*Bowles, Paul. (1998), "Esirgeyen Gökyüzü", Çev: Belkıs Çorakçı Dişbudak, syf. 124, Ayrıntı Yayınları.
Su ve şans. Tek heceli, söylenişi kolay, gündelik hayatın herhangi bir ânında öylesine, alışılmış sıradanlıkla kullanılan bu iki kelime söyleyenini sadece bahsettiği konunun detaylarını aktarmak ve vereceği örnekleri nitelemek için aracı kılar.
Oysa dünyanın uzak yerinde, sonsuz bir zamanın gerçekdışı mekânı gibi tasavvur edebileceğimiz o sessiz genişliğinde, çölde, tek heceli iki kelimenin hayatta kalmanın, bu umudu taşımanın belirleyicisi olduğunu düşünmemiz şu an, görece korunaklı ve vaatkâr kişisel hayatlarımızın belirleyiciliğinde pek mümkün değil:
Dünyadan, insandan ayrı başlı başına bir varlık olan çöle gitmediysek tabii. Duyguda belirginleşen yaşam deneyimi, izleyicisi ve dinleyicisi olarak bizleri tanımadığımız, hiç tanışamayacağımız insanların hikâyeleriyle buluşturduğunda sezgi ve düşünce hikâyelerin merkezine yerleşir.
Birinin, orada olan birinin anlattıkları, yaşadıklarının boyutlarıyla, eylemde hakikatini bulan yaşam deneyimini çevrelerken aslında hangi dünyanın farkında olup olmadığımızı sorgulatır. Dışımızda kaldığından bilinmez, görünmez olanı mı? İçinde yaşadığımızdan gerçekliği sorgusuz sualsiz kabul edilmiş olan mı?
60 bin kilometrelik bisiklet turu
Hasan Söylemez Ocak 2017'de "Hayallere Yolculuk" diyerek 54 Afrika ülkesini kapsayan, hâlâ devam ettiği 60 bin kilometrelik uzun seyir için bisikletiyle yola çıktığında Afrika'daki insanların hayallerini öğrenmek, hayallere eklenen müşterek bir bellek kaydı tutabilmek amacıyla sosyolojik, antropolojik ve kültürel bir ard-alan/arşiv çalışmasını da oluşturmaya başladı aslında (yolculuğu başından bu yana takip edenler gittiği ülkelerde yaptığı belgesellerde bu detayı fark edeceklerdir).
Demir cevheri üzerinde dünyanın en uzun treniyle çölde, iki köyü birbirine bağlayan yol olmadığı için sağında okyanus solunda orman olan sahilde at arabasıyla yaptığı yolculuğun yanı sıra, bir kamyonun üzerinde çölü boydan boya geçen insanları merak ettiğini dile getirdi.
Bu sefer tesadüfen gördüğü fotoğrafı araştırarak, tek boş yer kalmayacak şekilde üzeri insan, hayvan, eşyayla dolu kamyonun ve günlerce devam edecek çöl yolculuğun izini sürdü. Bir hayalin sürekliliğine, başka bir hayalin sessiz boşluğunu ekledi: Çöllerin çölünü. Tenere'yi.
Port ve Kit...
Paul Bowles'ın modern hayattan uzaklaşarak çıktıkları Afrika yolculuğunda hayattaki varlıklarını, sorgulayan Port'un ve Kit'in yaşadıklarını anlattığı Esirgeyen Gökyüzü romanında (Bernardo Bertolucci'nin Çölde Çay filminden hatırlarsınız) "bir şey"le "hiçbir şey" arasındaki farkın sıfır olduğunu gösteren, mutlak sessizliğiyle çok güçlü bir varlık olarak tanımladığı çölün, tanık olduklarımız dışındaki hakikatlerin dünyanın keskin kenarında nasıl yaşandığını anlatması gibi; Hasan Söylemez'in 2 Kasım tarihinde galası yapılan Tenere adlı belgesel filmi dünyada kimsenin haberdar olmadığı insanların hikâyesinden oluşuyor.
Kimseye müdana etmeyen, kendi kurallarını koyan, hata affetmeyen, yolu düşenlere merhameti olmayan Sahra Çölü'nün en özel bölgesi olan Tenere, Tuareg dilinde karşılık gelen anlamıyla çöllerin çölü, iki ağaç arasının 400, iki su kuyusu arasının ise 200 km olduğu 400.000 kilometrekarelik oldukça geniş bir alanı kapsıyor.
Var oluş ve hiçlik arasında belirsiz, varıp varılamayacağı kestirilemeyen, yoksulluğa çare görülen hedefe doğru başlayan (Dirkou ya da Libya) uzun yolculuk, çaresizliğin umudu nasıl keskin bir inanca dönüştürdüğünü anlatıyor.
Yol boyunca susuzluktan, açlıktan, haydutların saldırısından veya başka sebeplerle ölebilecekleri ihtimalini kabullenen, kabullenişi cesaretle, dirençle telkin etmeye çalışan insanların bugüne kadar duyulmayan sesini kum tepelerinden, çölün kıvrımı olmayan yüzeyinden, gözün sonsuzluğunu algılamakta zorlanacağı gökyüzünün altından dünyanın başka başka yerlerine ulaştırıyor. Nuh'un Gemisi'ni andıran kamyondaki insanların mücadelesi ve sabrı kuraklığın, işsizliğin, yoksulluğun, açlığın, susuzluğun, savaşların ardında kalanları gösteriyor.
Gündüz kavurucu sıcakla, gece dondurucu soğukla sınayan, sarı-kızıl kumun zamandışı bir uzama dönüştürdüğü çöl, ölümü hareketsiz boşluğunda saklıyor. Tenere, Agadezli Bachir Amadou'nun kamyon yolculuğu hazırlıkları ve hayatıyla başlıyor.
Agadez'i Dirkou'ya ulaştıracak karayolunun olmaması çetin çöl yolculuğunun ana sebebi. Kamyon yolculuğunun geçmişten bugüne değin bıraktığı izleri aktaran Bachir, Çadlı haydutlar, Tuareg haydutlar, insan kaçakçılığı ve zorlu koşullara rağmen yolculuğun neden devam ettiğini, Avrupalıların Afrika'ya bakışını, 18-20 yaş arası gençlerin hayalinin sadece Libya'ya gitmek olduğunu detaylarıyla anlatıyor. Şans diyor Bachir, bu yolculuğun silahı şans. Su, diye ekliyor, suyun varsa hiçbir şeyden korkmazsın. Eşi Saadatou alıyor sözü. İlişkilerinden, nasıl evlendiklerinden, çocuklarından bahsediyor.
Zorlukların, çaresizliğin bazen aylar bazen yıllar boyu evden ayrı bıraktığı kocası için endişelendiğini, Libya'daki iç savaşta vurulup yaralandıktan sonra sadece Dirkou'ya kadar gitmesine müsaade ettiğini ekliyor.
Gitmezse gündelik hayatlarını devam ettirecekleri temel gereksinimlerden yoksun kalacaklarını, yine yakınlarından ve akrabalarından destek almak gerekeceğini söylüyor. Yola çıkmadan Bachir'in boynuna taktığı muska onu yolculuk boyunca koruyacağını düşündüğü duayı sakladığı kadar Saadatou'nun ruhuyla ve kalbiyle Bachir'in yanında olma isteğini taşıyor.
Film boyunca yolculuğun hikâyesini sadece yaşayanlardan dinliyoruz. Aracı ve yönlendirici olmadan.
Bir de sessiz anlatıcılardan. Çölde hayatını kaybedenlere mezar taşı yapılan lastiklerden, sıcağa ve şartlara dayanamayıp ölen hayvanlardan, bozulduğu yerde kalan araba enkazlarından, erzakların rüzgârda uçuşan torbalarından, su bidonlarından, güneşten korunmaya yarayan şapkalardan, türbanlardan, beş gün sonra gördükleri ilk ağacın gölgesinden, su kuyusundan, çölde içilen çaydan.
Bir başkasının yorumuna, kelimelerine ihtiyaç duymadan bizzat yaşayanların sesiyle, cümleleriyle, bakışlarıyla uzun, zorlu kamyon yolculuğunu kaydeden Hasan Söylemez böylelikle hissettiklerini ve gördüklerini farkında olmadan hikâyeye dahil etme riskinden kendisini uzak tutuyor.
Tenere, hayatın adaletsizliğine, haksızlığına karşı bedenleri ve ruhlarıyla itiraz eden insanlara ait hakikatin filmi. İnsan göçünün sebeplerine, sonuçlarına, mülteci politikalarına, mülteciler için güvenli, yasal ve tamamlayıcı yolların sağlanmasına, Afrika'nın farklı bölgelerinden Libya'ya, oradan Avrupa'ya gitmek isteyen insanların ölümü göze alarak çıktıkları yolculuğun yaşamla ölümü takas edebilen kudretine dair düşünmeye çağırıyor; önyargıları, ama'ları, çünkü'leri tartışmaya açıyor. Su ve şans yeterli olmadığında varılması hayal edilen yer, eski ve yorgun kamyonun geçeceği çölü umut görenlerin hikâyesine tek bir cümle ekliyor, hep hatırlanmaları için: "hikâyesi yarım kalan Afrikalılara..."
(FD/PT)