Gönül penceresinden ansızın bakıp geçiyor her şey. Yılın son günleri bir yangının külünü yakıp savururken, son şarkının kırık güftesi misali geçmişi hatırlatıyor.
İşte o vakit şarkıdaki gibi soruyor insan: "Niçin yarım bıraktın, neden bırakıp geçtin."
Şarkılardaki bütün sorular sevgiliye, kavuşulamayan veyahut biten aşklara sorulacak, serzeniş ve sitem biriktirdiği sözlerini illâ ki nakaratıyla bir başka insana söyleyecek değil ya, bari şarkılar bizim için fedakârlıkta bulunsun, gitme sana muhtacım deyiversin, gerçekten uzak rüyalara düşüverelim böylece.
Bu bahaneyle uyanmak keyifli olsun. Ağzın içinde gevelenen kelimelerle biten bir yıldan hesap sormanın kâh baş ağrısı kâh boğazda yumrulanan nefesle karşılaşması kaçınılmaz.
Bulduğu yere müsaade istemeden çöken, çöreklenen, yorgunluğunu haris arsızlığıyla bir aydan diğerine, bir günden ötekine yığan zamanın israf ettiklerinden, anımsayarak istifade etmenin maksadını uçan kuşlar, martılar bilsin; yeşil tatlı bir bahar özlenen tüm duyguların müjdecisi olsun.
Yarım kalanlar hatıralara sığınıyor
Yaşamak, yaşamaya devam edebilmek aradığı gerekçeyi mağlup olduklarımızda değil yanıtını sevinçle vereceğimiz soruların devamında bulsun. Yarım kalanlar ve bırakılıp geçenler günlerin kalbinde sürekli yinelenen bir ilgiyle hatıralara sığınıyor çünkü.
Elimizden gelen bu kadar demenin çok çaresiz bir yineleme olduğunu düşünmüyorum.
Utkusunu yaşamın bizatihi tökezleten yollarında arayan hislerin vardığı yer kalbin minik odacıkları. Kendimize misafirliğe sıfat aramanın, geçmişe, çocukluğa, ilk gençliğe merhametle yaklaşmanın zararı yok. Kollarını iki yana açıp koşarcasına hayatın bitimsiz dertleri arasından sıyrılıp dile pelesenk edilenlerin de bundan sebep sözlükteki anlamından çok ruhen karşılığı var.
Ağırlığınca birikip üzerine çöken haşmetli zamanın altında kaldığı korkusuyla kalın, yığınlaşmış tortuda bulduğu boşluktan el uzatırsa, uzaktan koşup geleceklerin parmaklarının ucundaki mucizevi varlığa inanıyor insan. Nedense o varlık, kanıyla canıyla, gülmekle ağlamak arasında büyüyüp boy veren, serpilen çocukluk oluyor.
Yedi harflik mevcudiyet
Bu yıl, tekrarlandıkça yedi harflik mevcudiyetini yokluğuyla tecrübe eden kelimenin duvarlarına tırmanma ihtimalini düşünerek, söyleyerek, yazarak ve anlatarak geçti.
Nezaket, dedi herkes. Yoktu. Bitmişti.
Altı kalın kalın çizilen sözlerin dilinden düştü, küçük küçük davranışların ayağının altında ezildi. En çok aranan, en çok istenen ve beklenendi. Hâlâ öyle gerçi.
Tek bir kelimenin anlamını bu denli geniş tutmasının müsebbibi mânâyı karşımızdakinin eylemlerinde teşhir etmeye yönelik bencil gayretti.
Başkalarını suçlamadan evvel esas ben nezaket sahibi miyim, diye sormadan. Kabalığın zahmetli bir sorumluluğu var alınması gereken, diyemeden.
Hal böyle olunca bu yılın liste başını kimselere kaptırmayan nezaket denen o parıltılı insanlık ediminin uzandığı koltuğun ayakları çocukluğun zeminine yerleşti benim için.
Çocukluğumun yaz tatilleri genellikle babaannemin evinde geçti. Ne varsa kentsel olarak dönüştürülürken feleğin darbesiyle ilk girilen sokakların köşesinde bir sokak, geniş mahallelerin ardında bir mahalleydi. Artık yok.
Taş taş üstünde kalmadı. Babaannem de öleli oldu sekiz yıl. Bahçesi, çiçekleri kurudu; tek katlı evini bizim hayatımızın kökü yapan toprağı apartmanların zeminine saçıldı.
Adı gibi olan insanlar
O mahallede babaannemin evinin karşısında iki katlı evin penceresinden görüp bildiğimiz Özen Teyze de yaşardı. Adı gibi olan insanların tuhaf izi olur büyürken, siz de bilirsiniz. Öyleydi Özen Teyze. Bazı adlar sahibi olan insanların başının üzerinde harelenir.
Bakışında, seslenişinde, dalıp dalıp gitmelerinde hatta yürüyüşünde mutlak biçimde yer eden ifadenin hakikiliğinden bir miktar büyülenirsiniz.
Çocuk aklıyla onun mahalledekilerden farklı olduğunu anlamamla o pencerenin ardındakileri merak etmem birbirini takip etti.
Her akşamüstü evlerin önü yıkanır, kimin evinin önünde akşam oturması yapılacaksa nevaleler hazırlanır ve günün konusu olarak seçilen, dedikodu denen iğnenin deliğinden geçiriliverirdi.
Özen Teyze bu buluşmalara pek katılmazdı. Dedikodu yapmaz, kimse hakkında kötü konuşmaz, pencereden pencereye hoş beş ederken kabalıkla lekenen söz çıkmazdı ağzından. Hiç bakımsız görmedik.
Perişan, üzgün, suratsız hali nasıldır bilmedik. Özenli olmanın ve kibarlığın dünyadaki yerini tasdikleyen, sonrasında verdiği onayın altını mühürleyen kendinden mürekkep bir benlikti.
Geçmek bilmeyen uzun öğlenleri, öğleden sonraları ve akşamları olan çocukluk günlerinin birinde öldü dediler. O güne kadar akşamları çiğdem kabuklarıyla adını yere üfürenler sustu.
Evlerin önü bir süre tozlu kaldı. Sinir uçları iltihaplanmış, mahalledekiler böyle demişti, onlar konuşurlarken duymuştum. Tanıdığım en nezaketli kadının ölümü kimselere açmadığı mahremiyle perdelerinin tüllerinde uçuştu.
Meğer o perdelerin örttüğü maruz kaldığı kabalıkmış, özensizlikmiş ve mutsuzlukmuş. Gizemi sonraları anlaşıldı. Yıllar sonra ne zaman aile meclisine konu olsa babaannem mahcubiyetiyle susardı.
Özen Teyze özensizlikten öldüğünden beri nezaket suretinden tanınır olmadı. Şimdilerde aradığımız nezaket, göründüğümüzle gösterdiğimiz arasında bir yerde ve nerede nezaket konulu sohbete denk gelsem hatırımda Özen Teyze. Yokluğu bilmeyen varlığın sefasını süremezmiş eskiler der, arayıp bulamadığımızı bizzat gösteremediğimizden mi acaba bu yoksulluğumuz?
Yani varlığı göremeden yokluğa mahkûm kalışımız. Ruhunda gövdeleştiremediğini, diğerinin toprağında kökleştirme amacının süresinin kısa olduğunu bilmediğimizden mi?
Hem bir hiç hem her şey olan
Nezaket, söylendiğinde bile varlığının sesine kibir yüklemeyen, itibarını insana konukluğuyla koruyan, umutsuzluğu gördüğü saygıyla bertaraf eden bir kelime. Walter Benjamin, boşu boşuna var olma mücadelesinin ve yine aynı varoluşa ait ahlakın karşıtlığındaki bileşen, hakiki orta yol olarak görmemiştir nezaketi değil mi?
Hem bir hiç hem bakılan yöne göre her şey olan.
Mücadelenin sınırlarını esnetip genişleten ve yine aynı mücadelenin dışarıda bıraktığı yardım eden, aracılık yapan ve uzlaştıran her desteği içeriye alan uyuşma, anlaşma duvarlarını yıkan.
Ve erdemlerin içinde bir erdem ki nezaketin eşlikçisi, nezakete yol arkadaşı, can suyu; saygı. Saygı ve nezaket -hani bizim bilmediğimiz ve öğrenmekten ziyade kendimize uygulanırken görüp gerçekliğine inanarak tatmin olmak istediğimiz- bir değer yakıştırma ve hayali olarak duruyor, orada.
Uzakta değil. Aradıkça bulamayışımız söyleye söyleye eskittiğimiz kelimenin utangaçlığından mı, yoksa hiçbir şeyden mahcup olmayan alaycı, acınası kibrimizden ve kendimizi yine kendimize itibarsızlaştıran kifayetsiz bilmişliğimizden mi?
Ve tabii ki gerek kişisel gerek toplumsal değer yargılarının bu denli eşitsiz ve karşılıklı olmak yerine tekilliği önemseyen davranış pratiklerini beslemesini gözden kaçırmadan da düşünmek gerekiyor.
Richard Sennett, toplumsal bağlamda saygıyı ifade eden davranışları az görüyorsak, bu davranışların adil dağıtıldığını düşünmüyorsak saygının anlamı toplumsal ve psikolojik olarak karmaşık, diğerlerini onaylama davranışlarıyla talepkâr ve anlaşılmaz derken haksız sayılabilir mi?
Bakışın açısını kendimize doğru çevirmeden karşımızdakinin kusurluluğuna değdirdikçe saygının ve nezaketin kalmadığına dair sosyal medya cümlelerini izah edebilmek ve nezaketsizliğimizi bahanelendirmek için çatallanan sesimizle söylenip duracağız.
Tıpkı babaannemin mahallesinde her akşamüstü evin kapısının önünü suyla yıkayıp, komşu kapının önünde oturup başkaları hakkında düşünülenleri çıtlayıp kabuklarını yere üflemek ve ertesi sabah o kabukları süpürüp çöpe atmak gibi. Bir ihtimal daha var o da nezaket mi dersiniz? Diyelim, diyelim ki yeni yılın gelişine dair garip telaşın sağlam gerekçesi olsun.
Madem kimsesizlerin kimsesizi, yalnızların yalnızı, dertlilerin dertlisi Zeki Müren'in şarkılarına gönlümü yaslayarak başladım, yine onunla bitireyim. Sizden evvel başkası olmasın. Size gelen yollarda daima beklediğiniz olsun.
Gözlerinizin içine giren hayaller gerçekleşsin, size ait çizgiler yeryüzünden silinmesin. Elbet bir gün buluşacağız: özlediğimiz neşeyle ve sevinçle, aradığımız huzurla ve mutlulukla, beklediğimiz saygıyla ve nezaketle. Bu, böyle yarım kalmayacak, inanın. Elbet bir gün!
Geçen yıl yazdığım temenniyi yineleyerek:
Müsaadesiz sevinçler yaşayacağımız günlerle dolu bir yıl olsun. (FK/PT)