Bazen bir kitap, bir film ya da müzik, çat kapı gelir, tam da düğümlendiğiniz yerlerinizle savaş halindeyken siz. Ortasında kalakaldığınız kavganın, içinizi dışınıza çıkaran ve başınızı döndüren karmaşanın, altında ezildiğiniz kayıp duygusunun ve yasın, içinizde düğüm düğüm olan çöküntünün tanığı, sözcüsü ve yoldaşı oluverir. Böyle anlarda aldığınız ya da almakta zorlandığınız, belki de sürekli ertelediğiniz kararların, döneceğiniz kavşakların, ne cetvele, ne de teraziye vurulamaz ölçeğinin, çok mu küçük, yoksa ölçüyü aşan büyüklükte mi olduğunu bilemez durumdayken siz, kapınızda duran “bırak şimdi cetveli de teraziyi de” diyerek sizi hayata davet edendir. Ve kulak verirseniz eğer; büyüklüğü de, küçüklüğü de problem olmaktan çıkardığını ve ölçüleri kaldırıp sadece yolu açarak: “Hele yürü bir!” dediğini duyarsınız.
Sibel Öz’ün “Serçeler Ölürse” öykü kitabını okuduğumda, Suruç’tan itibaren hayatımız serçe mezarlığına dönmüştü. Ülke genelinde yüzlerce serçeye kıyıldı vahşi gündemin kanlı takviminde. Kişisel hayatlarımız ölümün ıssızlığında soluksuz kalmışken, öfkeli bir kırgınlıkla, unutmama mücadelesi veriyorduk ve savrulmama... ard arda dizilen patlamaların sağır edici vahşetinin gölgesinde kalmıştı sesimiz. Zaman düşman, mekan yabancıydı; ne gidebiliyor ne de kalabiliyorduk. İçimiz koşuyorken, bir kapı önünde gözlerimiz yerde bekliyorduk ve gün geçmek bilmezken, büyük zaman, dışarda bir yerlerde koşarak ilerliyordu. Ayazın iktidarla elbirliği yaptığı ruhsuzluk ikliminde, insanı soluksuz bırakan bir beton duvar gibiydi kent. Tam da bu dağılmanın ortasında ve büyük ve sıkılı bir yumruk olamamanın utancıyla baş edemezken, buz tutmuş yollarda düşmemek için tutunduğum bir kaç sırdaş öykü taşıyordum cebimde. Sert geçen kışın nefessiz bırakan soğuğuna salındığım günlerde, “Serçeler Ölürse”, yaşamın, tanıklığa taşınan ortaklığının ve aksayan ritminin de yaşamaya dair olduğunu hatırlamamı sağladı. Bu ortaklığı fısıldayan sese kulak vermekti belki de hayatı yeniden örgütleme iradesini diriltmenin yolu.
Sibel Öz’ün kaleminden çıkan her öykünün farklı bir ritmi var. Ve her kitap da farklı bir melodik yapı sunuyor. “Yokuş Yukarı İstanbul”da, soluk soluğa dolaşırken İstanbul’un sokaklarını ve gündelik hayatı, “Serçeler Ölürse” de öykülerin hepsi, her bir enstrümanın sesini ayırt edebildiğimiz melodik bir kompozisyonu tamamlar gibi. Öykücülüğün en yaratıcı ve belki de en samimi damarını görmek mümkün Sibel Öz’ün öykülerinde; laf kalabalığına gönül indirmeyen ve hüneri söz canbazlığında görmeyen bir dinamizm. Estetik kaygılara feda edilmeyen, yalın ve samimi bir anlatım. Kendi iç ritmini gerçekçiliğinden alan ve lirizme pas vermeyen bir bakış... Hayatın yaşanmışlığından arıtılan öyküler. Zamanın uğultusu içinde kaybolanın; metropolde, bozkırda, yaylada ya da cezaevinde-hücrede olsun, uzamın, dehşetli algıya gelmezliği karşısında kendi hikayesini yük gibi taşıyanın sesini taşıyor bize. Dışardan dinlemekle yetinmeyen, içerden duyan ve anlattığı her öyküdeki yaşamların tanığı ve taşıyıcısı olmak belki de, onun kalemine ritmini kazandıran.
John Berger “Sanatla Direniş” kitabında, Raymond Mason’un “Meyve ve Sebzenin Paris’in Kalbinden Ayrılışı” (1969) başlıklı çalışmasını değerlendirirken, Paris’in Notre Dame’dan sonra en güzel kilisesi olarak kayıtlara geçen St Eustace Kilisesi’nin neden bu esere mekan olarak seçildiğini sorgular ve sanatçının “güzel”e ilişkin gestusunun temellendiği sınıfsal aidiyete işaret eder:
“St. Eustace Kilisesi’ne dönüp tekrar bakın. Elinde karnıbahar tutan adama, koltuğunun altına pazı sıkıştırmış arkadaşına, portakal kasasını kadeh gibi kaldırmış iri burunlu adama, kucağında lahana tutan siyah çocuğa, göğsüne Starking elmalarını bastırmış ponponlu şapkalı, kiraz dudaklı kadına, arabayı çeken adama, sokağa düşüp ezilmiş domatese bakın. Ben baktığımda, kendi kendime şöyle diyorum: Kiliselerde azizler gördüm, Madonna’lar, şehitler, kurtulmuşlar ve lanetlenmişler gördüm ama sıralarda oturmadıkları müddetçe sokakta rastlanabilecek insanlar görmedim; buradaysa tümüyle bu insanlara ayrılmış bir şapel var ve hepsi kutsanmışlar! (Kendileri buna inanamazdı. Yok artık devenin nalı, derlerdi.) Etraflarındaki azizlerin ya da lahitlere gömülmüş generallerin aracılığıyla değil,onları sevgiyle hatırlayan ve hiç yorulmadan tekrar yaratan bir heykeltraşın şefkatiyle kutsanmışlar.”(2017;114)
Yaşama, estetik bir müdahalenin biçimde çözdüğü sorunların yerine, bizzat kendi kucaklayıcı deneyiminin tanıklığı içinden yaklaşmak. Sibel Öz’ün öykücülüğünü belirleyen hat da bu olsa gerek. Bir ses olma tamamlanmışlığına kavuşamayanın, büyük ve büyülü katedrallerden görülmeyenin verili hikayesinin sözcüsü olmak. Geçmişle ne yapacağını bilemeyen ve gelecek için de düşlerini ipoteğe rehin bırakan gölgesizlerin sesi... Büyük siyasetin tanımlayıcı kutuplarında yer edinemeyen, geleneğin, alışkanlıkların, boyun eğmelerin, süreçlerden arındırılmış, salt sonuç olarak oradalıklarının küçümsendiği içe dönük ancak aşikar hayatlar. Serçeler ve diğer küçük parıltılı şeyler ya da rengini yitirmiş ağırlıklar...
Sahi biz kimin hikayesine bakıyoruz? Hikaye anlatıcılığının, kapitalizmin pazarlama iştahına teslim edildiği ve “değer” ve “deneyim” satan şirketlerin marka çölünde, hikayesi dile gelmeyenlerin hali nicedir? Berger, sanayi proletaryasının gestusuna işaret eder. Oysa Türkiye’de metropolleşme-kasabalaşma sürecinde, varoluşları istatistiksel verilere hapsolmanın ötesinde bir kimlikle “tanınmayan” insanların, burjuva iç sıkıntılarının kasıtlı yalnızlıklarından dram yaratan büyük anlatıcılarının ufku dışında kalanların, hem gelenek, hem modernite-kentsel dönüşüm, hem de “fukaralaştırma”nın her biçimine maruz bırakılanların, zoraki hayatlarına baktığımızda kavrayabiliriz toplumsalın kılcal damarlarını. Devletin nobran ve ceberrut geleneği içinde, büyük harfli geleneklerin eli sopalı kuralcılığına su taşıyan toplumsal koşulları yeniden üreten her şey, günlük yaşamın gölgelerinde örülmektedir.
Bireysel yaşamların, taktirden çok tenkite, şefkatten çok mesafesiz bir nobranlığa meyilli olduğu gündelik yaşamın bozkırlaşan yanını görmekle başlar belki de, küçük ve parıltılı şeylere yaşam hakkı tanıma nezaketi. Hayatın sökük yerlerinde kırgınlık biriktirenlerin, söküğü yamayacak kumaşı yedeğinde tutmayı redderek kırgınlığının nişanı yapanların, örtmeyen-açık eden ama açık ettiğiyle ne yapacağını bilemeyen, benzemekten korktuğumuz annelerin hakkı yenmiş yaşamlarından biçeriz, gerçeklikle mesafesizliğimizin bedelini. “Serçeler Ölürse” ve öldüğünde, hep yarım, hep şimdiki anda asılı ve eksik kalacağımızın resmidir Sibel Öz’ün öleyazmış serçeleri: “Ne gidebilen ne de kalabilen”, yerini bulamayan, ölü bir yaşamdır sürükledikleri. Ve dönüştürücü bir müdahaledir aynı zamanda bu öyküler: Tevekküle değil, tevekkül edeni anlamaya davettir. Kaderle barışmaya değil, kader diye belletileni tanımaya ve yapıbozuma uğratmaya davettir.
Kitabın ilk öyküsü “Ah Lena”’da fırtına deresinin coşkun ve set çekilemeyen akışında, takvime gelmeyen büyük Zaman’ı algılarız. Doğa ve Zaman’ın temasa gelmeyen heybetli varlığı içinde, kaybetme-bulma ikiliğinin geçersizliğini, “gelen”in “kalan”da hüküm süren, zaman ve mekandan soyutlanmış varlığından sezeriz. “Geldiğinde bulduğun adam değil bıraktığın kişi” cümlesinin gücü, zamanı geriye doğru kat eden, ilerlemeyi durduran, zamanı askıya alan ve hikayenin yaşanmamışlığını yüzümüze çarpan kurgusundan kaynaklanır. Lena’nın “dağlara değil de taşa, böceğe, ota düşkünlüğü” yani “küçük ve parıltılı şeylere...”, bir yankılanma talebidir belki de. Zaman nehrinde bize göz kırpan, belki de, bu küçük ve parıltılı şeyler olduğu için. Bizden bir cevap beklemeksizin varlığıyla soru olanın (dağ-devlet-aile-gelenek-örgüt) uzatmadığı eline karşın, yaşayan her şey suskunluğun ötesinden el uzatır bize. Uzağı da, fazla yakını da yitiririz, mesafesizlik kadar mesafe de bir yitimdir sonuçta. Lena, yaşayan bir ölçeği getirir bize yağmurlu saçlarıyla. “Tecrübeli kaçaklığı” içinde O, açığa çıkarandır. Ve kaçaklık hallerine ilişkin sorusunu ilk öyküden itibaren kurmaya başlar kitap.
“Vildan”, doğa ve Zaman’ın enginliği içinde yaşamın, yolda bir taşa çarpmak kadar dikkat dağıtan, şaşılası, sarsıcı, sıradan ve sıradanlığı içinde de biricikliğini hatırlatan diğer bir öyküdür. Gençlikte büyük harflerle yazılı bulduğumuz ve fethedilmeyi bekleyen ama bir türlü fethe gelmeyen hayatın, hızla biriken basit detaylardan örülü bir biçimde üzerimizden aktığını görmenin sarsıcı deneyimine tanık oluruz. Bize rağmen olmakta olanı biz kılmanın yolu, yine, çok sıradan ama yaşamsal temaslardan geçiyor gibidir. “Hiç gidememiş, kalan olmayı da kendisi seçmemiş”lere, temas etmeyi, esirgemeyi ve yolda olmanın değerini fısıldayan bir öykü, “Vildan”.
Kitabın en sevdiğim öyküsü ise “Bahçesiz” başlığını taşıyor. Benim gibi pek çok kadının hayatında derin bir biçimde belirleyici olan ve belki de mücadeleyi öğrendiği temel çatışma, annesi ile yaşadığıdır kuşkusuz. Bitmeyen kavgamızdır annemiz. Yaşarken onunla, gittiğinde kendimizle sürdürdüğümüz bu kavgadır bize şeklimizi veren. Ve anne kaybı da, kendimizle, yaşlanmakla, ölümle yüzleşmektir. Bu öyküyü, hem annem yoğun bakımdayken, hem de öldükten sonra okudum. Evet, “Annesi ölünce insan üşüyordu sadece.” Ölümü neden doğal karşılayamayacağımızı da belki en çok ebeveyn kaybında anlıyorduk. Çünkü yaşamın altına süpürülen – süpürdüğümüz - tozların tümünü havalandırıyordu bu en temel kayıp. Ve her kadın için geçerli yaşamsal paradoks, anneden kalan mirasın, gençlikte onda reddettiğimiz ne varsa o olduğudur. Pelin gibi biz de bırakamayacağımız bahçelerimizi annelerimizden kalanla yeşertiyoruz.
“Kanaat, Tevekkül ve Karıncalar” yalnız olduklarını bilemeyecek kadar yalnız insanlara, bu kez “baba” lık hallerine tanıklıkla mercek tutuyor. Baba ve kızın yer değiştirdiği kavşakta, isyan ve kibir arasındaki tehlikeli bağlantı açığa çıkarken, evrenin aşılabilirliğine dair, Varoluşçuluk felsefesinin sorduğu zor görünen soruya, yakınlığı ölçüsünde gözden kaçırılmış olanla yanıt veriliyor. Zoraki yaşamlarda edindiğimiz jestlerin, giderek kendimize ördüğümüz zindanlara dönüştüğüne ilişkin bir başka güzel hikaye...
Ve “Pazar”da, Pazar günlerinin renksiz ve boğucu tekdüzeliğinin dahi, yaşamla barışmakta bir sembole dönüşen ortaklığa işaret etmesi... Gördüğümüz, bildiğimiz, yaşadığımız, ezberimiz olanı reddettmekle değil, kabul edip, tanımak ve dönüştürmek için dil kurmakla ilgili. Annesinin ölümünün ardından “avucunda yarasıyla dolaşan” ve “kime değse kanayan” Nisan’ın, her şeyi gören ve “ben yokum!” diyen yorucu ve yorgun varoluşu, Pazar günlerine gülümsemeye başladığında, anne ve babasıyla barışan ve “kendisini acı çekmek üzerinden ifade eden” olmakla da arasına mesafe koyan bir hayati eşikte durmaktadır.
Tüm öykülerin ortak dediği, bakışı, zorlayıcı ve büyük uzaklardan, yükseklerden, göz hizasına indirmenin çok da kokutucu olmadığıdır. Ve ancak o zaman, zoraki yaşamlarında, bakışını yere indirenin, “Ejderha olsanız kar etmez” olan rutinlerin, “kendi hayatından gitmek isteyen” ama kalanların acısını, hep açık tuttuğu yarasını avucunda gezdirenlerin isyan ya da tevekkülünü anlamak için baktığınızda, yol da yakın ve aşılabilir olur. Ejderhalık hayalinin tatlı çılgınlığından vazgeçmek değil, bu hayali büyütmek için ortaklaşabilmenin yolu...
Yaşayanla barışmak, dönüşüm için umudu yeşertir. Hijyen, şimdide tozun yokluğu olsa da, ölümlerden geriye kalan toz bulutu içinde nefessiz kalmaktır.
“Küf Beyazı”nda dile geldiği şekliyle, beyazın hayatı boğduğu ve “ölümün rengi” olduğunu sürekli hatırlattığı günlerdeyiz. Zor, karanlık ve nefessiz kaldığımız günlerde ortaklaştığımız en temel durum kalakalmışlık hissi belki de. Sibel Öz, tam da asılı kaldığımız yerde, bizi bağlayan ipleri, daha doğrusu bizi kendimizden çözebilecek parıltılı, küçük ama işlevsel ip uçlarını döşemiş öykülerine. Kendimizi sırtımızdan tanıyan olmayalım diye...
“Serçeler Ölürse” yi okurken fark ettim ki, en kapsayıcı haliyle büyük Zaman’ın ortasında, doğasız bırakılmaya zorlanmanın zor yokuşunda, bir kapana dönüşen toplumsal-tarihsel koşulların girdabında ve annesiz kalma endişesinin yarattığı yas sürecinde kendi hayatımla, yaşadıklarımla, öncenin blançosu ve sonranın kaygısı ile yüzleşmekten kaçamayacağım bir derin hesaplaşma döneminin tam ortasındaydım. Öyküleri ders gibi yuttum o telaşla.
“Serçeler Ölürse”, yoksunlukların dar çemberine sıkıştırılan serçelerin ortaklığının izini, farklı hikayeler üzerinden süren bütünlüklü bir yapı sunuyor. Her bir öykünün, okuyucuyu bir roman deneyimine taşıdığı da söylenebilir.
Bizi tüketen sonsuz zaman içinde, “küçük ve parıltılı şeyler” için, bir aralık, bir çatlak açmaktır belki de aslolan. Sibel Öz’ün öyküleri, Beyaz’ı hayata boyamanın öyküleri: “ Beyazsa, sadece ölümü, renksiz bir sonsuzluğu anlatıyordu. Orada hayaller yoktu. Hayallerin olmadığı, gölgelerin, koyulukların, açıklıkların, ışık oyunlarının olmadığı yerde ölüm olabilirdi sadece. Ölümün rengi beyazdı”(2015;118).
Öldürücü hijyeni, öteki her şeyi bakışın dışına süpüren kayıtsızlığı, kendi beyazlığının sömürgeci bilgisini anlamaya gönül indirmediğine zorunlu kılanı, dokunmayanı, mükemmelin nobranlığını, kibri, renksizliğe mahkum edeni, geçmişi ve geleceği bugüne bulaşan bir leke gibi göreni, sağır ceberrutluğu ve ölüm severliği anımsatır bana beyaz arzusu. Yaşamaya, kirlenmeye, temasa ve eskimeye duyulan alerjiyi ve dondurulmuş yaşamında görkemli bir ölümsüzlüğü arzulayanı. Kendi dışını Bozkır belleyeni.
Zoraki yaşamların çamaşır suyuna batırılmış renkleri ile soluklaşan suretlerini tanımaya çağırıyor “Serçeler Ölürse.” Soluk ve rengini yitirmiş görünenin hikayesine bakmaya, geçmişle barışmaya, bugünü hazmederek, geleceği çok uzak ya da çok büyüklükten çıkaran umut etmenin şafağına... (OY/ÇT)