyor musunuz?”
Bir insanın hayatını, hayatının önemli anlarını ve yaşadıklarını anlatmak; bunu yaparken ailesinden ve arkadaşlarından öğrendiklerini, dinlediklerini hayatın karmaşık bütünlüğüne eklemek zordur. Anlatılanın artık hayatta olmayışı, söylenecek söze başka türlü bir sorumluluk da yükler. Bu meşakkatli çabanın ne denli kapsamlı bir çalışmayı sakladığını Burcu Karakaş’ın kitaba başlarken yazdıklarıyla görüyor ve ilerledikçe anlatıcı olarak kitabın tamamındaki etkisini anlıyorsunuz.
"Ne Olmuş Güldüysek" ilk sayfasından son sayfasına kadar bir yazınsal türün anlatı niteliklerini kullanarak Evrim Alataş’ı sadece anlatmıyor; onun bu toprakların kadim acılarına, hoyratlığına, alacakaranlığına bakışını ve algılayışını, onu bilenler ve bilmeyenler için derinleştirip kalıcılığının özüne yerleştiriyor. Yokluğunun sadece fiziksel bir boşluğu kuşatmadığını, varlığının sürekliliğini sağlayanın dolayımsız, kendi gibi, Evrim gibi olmakla eş değer olduğunu duyumsuyoruz.
Kendisine 3 K’nın, “Kadın, Kürt, Kızılbaş”, temsilcisi diyen Evrim Alataş’ın 1976 yılında Malatya’nın Akçadağ ilçesine bağlı Gölpınar köyünde başlayan hayatına, çocukluğuna, ilk gençliğine, politik kimliğini biçimlendiren süreçlere, hastalığıyla mücadele etmeye başladığı zamandan son günlerine değin bize onunla kesintisiz bir yakınlık kurma imkânı sağlayan Burcu Karakaş’ın görüştüğü kişiler arasında; Mukaddes Alataş, Zeytun Töre, Jaklin Çelik, Yurdusev Özsökmenler, Nurhak Yılmaz, Sibel Güler, Miraz Bezar, Lal Laleş, Kemal Varol, Sevilay Çelenk, Ülkü Doğanay, Hakan Karsak, Mehmet Özbey, Bülent Birer, Yıldırım Türker ve Zülfikar Ali Aydın yer alıyor. Her biri Evrim Alataş’a dair söylediklerinde ortak bir noktada buluşuyorlar: onu hatırlamanın güzelliği…
Köy günleri, İstanbul’a göç sonrası ailece yaşadıkları, gazeteciliğe başladığı yıllar, gazetecilikteki sezgisi, başarısı ve özellikle insanları gözlemlemeye, anlamaya yönelik yargılamayan, eleştirmeyen, hor görmeyen çabası, hikâye anlatmaya ve yazmaya olan tutkusu, Fidel’e olan özlemi, Miraz Bezar ile birlikte yaptıkları Min Dît (Ben Gördüm) filminin yapım ve festival gösterimi sırasında karşılaştıkları zorluklar ve yıllar boyu mücadele ettiği hastalığına inat, dirençle, bahane üretmeden hayatın her ânını yaşayan kavrayışı ile Evrim Alataş, hayat ve zaman denen kurmacanın hakiki yanı kuşkusuz.
Sitemini ve serzenişini somurtmadan, gülümseyerek dile getirişi, gerek gazete yazılarındaki gerek gündelik hayatındaki nüktedanlığı onu diğerlerinden ayıran, ona özgü bir yaşam bilgeliği. O bilgelik; eleştirel tavrını hamasi söylemlerle keskinleştirip bilemeden, tebessümle biçimlendiren bir izlek.
Burcu Karakaş’ın da kitapta belirttiği gibi; şu an hayatta olsaydı, bu topraklarda bitmedikçe büyüyen meselelere, birbirine zincirlenen kötülüklerin etrafında birleşenlerin muktedirliğinin kısır şiarına yanıtı ne olurdu bilmiyoruz. Saptamalarının ve sınır koyan biçimlendirmelere, tanımlamalara bakışının yine yaşamı dışlamadan, peşini hiç bırakmayan telaşıyla ve tutkusuyla eş değer olacağını tahmin edebiliyoruz galiba. Detayları çoğumuzdan önce fark ederek, samimiyetle ve sınır çekmeden anlatacağına dair inancımızı diri tutacağını da biliyoruz sanırım.
Kürt edebiyatı ve sinemasına, Diyarbakır’ın –onun deyişiyle- “kırık kafalı, kara gözlü” çocuklarının çocukluklarını yaşayamadan büyüyüşlerine, yoksulluğa, yalnızlığa, yaşam sevincine, bir şehri, Diyarbakır’ı belleği kılan sahiplenişine, vakur duruşlarıyla acıyı ve hüznü omuzlarından düşürmeyen Kürt kadınlarına, sorumluluğunu kalbinde duyumsadığı her ne varsa vazgeçmeden ses olan Evrim Alataş, "Ne Olmuş Güldüysek"te ortak hafızamızın izlerini de takip ettiriyor. Bu bağlamda Burcu Karakaş’ın biyografik anlatının zeminini tarihsel-toplumsal bağlamını göz ardı etmeyecek şekilde sağlamlaştırdığını söylemek yanlış olmayacak. Böylesi kapsayıcı anlatı perspektifi, geçmişi ve şimdiyi Evrim Alataş’ın deneyimleri ve bakış açısında buluşturuyor.
Kitabın son bölümünde arkadaşı Taylan Çintay’a yazdığı iki mektupla - biri beyaz diğeri sarı olan- Evrim Alataş’ı kendisinin sözüyle sesiyle dinleme şansına kavuşuyoruz. Gündelik hayatından, o an dinlediği şarkıya, ölümden yaşama, bellekle kurduğu ilişkiden geçmişe, endişelerden, aşka, hastalığına dair zihninin ve ruhunun anlattıklarına ortak oluyoruz.
Nasıl oluyorsa oluyor, bütün kitap boyunca onu anlatanların düşüncelerini, duygularını iki mektupta derleyip toparlıyor ve bir içsel büyü gibi kitabı okuyacak olanlara hediye ediyor. Burcu Karakaş’ın şu sözlerini de boşa çıkarmıyor:
“Evrim Alataş’ı tam da bugün hatırlamanın güzelliğine inandık. Absürt bir oyunun sergilenmeye devam ettiği bu yangın yerinde, Evrim’in dediği gibi, paçalarımızdaki yanığa gülmenin iyi geleceğini düşündük. Evrim’i tanıyanlara onu bir kez daha hatırlatacak, tanımayanlara da tanıtacak bir kitap olması için uğraştık. Bir nebze de olsa şifa olsun istedik. Evrim’i dinlemenin ve anlatmanın bize iyi geldiğini düşünüyoruz. Biz Evrim’in direncinden güç devşirdik, darısı sizin başınıza…”
Ne Olmuş Güldüysek, tam da bugünlerde, yaşadığımız her şeye ve âna içten bir hatıra sayılarak okunsun ve tebessümünün ışığı kalbimize düşen Evrim Alataş unutulmasın… (FD/HK)