“...(K)alıplar Füsun kalıplar buz kalıpları gibi seni şekle sokarak ve istediği biçimde dondurarak ruhunu ve kalbini ve aklını ve sen olan ne varsa onu yok ederek ve akışkan olmanı hiçe sayarak katı kaskatı ve sımsıkı ve hep bu oluş halinde, hayat çok adil değil mi Füsun, hayat sonsuz. Dişine bulaşmış rujdan daha önemli bir şey olamaz, eteğinden sarkan iplikten, kaçık bir çoraptan ve hafifçe yana eğmekten boynu bir öneri karşısında ve elbette reddederek ne varsa içinde seni sen yapan ve kabul ederek ne varsa dışarıda seni başka biri yapan. Ak Füsun yalvarırım ak! Su ol yeniden ve ak hayata!”
Ruhu ve bedeni ayırıp birbirine düşman belleten akıl, bir parmağını ruhumuza geçirmiş durmadan büyütürken ruh söküğümüzü, diğer parmağı ile kendi yarattığı defoya işaret edip, kusurlu ilan ediyor hepimizi. Buradaki hepimiz, bedeninini ruhundan, zihnin kargaşasından ayırmaya razı olmayanlardır kuşkusuz. Olduğu haliyle bütünlüklü yaşama arzusu güdenler, bu yüzden delidir toplum nezdinde. Oturup kalkmayı bilmeye verilen değer, yaşama duyulan saygıdan önce gelir ne de olsa.
Zeynep Kaçar ilk romanı “Kabuk”ta, uyumun batağında yaşam savaşı veren, ortalama dünyanın saklı hikayelerini anlatıyor. Gün gün dokunan, buz kalıbına dökülmekle dondurulamayan, insanca varoluşun bütünlüğünden yoksun bırakıldığı ölçüde içine kaçan-kapanan kadının dünyasına bakıyor. Tam olmak ve dengeye kavuşmak arzusu, gerçekliğin yakıcılığı karşısında ikame dünyalar kurmaya zorlarken, öz yıkımı da beraberinde getiriyor. Tamlığı ve dengeyi rüyada, kaçışta, delilikte telafi eden roman kahramanları için sıradanlığın korunaklı dünyası imkansızın kapısıdır. O kapıdan girmelerine izin verilmez. Kalıplara dökülen bedenleri, zihinlerinin karmaşasının izini sürmek istediğinde başlar sorunlar. Bütünlüklü ve dengeli olma hali, eylemsizlik ve boyun eğmedir makbul sıradanın dünyasında. Her şey olağanın sınırlarında yaşandığı ölçüde, “güvenli” yaşam mümkün görünür. Güvenlik, özelleştirilmiş bir garanti sistemidir; girişi var, çıkışı yok bir hapishanedir ve öylesine dışlayıcıdır ki kendi gibi olmayana, dışında kalan olağan olmayanlar da her şeye karşın özler bu kabuğu. Aslında özlenen yuvadır. Kurumsallaştıkça kabuksu sertliğe bürünen ve sınırları çizen, toplumun, ahlakın, ailenin, geleneğin el birliği ile kazdığı derin ve karanlık kuyudur olsa olsa.
İnsanın en temel gereksinimi olan tamlığı sağlayan aslında nedir? Tamlık aynı zamanda kendiliğindenliğin olağan olduğu, insanın nasılsa öyle olabildiği asgarinin varlığını duyurur. Kaçar’ın Kabuk romanı, özellikle “Ortalama bir dünya” başlığı taşıyan bölümde, bir imkansızlığın ya da bastırmanın ironisini ortaya koyar. Kabuk dışsaldır, sınırları belirleyen ve kuralı koyandır. Ailede her şey yolunda gibidir ve herkes aile olmalıdır vs... Bazıları için hayat sihirli biçimde yolunda giden ve hiç engel, pürüz tanımayandır. Ya da derin bir körlük ve hissisleşmedir... Ruh sarımsak tutulandır...
Ruhun kovulduğu yerde beden de bir enkazdır artık. Eylem yasaklandığında geriye kalan şuursuzca bir hareket etme arzusu ya da kabuğun içinde hapisliktir. O halde aşk ölür önce. Oysa Zeynep Kaçar’ın kadınları aşktan delirenlerdir. Güzelliğe ve tad almaya tutkulu günlük yaşamın sıradanlığı içinde, büyük arzular duyabilen saklı dünyalardır. Aşk ölürse beden durur, ruh kavrulur. Oysa toplumsal yaşamın “olağanlığı,” aşkı da belli etmeyecek denli, renksiz ve silik olmak zorundadır. Rengi solsa da tual, resmi barındırır. Kaçar’ın kahramanları, ya tuali yakanlar ya da aynadan yansıyan renksizliği parlak renklerle telafi etmeye çalışanlardır. Kumaşların, yemek kokularının, tasarımın dünyasında kendi renkli kabuklarını örmeye çalışanlardır.
Derin bir uyku, koma, sarhoşluk, ölüm... kabuğun dışında kalanların huzur bulduğu, neyse o olabildikleri, zihni askıya alıp salt beden olabildikleri sığınaklardır. Sığınak yaşamdan ötedir, gündeliğin diline gelmeyendir.
Geçmişin gölgesinde, zihnin savaşında bugün, geleceği sezdirmez bize. Ölümün, uykunun, komanın, velhasıl yokluğun telafisidir şimdiyi şekillendiren. Bellek geçmişin ağırlığını bugünün devinimsizliğine boca ederken, sonraya ilişkin soru sormayı unutturur okuyucuya. Ama gelecek hiç beklenmediği, düşünülmediği, hatırlanmadığı yerden zuhur eder. Füsun’un rahmine düşen bebek, kabuğun sakladıklarının telafisidir. Şimdilik! Ama salt beden olma arzusunun ötesine geçilen eşiktir aynı zamanda. Yeni ve yabancı olduğu kadar, eski ve unutulmuş ya da tanınmamış bir anlamdır. Anneyi anlamaktır. Hayatın kendi terziliğini, ustalığını kabul etmektir. Ya da eskiden mutlu eden böreklerin devamını sağlayacak bir ihtimaldir. Kadim olanın sıcaklığı ve yeninin tedirginliğidir.
Zeynep Kaçar’ın teatral kurgusu, kahramanlarının yer değiştirmeleri, telafi olarak diğeriyle bütünleşmiş suretleri, karakter geçişleri ile şaşırtıyor yola koyulan okuyucuyu. Bir de iç seslerin imla tanımayan sayıklama ritmi... Birden, konuşanın, içsesin girdabına çekildiğini duyuruyor insana. Kabuğun dışında kalan tekinsiz atmosferde, hikayenin temelini oluşturan “ana” kahramanlar arasında sürekli bir geçişlilik hali hakim. Kabuk içinde olanı anlatırken, kabuğu şekillendiren dış dünya silik. İçeriyi, sertleşmiş kabuğun altında kalanı anlatıyor. Kabuğun ayırdığı dış aslında içte taşınandır. Geçişlilikten çok bir içsellikten söz edilebilir. İçselleştirilen, kendiliği imha edendir. Bu nedenle içkin olanı ayırıp temizlemek de zordur. Tıpkı salt beden olmak isyeten, kendi neyse o olmayı salt bedenleşerek, kendini bedene ve devinimsizliğe bırakarak telafi arayan kadın kahramanların çarptığı imkansızlık gibi, kabuk, iç ve dışın maddesinden üreyendir. Kan, iltihap, yara ve oksijen hepsi bütündür.
Yine de... gelmesi beklenmeyen, beklenmeden gelen yine bir telafi ve ikame olacaktır. Ya da belleğini ağırlaştıran geçmişin gizemine boğulmamış bir zihin, anlamanın başlangıcı olan umut, kabuğu çatlacaktır. Kabuğun içinde olmak bir özlemdir. İronik olan tam da budur. En sıradan, en insani ve olağan olması gerekenin olağandışılığa zorlandığı yerde yuva kabuktur. Cehennem yuvadır. Ya da kabuğun içindeki ortalama hayatlar aslında kendiliğindenliğin mümkün ve yaşanabilir olduğu bir ortaklığı tanımlar. Böyle bir ortaklığın imha edildiği yerde, olağanlık da zorlamanın verdiği biçimle sabitlenendir. Sabiha, Saliha, Sezin, Efsun ve Füsun olağanlığı arzulayan, kendilerini aşan bir büyüklüğün ve iddianın değil, kendilik hallerinin mütevazı düşünü kuran olağandışılıklara hapsedilmişlerdir. Toplumsal cinsiyet rollerinin belirlediği, ailenin yüzyüzelikten çıkıp, yenler içinde biriken-biriktirilen kaçışların ve felaketlerin preslenme alanı olduğu yerde, kabuğun içinde olmak da dışında olmak kadar tekinsiz. İnsan belirsizlikle başbaşa kaldığında yitirdiği adalet duygusudur. Güven bilincin haritasını arzular, yakmak için de olsa haritayı. Haritasız bırakılanlardır, görünmeyenler. Bir de aşktan ölenler... (OY/ÇT)