Bilge Köyü katliamına ilişkin akıllarda hâlâ ne kadar çok soru var. 4 Mayıs 2009'da gerçekleşen bu akıl almaz katliam, Türkiye'de suça bakışın ne durumda olduğunu gözler önüne seriyor. Medyanın bu konuda aldığı pozisyon, kamuoyundan gelen tepkiler, bilim insanlarının hazırladığı raporlar, mahkemede verilen ifadeler, fikri takip haberleri...
Tüm bunları altalta koyduğumuzda toplumsal yapıdaki karadeliklerin, zihinsel süreçlerimizde ne tür tahribatlar yarattığı ortaya çıkıyor.
Gelin bu katliamla ilgili ne gibi süreçlerden geçtiğimize bir gözatalım. Olayın gerçekleştiği gece akıllara gelen ilk soru: Acaba bu PKK işi miydi? Bu olasılığın gerçek olmadığı hemen ortaya çıktı. Gerçek olsaydı birçok kişi ziyadesiyle rahatlardı.
Sabah gazetesi, olayın bir "kız meselesi", Milliyet gazetesi "töre ve namus cinayeti", Radikal gazetesi balık çiftliği meselesi, yani rant kavgası olduğunu duyurdu.
Ardından gazeteciler tası tarağı toplayıp Bilge Köyü'nde aldı soluğu. Katliamın ardından yarım kalan hayatlar, tükenen umutlar, geleceği olmayan çocuklar hakkında izlenim yazıları yazıldı.
Olaydan üç gün sonra ntvmsnbc, 13 ailenin ve yaklaşık olarak 100 kişinin korktukları için köyü terk ettiğini duyurdu. Burada bir soluklanalım.
Bu katliamın nedeni, eğer olayın gerçekleştiği gece gelen ve gerçekle ilgisi olmayan bir PKK saldırısı olsaydı, bu meselenin peşine bu kadar düşülür müydü? Ya da salt bir töre cinayeti olarak kabul edilseydi mesele bu kadar büyür müydü (Töre cinayeti nasıl olur ve neye denir konusuna girmenin hiç yeri değil, oraya takılmayalım)?
Daha nesnel bir gözle bakabilmek adına saçma bir soru daha soralım: Eğer 44 kişi, bir trafik kazası neticesinde ölseydi, ölen insanların yakınlarına medya mikrofon uzatır mıydı? Pekiyi; Türkiye'de bunlar olmadı mı? PKK mensuplarıyla, Türkiye'nin askerleri arasındaki çatışmalarda bu sayıya yakın (fazla ya da eksik) insan ölmedi mi? "Şehit cenazeleri" dışında ne gördük?
Alameti farikası, tanımsız olması
Bilge Köyü katliamına geri dönelim. Bu köyde işlenen suçun failleri hiç saklanmadı. Kimin kim olduğu, kimin ateş ettiği ve kriminolojik detaylar hızlıca ortaya çıktı.
Buna rağmen kamuoyunda sular durulmadı. Köşeyazıları, haber analizler, yorumlar, tartışma programları... Konu, faili belli katliam. Ne dış mihrak var, ne terör örgütü var, ne de hızlandırılmış tren... Kimin yaptığı belli.
Fakat ardı arkası kesilmeyen ve katliamı sıradanlaştıran bir şey yok ortada. Tanımsız, sıra dışı bir durum var ortada.
12 Mayıs 2009 tarihli Hürriyet'te çıkan haber de son derece tuhaftı. Emel Armutçu'nun haberine göre devlet araştırmacısıyla, psikologlarıyla, üniversiteleriyle, sosyal yardım uzmanlarıyla oradaydı ve Mardin'i çok önemsiyordu. Sanki bölgede daha önce "başka nedenlerden" katliamlar hiç olmamış gibi, devletin olayı ne kadar önemsediği gösterildi.
Akademi de görevini yaptı!
Tüm bunların neticesinde sıra sosyal bilimcilere geldi. Artuklu Üniversitesi, farklı disiplinlerden 16 akademisyenin oluşturduğu bir komisyon kurdu. 17 sayfalık bir ön araştırma raporu hazırlandı.
Rapor, kamuoyuna duyuruldu. Rapordaki ilginç tespitlerin başında, "olayın şiddet boyutunun yüksek olması ve bölgede daha önce gerçekleşen diğer kan davalarıyla benzerlik göstermemesi, bu olayın çok boyutlu bir biçimde ele alınmasını gerektirmekte" ifadesi bulunuyor.
Sonuç bölümündeyse katliamın sebepleri yedi başlıkta toplanıyor: Gelenek ve modernite çatışması, üstyapının yetersizliği ya da daha önce var olan üstyapının çözülmesi sonrası yerine yeni bir yapının oluşturulamaması, failleri bulunamamış olan şiddet eylemlerinin faillere verdiği yakalanmama umudu, eğitim hizmetlerindeki sorunlar, bölge insanının sorunlarını hukuk yoluyla çözme alışkanlıklarının olmaması, aileler arasındaki refah farkı ve koruculuk sistemi.
Eğer katliamın gerekçesi bu maddelerse gerçekten, sadece bu bölgede değil, Türkiye'nin her yerinde günde en az 40 kişinin katledilmesi gerekir. Bu nedenle bu akademik çalışma da kimseyi tatmin etmedi.
Nihayet 4 Eylül 2009'da sanıklar mahkemeye çıktı. İfadeler o kadar sıradan ve soğukkanlı ki. Zanlı M.Ç., olayın tamamen bir kıskançlık ve namus meselesi olduğu yönünde ifade verdi.
Duruşmanın üzerinden altı gün geçtiğindeyse, köyün yakınındaki gölette bir ihbar üzerine uzun namlulu silahlar bulundu. Yeni duruşma 14 Ekim 2009 tarihinde.
Tüm bu olan bitenin ışığında toplumun, kamuoyunun ve devletin, suç kavramına nasıl yaklaştığı ortaya çıkıyor.
Eğer bilindik, sıradanlaşmış nedenlere istinaden bir katliam gerçekleşmiş olsaydı, biz Bilge Köyü'nde olan biteni çoktan unutmuştuk bile. Her şeyden önce çıkan bir netice var ki; Türkiye'de önemli olan insanların ölmesi değil, ölümlerin tanımlanmış ve toplumca hazmedilmiş nedenlerden dolayı gerçekleşmesi.
Faili meçhullerin nedenleri sorgulanmazken, sorguda, cezaevinde kaybolanların peşine düşülmezken, 30 yıldır süren silahlı çatışmaların durdurulması için "adım atsak mı, atarsak nasıl atsak" diye süreç sündürülürken, Bilge Köyü ne kadar da şaşırttı bizleri değil mi? Birden 44 kişi öldü.
Terör bölgesinde ama terörden dolayı değil. Akademisyenlere sorarsanız tam olarak bir "töre ya da namus cinayeti" de değil. Sistemin içinde bir karadelik. Tanımsız, alışılmadık ve tüylerimizi ürperten bir katliam. Diğerleri gibi "sıradan bir şiddet" değil. "Keşke ateş açanlar bilindik katiller olsaydı" diyen birileri var mıdır acaba? O zaman her şey kolay olur muydu? (OY/EZÖ)