Haziran ayında K24’te yayınlanan Nezihe Meriç dosyası, yazarın hem edebiyatına hem yaşamına ait detayları aktaran yazılarla onu daha yakından tanıma olanağı sağladı. Edebiyatının yanı sıra yazarlığının biçimlendiği ve geliştiği dönemi anlama açısından da ufuk açıcı bir çalışmaydı.
Dosyanın içinde diğer yazılardan ayrılan, nakış gibi işlenen her cümlesiyle 66 yıl öncesinde yazılmış bir mektup, çoğumuzun yaşadığını saydığı lakin kavrayamadığı duygularının, birbirini tüketen insan ilişkilerinin, yalnızlıkların, dışarıda bırakılmışlığın, kıvamı tutturulamayan yakınlıkların ortasına düşüverdi. Mektubun üst kısmında yer alan fotoğrafsa şefkatle, sevgiyle, kalbi ve ruhu kucaklayan sıcaklığıyla iki insanın emek verdiği, paylaştığı dostluğun zamana iliştirilmiş, silinmeyecek, unutulmayacak hatırasıydı.
Bilge Karasu’nun 8 Şubat 1952’de Nezihe Meriç’e yazdığı bu mektup, iki kalp ve iki zihin arasındaki dostluğu sevgilim kelimesiyle karşılıyordu. Hayata ve yazmaya ilişkin duygularını paylaşmaya başlamadan önce “sevgilim diye başlayacağım mektuba” diyordu Bilge Karasu, “nasıl olsa gündelik manada sevgilim değilsin, kelime ne gülünç olur ne de sen alınabilirsin” cümlesini ekleyerek dostluğun kulağına iki kişinin anlayabileceği mahremiyet ezgisini fısıldıyordu.
Aşkın fiiliyatına dünyevi olanın beklentilerini değil, iki dostun özel lisanındaki parıltıyı, ışığı ekliyordu. Sıradanlığı reddeden, eşsesli ve karşılıklı, geçici olmayan, mesafesini duygudaki sınırla değil içtenliğin tahammülüyle belirleyen, sürekli denk gelmediğimiz gerçek ve özgür dünyaydı mektuptaki. Tereddütsüz ve sakin. Sanki köküne hayat olan toprağın kadrini kıymetini bilen bir ağacın, varlığıyla güven verdiği dallarının salınışında yalnızca sessizlikte yayılıp hissedilebilecek usul usul bir serinlik gibi.
Okudukça, insanı tebessüm etmekle gözleri dolmak arasında bırakan sadece mektupta yazılanlar olmadı kuşkusuz. İçinde yaşadığımız zamanın yok ettiği onca şeyin tasviriydi cümlelerin arasına sıkışanlar. Yaşayamayacağımızı bildiklerimize karşın içimizde yaşayabileceğimize dair saklanan hazzın mevcudiyetini kendisinden yadırgamasıydı. Eskiye, içinde serpilip büyüyemediğimiz yıllara, o yılların belleğinde kalanlara ait mesafeyi hiç kapatamayacak oluşumuza kırılgan bir iç geçirmeyle hayıflanmak değildi mektubun anlattıklarının ardında bıraktığı iz.
Daha kapsayıcı olanı, hemen her gün bir arkadaşımızla, yakınımızla konuşurken araya sıkıştırıverdiğimiz –kendimizi hep dışarıda tutarak- serzenişleri, besledikçe semirttiğimiz kaygıları tekrar hatırlatan olması vesilesiyle yıpranmışlığımızın üzerine kapanan zarftı. Kendi ilişkilerimizde çekincesiz dürüstlüğe muhtaç kaldığımız aşikâr. Mektubun samimiyetiyle muhafaza ettiği, bize yanıtı uzun bir soru bırakıyor. Soruya yanıt vermeye çalışmaksa deneyimlerle zihnimizde yerleşik hale gelen, gömülü manzaraların imgelerini çözümleyebilmekle eşdeğer; yani bize, arkadaşlıklarımıza, dostluklarımıza ne olduğunu anlamaya ve yorumlamaya çabalamakla.
Bu çaba mütemadiyen devrin revaçta söylemlerindeki çaresizlikle kesişiyor. İç sesimizin dışa vurumu gibi sıraladığımız cümlelerin bahanesine sığınıyoruz. Örneklerini çoğalttıkça iyi hissedeceğiz sanki. Şöyle başlıyoruz çoğunlukla: İyi insan pek yok ya artık, kötülerin yaptıkları sıklıkla bize denk geliyor. Kör talihin kör olasıca başı harelenip duruyor böylece. Telefonunu açmıyor, duyuyor, ama bilerek bu yaptığı. Neden bana anlatmıyor da köy meydanında elinde megafonla herkese duyurmak istercesine bir tweet’le sokuşturuveriyor o lafı kalbime. Ele güne karşı hem de. Beni ima ederek, kesin, biliyorum ben. Her şeye ne kadar duyarlı oysa, tek beni anlamıyor.
Yazıyorum, uzun uzun, kötü söz söylemediğimi anlasın diye gülümseyen işaret bile yapıyorum, yetmiyor kalp koyuyorum, çiçek ekliyorum, cevap vermiyor. Kendisi kaybeder. Ben yokken konuşuluyor masada, arkamdan kazılıyor da kuyular içine birlikte yuvarlanıveriyoruz, sonra utanmadan yüzüme gülüyorlar. İnsan mı bunlar? Siliyorum, her yerden. Engelliyorum. Bilsin. Yüzünü görmek, sesini duymak istemiyorum. İlişkilere başka açıdan bakıyormuş. Böyle davranırsam hep yalnızlıkmış karşılaşacağım. Yaşanmalıymış an. An dediğin neymiş ki birkaç saat, oluyor da bitiyormuş. Hayaller hayalmiş. Olmazmış. Bu devir acımasızlık istermiş, yetmezmiş hatta gaddarlık gerekmiş. Diğerkâmlık gereksizmiş. Nezaket mi? Alık diyorlar. Saf sanıyorlar. Kaba ol. Görmezden gel, yok say. Değerini anlasın. Paralama kendini. Gündeme ilişkin tek kelime etmiyor. Ne ayıp. O konuda konuşmalı, bu konuda yazmalı, şu konuda tartışmalı. Onlardan mı yoksa?
Sahi kimlerdeniz biz? Kimlerdeniz de kendimizi bu kadar dışarıda tutarak dostluk, arkadaşlık denen, esasen sıradan olmayan, yalnızlığı paylaştıkça sevince meyyal birlikteliklere, yüksek bir tepeden baktığımız aziz varlığımıza atfettiğimiz kutsallıkla yabancılaşıyoruz. Nereden peydah oldu gündelik hayatın sabahına akşamına duyarlılıkla çevrelenen zayıflık ve huzursuzluk? Aynı duyarlılığı esirgediklerimize yüzeysellikle reva gördüğümüz neden başkalarının, hiç tanımadıklarımızın gözünde bizi yüceltiyor? Toplumsal hakikatin biçimlendirdiklerini bilerek ve gözardı etmeden tabii ki, sormak ve düşünmek lazım gelmez mi nasıl oldu da 66 yıl öncesinde yazılan mektubun derin anlamlarından içsel bir payeyi kalbin üstüne puluyla mühürledik? Yaşadığımız günler kültürel dönüşümüyle biçimsel olarak farklı evet. Hızlı ve değişken. Niceliğin önemli niteliğin beyhude sayıldığını hiç itiraz etmeden kabullenerek geçirdiğimiz günlerden geriye diğerleriyle sert mesafelenmelerle biçimini değiştiren endişelerden başka bir şey kalmıyor. Diyalog kurmaktan çok yaralayan kabullenişlerle susmak erdemden sayılıyor.
K24’ün Bilge Karasu’nun mektubunu tekrar paylaştığı geçtiğimiz hafta, aynı anda iki arkadaşımın paylaşımını okuyunca uzun zamandır üzerine düşünüp durduklarım sezgisi yerini buldu. Kendimi bildiğim andan şu yaşıma gelene kadar arkadaş sayıp dost bildiklerime verdiğim mektupları, onlardan habersiz çantalarına, kitaplarının arasına, evlerinin bir köşesine bıraktığım notları düşündüm. Muhtemelen çoğu buruşturulup atıldıkları çöp kutusunun boşluğundan ya da mail adreslerinin yüzeyinden taşırmadı aramızdaki sırları –ya da ben taşırmadığını var sayıyorum hâlâ- ama artık devam etmeyen duygudaşlığı da hatırlamadı.
Genişliğine yerleşilemeyen, derinliğinde boy verilemeyen, uzunluğu ise hiç kestirilemeyen karşılaşmalar olarak kalıp günbegün kırılıp katlanan sandalyeler misali bir zamanlar şen şakrak masamızın kırılan ayağının kenarında durdu kimi arkadaşlıklar, öyle değil mi? Kendimiz için o kadar biriciğiz ki sabır ve güven, tahammülsüzlük ve çekingenlikle yer değiştirdi. Kanayan ruhlara şifa, alternatifini sırası gelende arar oldu. Göz kararıyla unu, suyu, tuzuyla yoğrulan hamurun yumuşaklığında olmadı maalesef kalp kararıyla kardığımız hamur.
O iki arkadaşımdan biri “hayat bize anlamını geri ver” yazdı; diğeri Bilge Karasu’nun yazmaya ait “oluşmak, varlaşmak” ifadesinin ne kadar içine dokunduğundan bahsetti. Bu iki cümle birbirine o kadar içkindi ki sesten azade sözün ahengini birleştirdi. Yazarak oluşmak, varlaşmak sadece edebi olanın beraberinde taşıdığı değildi çünkü; hayatın bize anlamını geri vermesini istediğimizin uzantısıydı.
Yalnızlığın ve yoksunluğun üstüne kapanan yıpranmış hüznü, insani olarak terk edilmişliği kırarak tekrar oluşabilmenin, kaya gibi sert çeperiyle hemhal ruha ilişkin anlamlı bir varlaşmanın imkânını sorgulatandı. Hepimizin hikâyesi var. Mahiyeti ne olursa olsun anlatılmaya, anlaşılmaya değer.
Fakat mutlak serzenişini mütemadiyen başkaları üzerinden yapanın -bizzat kendimizin- ikircikli patolojisini iyileştirebilmenin yollarını bulmadan, cesaretle bir müştereklik kuramayacağımızı kabullenmek gerekiyor. Yitirilişine sürekli dem vurduklarımız benzer; açıklık, içtenlik, dolaysızlık, netlik, üslup, zarafet, nezaket, yakınlık… Siz de ekleyebilirsiniz. İşte her birinin sözlükte karşılığı bulunan sözcükler olmaları dışında, umulmadık anda maruz kalındığında hafifleten mutluluğu var. Tanımını yapamasak da kalbin içine çizilen resimleri silinmiyor. Öylesi anlarda insan ne yapacağını bilemiyor. Şükranla teşekkür, sevinçle mahcubiyet karışıveriyor. Kâh bir mektup oluyor kâh ansızın kulağa çalınan bir ses.
Muhtemelen hayatın devingen karmaşıklığında bahane ettiklerimizi gözden geçirmek, eleştirinin merkezine kendi varlığımızı koyarak ilerlemek yitip giden duyguları, özlediğimiz insani temasları tamamen geri getirmeye olanak tanımayacak. Yerleşik kanıları dönüştürmek oradan oraya savrulan parçaları toplayıp en baştan inşa etmek kadar zor.
Bilge Karasu’nun Nezihe Meriç’e söylediği gibi; kimsenin kimseyi anlamadığı doğru. Arada boyalı insanlar görüyoruz ve bir şey unuttuklarını anlıyoruz. Kalkıp gitmek gerekiyor. Hepimizin boyasının altında kalanları hatırladıkça, boyunca, ruhunun çapı kadar pul pul dökülecek yerleri var, döküldükleri yerden toplamak için kalkıp gitmek gerekiyor, evet. Bu gidiş; özenip yapamadıklarımıza, çabalayıp olduramadıklarımıza nefes aldıran bir gidiş muhakkak. Varlaşmak için. Oluşmak adına tekrar. Hüsran, meşum bir yineleyiş.
Kategorileştirdiğimiz duygular, ideal olması gereken diye belirlediklerimiz o kadar fazla ki tatmin olmayan taraf deneyimlediklerimiz değil, kavrayamadıklarımız yoğunlukla. Arkadaşlık ve dostluk hayatta kalması gereken. Şartlara ve koşullara rağmen, yine onlarla birlikte. Bu gece, yarın, diğer gün, bu yazıyı ne zaman okursanız işte, görüntülerle kalabalık sandığımız, sembollerle yabancı kaldığımız, anlamdan ve değerden giderek muaf bırakarak kurduğumuz hayatların içindeki figüratif varlığımıza bütünlük vaat etmeyen gündelikliğe, hayatın küçük mucizelerini göremeyecek kadar eskiyen duygularımızla soralım. En son hangi arkadaşımıza, dostumuza, yakınımıza şu cümleyi kurabildik?
“Bütün yazılarıma mani oldun. Belki de bu yüzden yarın hikâye okuyamayacağım. Size söz verdiğim halde. Ama sen hepsine bedelsin.”
Ama sen hepsine bedelsin. Bilge Karasu’ya 66 yıl önce yazdığı mektubu için minnetle ve Nezihe Meriç’e mektuba cümle olan duyguları hissettiren olarak gıptayla… (FD/EKN)
* Mektubun tam metnini okumak için tıklayın