İlhami Algör'ün “İkircikli Biricik" kitabındaki açılış cümlesi; “Çamaşırları kurutan rüzgardır, güneş değil”, çağrışımı bol bir duraksama anıydı benim için. Adalete ilişkin müstehzi bir gülüşe yol açtı daha ilk adımda.
Yüce’ye kıymık batırmış olmanın halet-i ruhiyesine uygundu. Ve büyük bir parantez açtım kafamda; romanın devamında bu cümleye geri döneceğimi sezerek. Adalet ki hepimizin asgaride bile çözülmemiş düğümlerinin kör terazisidir. Tüm kavgaların altından çıkan süpürülmüş toz yığını ve artık hiçbir halının örterek geçiştirmeye gücünün yetmediğidir.
Gündeliğin dokusu, büyük kurguya, mikro tarihler, büyük tarihe rağmen işini görme becerisine sahiptir. Yüceliği ve kuşatıcılığı kabul edilmiş, tanımlı, eril ve sabit olanın hükmüne rağmen, tanıma gelmeyenin, hareketin, karşılığı ödenmemiş kendiliğindenliğin ritmi dokur yaşamı. Rüzgar, bir hareket, süreklilik, inat ve serinlik duygusu yaratarak görür işini. Daha eşitlikçi bir seviyeden ve kavurmadan. Ama yine de fırtınayı ve tufanı da aklımızın bir köşesinde tutalım ister sanırım. Bir de aşındırma inadına şaşırmayalım ister belki. İlk cümleye, açıkta kalan sinir uçlarımla dokundum ben de...
“İkircikli Biricik”, okumaktan çok, konuştuğum bir kitap oldu. Hızlı da okunabilen bir kitap; muzip, yer yer alaycı ve başına buyruk göründüğü yerlerde dahi katmanlı bir yüzleşmenin tanıklığına yol veren. Ya da dönüp, ikinci kez, her fasılada yeni bir düzeye taşınan ve sürekli yeni mevziler açan bir sohbete eşlik eder gibi de okumak mümkün.
Her fasıla, başlık olmaktan çok sohbeti açan bir çağrı sözü ile açılıyor ve kulak kesiliyoruz. Meddahlık gibi biraz da... Dinlemeye gönül indiren, bakan, dinlemeye, bakmaya, anımsamaya çağıran. Konuşulmaya gelmeyenin, “iç”e ait olanın ve “iç”in formüle gelmezliğinin hakkını, kahramanlık taslamadan gözeten bir roman. Sözün ötesine geçen, görülmüş, yaşanmış ve yaşanmakta olanın biricikliğini anımsatan ve kendini alacaklı çıkarmayan bir anlatım.
Nesneler konuşur mu? Ya da nesnelerle konuşana “deli” diyenlere idrak yoksunu diyelim mi biz de? Yok! Yazara sadık kalıp kimseyi borçlu çıkarmayalım. Nesnelere anlamını veren bellektir çünkü. Nesneler dünyasının ortasında kalmak ve “kalmayı” seçmek, belleğin çağırdığını duymaya dönük olmaktır biraz da. Taşımayı göze almak ve taşıdıklarıyla hemhal olmaktır, insana bir iç evren kazandıran. Bir kent karakteriniz olabilir bu yüzden. İstanbul gibi... Çünkü İstanbul, İstanbul’u yurt edinenlerin heybelerinde taşıdıkları tarihleridir biraz da. Her tarih biraz daha çoğaltır ve her tarihin attığı yeni düğümle büyür İstanbul’un hikayesi. Ve bu hikaye, ceberrutluğu kendi simyası ile çözmeye meyillidir.
Sözünü doğrudan ve bağırarak söylemez belki ama, bildiğini yaşamanın binbir yolunu ve biçimini yaratır. Yaratıcıdır. Ukalalığı biraz da bundandır. Ve eğlencelidir. Takılıp kaldığını, başka bir tarihin fısıldadığı kadimlikle aşmayı dert etmez. İcattan da geri durmaz.
İstanbul’un hayat bilgisini severim. Okullarda kafamızda yarık açan ceberrutlukta değildir, katlanılası bir zorluğu vardır. İkirciktir belki ama biricikliği de yaşatır. İlhami Algör’ün kitaplarında sevdiğim, belki de, İstanbul olan ve büyük harflerle yazılmaya gelmeyen ama her semtinde ve sokağında hala olanca çeşitliliği ile akan bu bilgidir.
Akademiye gitmek ve ruhu zımparalatmak yerine, İstanbul’da sokağı yaşamayı tercih edebilir hayata meraklı olan biri. Hayat, uzmanlığa gelmeyendir, olsa olsa bilgeliğe yol aldırır. Sabit, tanımlı, nihayete ermiş bilgiden, yani müfredattan haz etmez. Nedensiz ve süreçsiz verilen sonuçlardan yani.
Bir insanı sevme biçiminiz, kimi, neyi esirgediğiniz, çayı nasıl demlediğiniz, rakıya en güzel mezenin ne olduğu, yarenlik yapamadığınız yardan kalan yeşil bornozun yersiz yurtsuzluğunun sıkıntısı, üç ayaklı bir kedinin söze dökmediği başına buyruk ama yine de sokulgan sesi, “saçı rüzgarlı kadının” bilgeliği, “yüzü ışıklı kadının” uçarı neş’esi ya da “köprücük kemikli kadının” yerini bulamayan sesi, Dirayet Hanımın ve Şehnaz Teyzenin, hayatı, bir sorudan ibaret görmeyen nev-i şahsına münhasır ve bir o kadar da bilindik-tanıdık gelen müdahale biçimleri, aranmaya ve bulunmaya gelmeyen Abbas’ın yine de esirgendiği bir kadir-kıymet bilirlik, Zerbal Baba’nın esirgeyen, bilge ve muzip şefkati, Cumhuriyetin bir zulüm ve toplum inşası parodisi olduğunu yüze çarpan, “...dayke” diyen son nefesin, koca bir tarihi yalanlaması bir solukta... Sahi “Konu ne?”
Tüm bunlardır belki de, “Sorun ne?” Ya da “Konu ne?” sorularını, büyük harfli tarih ve edebiyatın saraylarında kendi hallerine bırakıp kaçma isteği ve yaşamaya devam etme arzusu yaratan. Yüksek yerlerden bildiren yüksek ve ayarsız sese karşı, bir iç ses ve onu konuşturan bir iç’e imkan tanımak, susturmamak, göze almaktır belki de konu. Anlamın boşaldığı bir dünyada yeni bir dil kurmaktır, belleğin esirgedikleriyle...
Ses-sessizlik-rüzgar-ay ışığı-kedi-nesnelerin fısıltılı dünyası-karşılaşılan ya da karşılaşılmadan geçilen insanlar... Müzik. Sokağın sesi, ritmi! Kendi yolunu döşeyen sözü söyleme biçimi. Güneş değil rüzgarın hakkını veren, sabitliğin ve tanımlanmışlığın mutlaklığından ziyade, değişkenin, süreksizin, rastlantısalın hakkını gözeten dengeyi anımsamak, geçicilik payını gözeterek. Hayatın güfteye gelmez ritmine uymak biraz... Esirgeyen cümle kapısının, neye ve nelere açıldığının izini sürmek...Esirgemek bir tanıklığı, göze çarpanı, orada olanı ve yiteni...
Elde kalem yazıya durmuşken ve “ Konu” kaleme gelmeye direnirken, es geçmek onu ve kalemin sadakatsizliği ile kağıtta beliren “geniş bir sine”nin, kalemin “nedense oraya fazla çalıştığı” köprücük kemikleri ile sureti esirgeyenin ve esirgenenin, peşine düşmek... Algör’ün nev-i şahsına münhasırlığı, meseleyi-konuyu-sorunu ve soruyu ya da böyle kodlananı, “su akar yolunu bulur” sakinliğinde ve muzip ve ironik “Dilbaz” lığı ile dokumasındadır. Gözümüze parmak sokanlardan bezmişken bu sakinlik, serinlik duygusu veriyor ne de olsa. Dilbaz’ın kıvraklığı yaşantıdandır. İstanbul’un hayat bilgisi dediğimi, biraz buradan sezmek mümkün olur belki de...
Belki de sohbet duygusunu yaratan sözü söyleme biçiminin sezdirdikleridir:
“Hikaye kuruculuktan çok benim dilimde bir olay var, o da sokak sesleriyle oluşuyor. Osmanlı bakiyesi sur içi İstanbul’unda doğdum, büyüdüm. Orada Rumu, Kürdü, Ermenisi, Yahudisi her çeşit adam vardı. Hangi duygu hangi kelimelerle ve nasıl bir ses grafiğiyle aktarılır, nasıl küfredilir ya da nasıl bilmem ne yapılır. Tabii bir de aile var, Dersim kökenli bir aile, onların da bir dil grafiği var. Yani bir tür kulak otizmi denebilir mi bilmiyorum ama benim kulakta birçok ses var abi. Dil itibariyle benim kalemimi besleyen odur.”
Heybe ya da bagaj diyelim, ona yüklediğimizden fazlasıdır; topladığımız seslerin, bize çarpan renklerin, mekanı ve zamanı ölçülebilirlikten çıkaran azade kokuların ya da farkında olalım olmayalım bize bir “iç” kazandıran görmelerin, sezmelerin hengamesidir. Derli toplu ve steril olandan, hijyenden, annemizin terliğinin yarattığı kalıcı tedirginliğe karşın, gerçeklik denilen bu hengameye kaçarız yine de. Ve eğer dert sahibiysek, bu hengameden bir hikaye dokur ve yüklenenden fazlasını taşıdığımızı görürüz. Dilin kovduğu yerde, sesin-rengin-kokunun ve nesneler dünyasının çağrışımları ile kendimizi inşa ederiz.
Sözden ziyade söyleyişin peşine takılmak değildi, sohbete takılma sebebim “İkircikli Biricik”le. Ama söyleyişin kıvraklığı ile söze varmak da, sohbeti demlendiren hünerdi. Daha ilk cümlede çarpan imgenin muzip tonu, sözün yalınlığının çoğul çağrışımlara tanıdığı imkânı duyurdu. Hüküm bildiren bir tondan ziyade, kapı önünde çekirdek çitleyen teyzelerin, muzip ve her gün yinelendiği için sınanmışlığı ölçüsünde kabul görmüş, “öteki” bilgisi gibi. Okuma süresince okuyanın iç sesini provake eden cinsten. Okumanın pasif düzleminden çıkıp, sohbetin, karşılıklılığa dayalı ritmine ulaştığınız noktada, kendi iç sesinizin harekete geçmesi gibi bir şey. İç ses, içi olanı rahat bırakmaz zira.
Romanın devamında, giriş cümlesine döndüren, “henüz değil”lerle ilerleyen Ariadne’nin İpi de, “Adalet”e, en mülk olmayan temelinden bakabilmek ve bir iç’e ses vermektir belki de. Belki de “konu” ve “sorun” budur. Belleğin, mekan ve zamanı yerinden eden oyunculluğu, kesinliklerin diline biber sürerken, “sahip olmak” ve “elde tutmak”lığın kibirli ve ısrarcı kesinliği ile nasıl baş edilir? Balkon perdesi, eteklerindeki tavus kuşları ile rüzgarda salınırken, annenin iç çekiş sesini duyan bellek, borcunu geçmişe mi, şimdiye mi öder? Ve gelecek bu durumda nihai alacaklı olmak durumunda mıdır? Ya bellek inanmamayı taşıyorsa gitgide derinleşen “iç”inde:
“ ... Veya geçmiş meğer geçmemiş ise, bir acı şeklinde ruhlara takılıp kalmışsa, acıyı sağaltması umulan adalet kara trene binmiş hiç gelmemişse, geleceği de yok ise, bir çocuk dünyayı iç çekilen bir yer olarak tanımışsa, elinizdekilerin birdenbire yok olabildiği, kimsenin ağzını açıp yok olmalara, edilmelere itiraz edemediği bir hayatta elde tutmak diye bir şey’e inanmamış ise...”
Para da, araba da, meslek de, sevgili de ve dahi “konu da”, mülk edinilmemenin boşluğuna düşer. Araba kullanmaya ve bir arabanın sahipliğine hevesi olmayan ama en çok da “bir yaya kaldırımına park etmemiş olmanın” gönül ferahlığını tercih eden biri için, adaletin sadece bir dil oyunu ya da hukuki bir kurgu olmadığı da açıktır.
Kitapla yaptığım ve bilerek tekrarlayıp uzattığım sohbetin nedeni, açılış cümlesinin etime batırdığı kıymıktı: “Çamaşırları kurutan rüzgardır, güneş değil.” Adalete dair bir tını, hakkı verilmemişi esirgemek ya da büyüklük arayan gözlerin kaçırdığı intim bir inat çağırdı beni, daha en başta. Herkesin eti kendi kıymığını arar belki de...
Zaten yazar da diyor ki:
“Ama yaş biraz kemale doğru gelince, sürekli eksik kalan hiç tamamlanmayan bir adalet duygusu olduğunu hissediyorum. Kara bir enerji gibi. Bu dünyadan benim payıma düşen, gördüğüm avucumda olan asla tamamlanmayacak bir eksiklik var. O yüzden mesela, bir gün Pınar Öğünç üç kitap üzerine Müzeyyen, Nezahat ve Kalfa ile Kraliça bir yazı yazmıştı, orada üç kitapta da olan ortak bir cümleyi bulmuştu. “Mesele nedir?” Bunun cevabı hâlâ yok. O soru hâlâ geçerli. Mesele nedir kardeşim anasını satayım ya? Anlatabiliyor muyum? Dert olsa olsa o olabilir. İncinmiş bir adalet duygusu ve asla yerine konulamayacak asla da tamamlanamayacak bir eksiklik olduğunu zannediyorum.”
Adalet duygusu incinenlerin ve içlerinde bir oyukla yaşayanların seveceği bir roman “İkircikli Biricik.” Hayatı yaşamayı dert edinenlere önerilir... (OY/NV)
* İlhami Algör, “İkircikli Biricik", İletişim Yayınları, 2016, 169 sayfa.