Elenmeye direnip kendi elek olana...
Her kuşak, kendinden önceki kuşağın hikayesini bir yokluk hikayesi olarak dinler bu topraklarda. Oysa kuşaklar yenilendikçe refah görünümlü yoksunluklarımız derinleşir. Hayatı yaşama biçimleri değişirken aynılaşır, aynılaştıkça boğucu bir hal alır, görmeyiz bazen. Yoksullukta eşitlenen yurttaşlığımızdır belki de kuşaklar arası sürekliliği sağlayan. Kavramamıza izin verilmeyen ve bir türlü dengeye kavuşamadığımız ama giderek katılaşan “kaideler” dir, bizi, kuşağımızı, kentlerimizi ve yaşamımızı belirleyen. Kendi sluetinden sıkılan kentlerin derin iç çekişleridir, yıllardan derme çatılan tarih. O yüzden görünürdeki hareket değişim, nefes alıp vermek yaşam sayılır kolaylıkla.
Çocukluğumun yokluk hikayesinin kenti Ankara’dır. Ve yokluğu geçmişe değil bugüne yakıştırdım en çok. Ankara devlet, devlet Ankara demekti ama gündeliğin içinde salvo alanlarımız da vardı. Sakarya bira parkı, elektrikli tramvay - ki sık sık taşıdığı yükün ağırlığından sigortası atan ve yolda kalan, cozurtulu halleri ile sokağa dair eğlencenin bir parçası olarak anımsadığımdır- Kocabeyoğlu pasajı, Zafer Çarşısı, Gima ve Set kafeteryaya ev sahipliği yapan Emek İş Hanı... Emek İş Hanı’nın hemen girişindeki PTT, resmi işlevinden çok Ankaralının buluşma mekanı olmasından ötürü yer alır kent hafızasında. Emek iş hanının tam karşısında, Güven Park’ın yanı başında, birbirinden orijinal modelleriyle sıralanan taksi dolmuşlar ve Kızılay’dan uzaklaştıkça çoğalan çamurlu sokaklar. Kızılay’ın Roma’ya özenmesindendir belki ama gerçekten tüm yollar Kızılay’a çıkardı.
Asfaltı az çamuru çok ama yine de şimdilerde olduğu gibi kirin derinine bulaşmadığımız sokaklarda, kentin ve kentli olmanın eşiğinde büyüdük. O çamur ki yaratıcılığımızın ilk pratik ve işlevsel malzemesidir aynı zamanda. Çamuru yontmak mümkün olmadığından yontucu değil, yoğurucu olduk sokak çocukluğumuzda. Oyuncaklarımız çamurdandı. Eskimesin diye dolaplara kaldırılılanlarla, onlara biçilen değerden ötürü mesafeliydik. Okulda macundan kalp, böbrek, ciğer yaptırırdı hocalarımız. Çamur özgürlüktü. Resim bir türlü beceremediğimiz korkulası bir yüktü. Cin Ali’yi model belleyenler kuşağıydık. Ve Kuzgun Acar gibi resim yeteneği olmayan öğrencisine, resimlerin gerisindeki hayatları anlatan bir hocaya geç kalmıştık.
Heykelden anladığımız cumhuriyetin ıslah rejiminde zihnimize kazınan ilk ve yegane görsel olarak Atatürk heykelleriydi. Birkaç istisna dışında, heykellerin yükseklerden bakan çatık kaşlarından anlamalıydık kentin ve sokağın sınırlarını ama toyduk henüz. Yine de hayatın çatlaklarında, dikiş tutmayanın izini sürmek için fırsatlar da varmış o naif günlerimizde. Binaların henüz tabela taşımaktan yorgun düşmediği, iyi kötü mimari kaygılarla inşa edildiği günlerde, tek tük sürprizler ve akışın estetiğine müdahale edenler de varmış, sonradan idrak ettik. Kavram sonradan gelirmiş hep, anladık. Bellek o gün kavranamayanı saklamış ve bizim için taşımış onca zaman. Sonra fark ettik. Yaşadığımız kentlerin, aslında ikinci ten olduğunu kavradık zamanla. Ondandır nefessiz kalmamız. İşaretler barındırır kentler bir ömrün haritasına çıkan yollarda. İzler biriktikçe bizi bütünleyendir kent. Ve kentler karakterimizin işaret levhalarıdır biraz da.
Bir İstanbul büyücüsüne dairdir hikayemiz. Onat Kutlar’ın deyimiyle “Bir geçmiş zaman ilm-i simya uzmanı” Kuzgun Acar’a...
Öldüğünde 9 yaşındaymışım. Üniversite çağıma kadar bilmedim Kuzgun’u. Oysa Ankara Emek İşhanının karşısında taksi dolmuşların hareketini annemin elini tutup beklerken, Kızılay yaşamımda sevdiğim iki şeyden biri de, ne olduğunu anlamadığım ama bilinmezliği ile bana büyülü gelen “Türkiye” rölyefiymiş. Diğeri cozurtulu ve tepesi attığında yolda kalan elektrikli tramvaydı. Gima ‘nın duvarında bana bakan anlam veremediğim nesne, zamanla kutup yıldızım olmuştu. O, anlamlandıramadığım ve hep orada olandı. Büyülü şeydi. 1974 duvardan söküldüğü yılmış ama ilginçtir uzun süre yokluğunu fark etmemişim. Ne zamandı bilmiyorum, duvarda Kuzgun Acar ismi dışında bir şey olmadığını fark ettiğimde kalbime bir çizik atılmış gibi hissettim. O büyülü şey yine büyülü bir biçimde yok olmuştu ve Kuzgun Acar henüz bilmediğimdi.
Ve zamanla, kentin değişimini yokluklardan anlamaya başladığımı sezdim. Binalar giderek, özel kurs ve dershane tabelaları ile yüzlerini kaybettiler. Emek İşhanı tümüyle karakter değiştirdi. Şimdi Kuzgun’dan boşal(tıl)an duvarında Turkcell’in antenli yaratıkları sırıtıyor olanca arsızlığı ile.
Kuzgun’un bir başka büyülü nesnesini, çocukluğumun İstanbul günlerinde babamla birlikte gittiğim Unkapanı Çarşısında görmüştüm, henüz farkında olmasam da aklımın bir köşesine ilişip kalmış Kuzgun Acar’ın şaşırtıcı imzası. Sonradan birleştirdim, görsel hafızamda yer edinen bu acaip nesneleri. Kuzgun’unmuş o acaiplik de aslında.
Kuzgun Acar’la o öldükten çok sonra karşılaştım ve garip ama sihirli raslantılarla hayatımda kocaman bir yer edindi. Tiyatroya bulaştığım üniversite günlerimde masklarından tanıdım onu ilk. Sonra heykellerine aşinalığım başladı. Derken onda beni çağıranın ne olduğunu anladım: Kaidesiz heykelleri kadar kaidesiz bir yaşam dokuyan, her zaman dışarlıklı ve her zaman göçmen ruhu. Derisinin rengini ruhuna taşıyan bir siyahtı Kuzgun. Hijyene, tanımlanmış ve kaideleşmiş olana, alışılmışlığı içinde tuzağa dönüşene çalımı ve “hurdaya” ve “çöpe” aşinalığıydı beni çağıran.
Kitaplardan, kataloglardan ve onu tanıyan insanlardan öğrendiğim Kuzgun, “seyyarlığı” sanatında yaşatmış, terk etmeyi, dağılmayı ve dağıtmayı olağan gördüğü kadar toparlamayı ve kapsamayı da toplumsal bir sorumluluk olarak yaşamış, kayıt tutmayan, biriktirmekten çok paylaşan, malzemesini olduğu kadar hayatı da keşfeden ve dönüştüren erken bir anarşist bana göre.
Kuzgun, vazgeçmenin simgesiydi en çok.[i] Yüce mülkiyet çağında kendi yarattığını dahi mülk edinmeyendi. Kaideler üzerinde yükseldikçe katılaşan suretlerin, kütlenin, ağırlaşmanın ve satışın karşısında, uçarı, neş’eli, kırgın ama savaşçı bir isim olarak, yersiz yurtsuzluğu ile sanat camiası denilen suretsiz kitlenin dışında kalandı benim için. Sanatın, tiyatroda Brecht’le anlam kazanan işlevselliği, Kuzgun’un yaşamında biçimlenmişti.
Hiçbir şeye şaşırmayıp her şeye alıştırıldığımız bu günlerde, en çok ürünleriyle insanları şaşırtmak isteyen, kendi “nasıl yapmalıyım?” sorusunu, toplumsal alanda “Bu ne? ve ne için?”le buluşturma arzusuyla ve verileni anlamaktan çok kendi anlam dünyasını harekete geçiren bir izleyiciye hitap etme tercihi ile önemliydi Kuzgun Acar. (OY/HK)
Hayat ve yoksullukla başederken, sanat çevresinden beklentisiz, sıfat ve statülerin piyasa değerini umursamayan, kendi yapıtını yüceltmektense kullanıma açan, rastlantısallaştıran, yaptığı işi olağanlaştırırken sıradanlığa meydan okuyan, kalıcılık ve üslupsal tutarlılığa prim vermektense, toplumsal işlevi problem edinen, kendine ve emeğine seyyah bir isim. Hem bulut, hem yağmur olabilen...
İşe yararlılık çoğu kez didaktizme yol açarken(ki büyük bir sorun değildir aslında), Kuzgun, yabancılaştırıcı ve yadırgatıcı biçim ve malzeme ile hem akademinin sınırlarını hem de kolektif bir sanatın kapısını zorlamıştır. Heykele, erken mi yoksa geç mi olduğuna karar verilemeyen bir ülkede, “heykel ne işe yarar?” sorusunu aydınlatmacı ufkun ötesine taşıyan da Kuzgun’dur. Ona göre heykel:
“(Ö)yle de yapsan olur böyle de. Taştan, mermerden oyarsın, çividen demirden dökersin, çanak çömlekten bükersin. Hepsi de olur... tepe noktaya bir yere koyarsın, süs olur; fırlatır atarsın çöp olur. Ama bir işe yaradı mı, o zaman öpülesiye, okşanasıya güzel olur, doğru olur.”[ii](Akt.Murat Ünal)
Çiviyi, metali, kümes telini ve eleği malzeme edinen “toplayıcı” ruhu, salt alımlanmak için değil, topluma dair olanı öğrenmek için de kuruyor bilmecesini. Dengesizliği geçici dengelere, cevap gibi görüneni sürekli yeni sorulara açan, yaratmaktan çok varolanın kodlarını kırmak ve dönüştürmek suretiyle üründen ziyade süreci sanatlaştıran Kuzgun, Brecht’in “eğitimcinin eğitimi” formülüne uygun olarak sokağı, fabrikayı, atölyeyi ve zanaati, sanatın toplumsal işlevine dahil etmesi ve toplumsal üretimin sunduğu malzemeyi bir olanak ve fırsat olarak işlemeye öncelik tanımasıyla ayrıksıdır. Gündeliğin gözlerden ırak emeği ve çöpü onun için gerçeklik olarak görünenin ardındaki süreçlere işaret edendir. Gözü bakmaktan görmeye zorlayan ve görmeyi harekete geçiren heykel, eskiz ve rölyefleri, görünenin soyutluğunu açığa vuran türdendir. Nesneyi değil, hareketi ve süreci, yontan değil, döken bir eylemliliktir onun sanatı.
Çivilerini “irkilmeden yanına yaklaşılamadığı için” çok seven Kuzgun, çivilerin pasif işlevselliğinin tersine döndüğü bir dünya inşa eder: “Atılan okun geri dönüşünü anlatmak istiyorum. Çivilerim alışılmış güdümlülüklere başkaldırışın türküsüdür.”[iii]
Elek ve kümes telleri ile yaptığı, kaide ve kütleyi yadsırken hacime farklı bir boyut kazandıran “Bulutlar”ı, benim açımdan Kuzgun’un ta kendisidir. Ferid Edgü’nün yorumunda, “tavandan sallanan bu hacimler(in), boşlukta ve boşluğu çevreleyerek ve çevrelediği boşluğu da görünür kılarak” çözdüğü mekan ve kütle problemi, ironik bir biçimde Kuzgun’un siyasal-bürokratik-akademik ve sanatsal ortamın değişmeden oturduğu kaideler üzerinde hantal kütlesiyle ve kapladığı hacimle sürekli kıldığı sorunu açığa çıkarır niteliktedir. Kuzgun Türkiye’nın bürokratik aklının tepesinde sallanan buluttur aynı zamanda. Kendisiyle ve dünyayla fazlasıyla barışık ve yapıp ettiklerine mesafesini yitirmiş aklın vicdan azabıdır. O bireysel kaprislerin dışına ve ötesine, kolektif vicdana iltica edendir.
Yaşadığı kentin ve soluduğu iklimin geniş ve derin “çöplüğünden” severek seçtiği her türlü malzemeyi birbiriyle olduğu kadar toplumsal olanla ilişkilendiren simyacıdır.
Onat Kutlar, “Paris’ten Hakkari’ye kadar başkaları için koşturmaktan, kendi yapıtlarını korumaya vakti olmayan” ve “inanılmaz bir hoyratlığın, cehaletin ve saygısızlığın en ortalık yerdeki yapıtlarını bile yok ettiği Kuzgun”dan kalan ne varsa, titizlikle korunması ve ona geç kalan kuşaklarla paylaşılması için ısrar eder. Kuzgun belki de kendi icadı olan “assez suffisant”[iv] ıdır bu değer bilmez ülkenin (Fransızca öğrenmeyi reddettiği için, farklı durumlarda kullanmak üzere uydurduğu ve Fransızca’da karşılığı olmayan bir deyim).
Binalar tabelalarla kaplanırken orada değildik. Heykel ve resim galerilere kapanmış ve satış değeri ile uzaklaşmıştı bizden. TOKİ estetiğini bize reva görenlerin piyasa iştahlarından kaçırdık gözlerimizi. Sinsice yok olan kent sluetleri yerine vitrinlere, yitirdiğimiz kamusal alanlardan önce kadınların türbanlarına ya da etek boylarına bakarken biz, tek tek elimizden kaydı sokaklar, caddeler ve insanlar. Betonlar gizliyor bizden hayatı.
Tarih saklıda tutulanın bilgisidir oysa. Bundandır Kuzgun’a özlemim. (OY/HK)
[i] Levent Çalıkoğlu “Sanat karşısında vazgeçme hakkını kullanan” diyor Kuzgun Acar için. Türkiye İş Bankası tarafından 14 Nisan-30 Haziran 2004 tarihleri arasında İş Sanat Kibele Sanat Galerisi’nde düzenlenen “Kuzgun Acar” retrospektif sergisi nedeniyle yayımlanan kitap.
[ii] A.g.y.
[iii] A.g.y
[iv] İkinci eşi Bige Beker’in aktarımı.