Uzun zamandır yazmayı düşündüğüm ama ne zaman ve nasıl yazılması gerektiği yeni yeni aklımda oturan bir yazı bu. Gezi Parkı protestosuyla başlayıp, ülkenin büyük bölümünün adeta bir özgürlük mücadelesine baş koyduğu bu süreçte, benim de anlatacağım zorlu bir öyküm oldu.
Önden bilgilendirmeyi yapayım; bu süreç içinde “NTV istifaları” olarak başlıklandırılan yaprak dökümünde ben de yer aldım. NTV Program ekibinin önemli bir bölümü, yayın politikası nedeniyle “e şimdi ben nasıl geçineceğim” diye düşünmeden istifalarını verdi. Ben de o editörlerden biriyim.
Bu süreçte birçok yayın organı bu konu hakkında konuşmamız için hepimize mikrofon tutmak istedi. Ama bunca yıllık medya deneyimimden bildiğim bir şey var: Ayrılana mikrofon tuttuğunuz zaman kendinizi temize çekmiş de oluyorsunuz. Oysa tencere dibin kara, seninki benden kara!
Gezi protestolarıyla beraber Türkiye’de bir devrimin gerçekleştiğini düşünen azımsanmayacak sayıda insan olduğunu olayları yakından takip eden herkes biliyor.
Diğer konu başlıkları hakkında söz hakkı bana çok geç gelir ama medyada bir devrin sona erdiğini ve yeni bir devrin inşa edilmesi için tüm koşulların oluştuğunu görmemek için kör olmak gerekir.
Sonuç olarak içinden geçtiğimiz süreçte, medyadaki hükümet baskısı, CEO düzeyinde gelen istifa ve açıklamalar sayesinde itiraf edildi. Bu süreçte arkaya dönüp çalıştığınız kurum hakkında edilecek sitemler muhakkak vardır ama bu sitemlere istifayı veren biri olarak ben dahi kıymet vermiyorum.
Sabun köpüğüdür, gelir ve geçer. Eğer bir medya çalışanı hiç istifa etmediyse ya da işten çıkarılmadıysa, orada bir sorun aramak daha normal.
Sadece habercilik bağlamında değil, medyayla ilgili geleneksel olan tüm yayın biçimlerine bakın, bunların ömrünün çok kısaldığını 28 Mayıs 2013 günü tabii ki herkes söylerdi ama üç gün sonra tüm medya sisteminin sarsılacağını kimse düşünemezdi.
Devrimin saati önceden bildirilmiyor işte. Dolayısıyla asıl sitemim, o binaların önünde çalışanlara açılan “simit sat, onurlu yaşa” pankartlarına oldu.
Birlikte iş yaptığımız, sokaklarda beraber gaz yediğimiz birçok arkadaşımız belki ailesini düşünerek, belki kredi taksitlerini düşünerek ya da belki de aklımıza asla gelemeyecek bambaşka bir sıkışıklık içinde istifa edemedi.
O kanala reklam verip, sistemin koltuk değneği olan firmalarda çalışıp da, medya kuruluşlarında çalışan emekçileri, direnişçileri onur tartısına koyma kibrini kendinde görenleri bizler kendi tarihimizi yazarken unutmayacağız.
Tabii işin başka bir boyutu daha var. Ben iletişim fakültesini bitirdiğim günden beri bu mesleği yapmak istiyorum ve bünyesinde çalışmayı kendime hedef olarak belirlediğim birçok kurumda çalıştım.
“Medya çalışanlığı” işini çok sevdim. Ben neden simit satıyorum? Simit satmanın bu kadar kolay ve herkesin yapabileceği bir iş olarak görülmesi de ayrı bir konu.
Burayı daha fazla uzatmanın gereği yok, medyadaki köklü değişimler tamamen gerçekleştiğinde zaten herkesin her şeyi baştan aşağı göreceğini tahmin ediyorum.
Fakat medyadaki bu köklü değişim sürecinde görülmesi ve atlanmaması gereken bazı noktalar var. Haber yokluğu, haber yoksunluğu, sansür ve kirli bilgi ortamında biz gerçek yayıncılığın nasıl bir şey olduğunu unuttuk.
Bu özgürlük mücadelesinin başından beri sokaklarda, medya şirketlerinde olan bir vatandaş olarak, bir gruba destek olarak haber/bilgi dağıtımının çok sağlıksız bir anlayışı, zihinlerimize zerk ettiğini düşünüyorum.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının Türkiye’ye zerk ettiği en büyük zehir “ya bizdensin ya da onlardan” etiketiyle günlük hayatta dolaşıma giriyor.
Bu zeminde haber vermek, bilgi vermek neredeyse imkânsız hâle geliyor. Bir yandan iktidar baskısı, bir yanda sokakların baskısı, geleneksel medya iflas ederken, zihin haritamızda tüm açık istihbarat bilgilerinin haber değeri taşıdığı yönünde bir algı oluşuyor.
İşte bugün herkes bir köşede komplo teorisyenliğine soyunduysa, bu durumun başlıca nedeni, analiz yeteneğini çöpe atıp her şeyi tarafgirlik üzerine kuran bir ideolojinin Türkiye’deki 11 yıllık iktidarıdır.
Şu anda geleneksel medya yöneticiliği, vasat ve vasat altı bir aklın hakimiyeti altında, toptan medyanın güvenirliğinin altına dinamit yerleştirmiş ve var olan bu yapıyı enkaz hâline getirmiştir.
Bu enkazın altından çıkamayacak olan tek zümrenin, Türkiye’de gazeteciliğin, haber televizyonculuğunun, haber dergiciliğinin tabutuna çivi çakan, bu insanlardan oluşacağına kimsenin şüphesi olmasın.
Bağımsız yayıncılığı “ana akımda yer bulamayan kovulmuş gazetecilerin alternatif mecrası” olarak görenlerin de geleceği çok parlak görünmüyor. Bunu da bir köşeye not olarak düşelim.
Televizyon, gazete, internet sitesi, dergi gibi iletişim kanalları, teknik ve teknolojik bağlamda kitle iletişiminin araçlarıdır sadece.
Oysa biz “Medyadaki Gezi Devrimi”nde bilginin ne şekilde harekete geçtiğini, bilginin gündelik hayattaki yeni anlamını, bilgi kaynaklarının ne şekilde sorgulanması gerektiğini, en güzel şekilde öğrendik.
Yeni döneme kitle iletişim aracının ne olduğundan çok, kitle iletişim aracına erişim biçimlerimiz, bu erişimin sağladığı bilgi dolaşımı damgasını vuracak.
Bu kadar hengame içinde, bu kadar ölümün, yaralanmanın içinde, bu kadar mecra azlığı ve köhneliğin içinde, tabii ki bu konuları enine boyuna tartışacak ortamları yaratmak şu an için güç ama gidilecek yön, bilginin, paylaşımın ve sorgulayıcı zihinlerin belirleyeceği perspektifte belirlenecek. (OY/EKN)