Adalet, kapitalizmin açtığı en derin yaradır
var olduğu düşünüldüğünde bile sebepsiz bir sızı gibi yokluğunu hissettiren...
KHK ihraçlarına ama en çok da Nuriye ve Semih’e...
Orijinal adıyla ‘High Noon’, Türkçe algılanışıyla ‘Kahraman Şerif (Western algısında kırılma yaratmayacak bir çeviri gibi görünse de gerçekte filmin tam da beklentileri kıran içeriğine ve üslubuna tersten bir gönderme yapar gibidir) özellikle senaristi Carl Foreman’ın Mc Charty döneminin ünlü soruşturma komisyonlarına ifade vermeyi reddetmesinden ötürü adının (şeytan-kahraman her iki durumda da) bir tür ayrık otuna çıkması ile dönemin namı yürüyen filmlerinden olmayı başarmıştır. Bu yönüyle de kült filmler arasındaki yerini korumaktadır.
Sadece senariste vurgu yapıp filmi böylesi bir ayrık otu duruşuna iliştirmek tümüyle yanılgı olacağından John Wayne tarzı western söylemine alışkın biz dünyalılar için Kahraman Şerif’i hak ettiği yere koymak bir borçtur her şeyden önce. Sahiplendiği dert hala geçerliliğini koruduğu içindir ki defalarca izlense bıktırmaz, her izlendiğinde sözü karşılığını bulur.
Kahramanların karton dünyası Amerika Birleşik Devletleri; büyük ‘Amerikan Rüyası’, nam-ı diğer ‘Sıçan Yarışı’ tarihinde nice kahramanlık öyküleri kurgulamış ve bu rüyanın sarhoşluğu ya da yarışın yorgunluğuyla oyaladığı insanların bıraktığı boşluğa, her koşulda, çok yıldızlı bayrağının simgelediği değerleri inşa etmeyi başarmıştır.
Bu yüzden teneke yıldızlarla donatılmış kanun adamları yazmaktadır kahramanlık öykülerini. “Kahraman Şerif” bu koca boşluğun hikayesidir biraz da. Boşluğu ilmek ilmek dokuyan, her saniyesi dolu bir film.
Kahraman Şerif, Amerikan popüler kültürünün en güçlü formu olan Western’i bumerang döngüsüyle tam da bu söylemin içinden vuran bir film. En dışarıda olanı dahi kendi ideolojik kurgusu içinde yeniden inşa eden Western, tür olarak ‘Vahşi Batı’nın kahramanlık öyküleri aracılığı ile sürdürür misyonunu. Özellikle Mc Charty döneminin yığınları korku ve sindirme aracılığı ile örgütlediği 1950’li yıllarda olduğu gibi, şiddet ve baskıyı iktidarın varlık koşulu olarak yeniden örgütleyen sistem, yarattığı ağır atmosferi gözlerden gizlemek için popüler kültürün anlatım araçlarına gereksinim duyar.
Carl Foreman senaryolaştırdığı öyküde, Fred Zinneman’ın aykırı sinema dilinin de katkısıyla, dönemin yalnızlaştırdığı insanları başkahraman yaparak, gözden uzak tutulanı, unutulmak isteneni, tam da unutmanın ve gözden uzak tutmanın en etkili aracı olarak kullanılan bir anlatı biçimine yerleştirerek ironik bir intikam alır gibidir.
Hollywood dahil yaşamın tüm alanlarını kuşatan soğuk savaş kurgusunun, en işlevsel şiddet gerekçelerini sunduğu ‘komünizm fobi’si ile içerikten yoksun, ancak boş tuttuğu içeriği keyfince doldurma telaşındaki yönetimin, toplumu ilmeklerine ayırma operasyonunun da su yüzüne çıktığı, travmatik bir dönemin alegorik anlatımı gibidir High Noon. Gerilimli ve tenha, boşluğun arafında bir zaman dilimine vurgu yapması bu yüzdendir. Bush öncesi High Noon’lardan biridir komünist avı ve avın yarattığı yüksek gerilimli tenhalık.
Muhafazakar, içe kapanmış bireyciliğin aşındırdığı toplumsallıkla hesabı kapanamayan Amerikan değerler sistemine ithaf edilmiş bir ağıt gibidir. İstikrar dönemlerinin tartışmalı, fikir çatışmalı (çoğu kez güçlü manipülasyon aygıtlarınca oluşturulmuş fikirler) “demokratik” ortamının, tehlike hasıl olduğunda korkudan sesi kesilen “yurttaşları”nın ölümcül sessizliği ile demokrasinin korku karşısında soluksuz kalışının yalın anlatımıdır belki de.
Film öğle güneşinin tam tepede ve yakıcı olduğu, sinirleri geren baskılayıcı bir zaman diliminde (ki filme adını veren de bu sıcak saatlerin gerilimidir) ve kasabanın eski yargıcının deyimiyle ‘hiçbir yerin ortasındaki sıradan, küçük bir kasaba’da (Western) geçmektedir.
Yine yargıcın deyişiyle;’Burada kayda değer şeyler yaşanmaz’ , yaşanamaz. Oysa ki biz, içinde insan olan her yer ve zamanda kayda değer bir şeyler olacağı inancına ya da beklentisine her zaman sahibizdir. O halde bu yanılgımızın kaynağına inmek için yönetmenin mesafesine sadık kalarak filme yakından bakalım.
Filme mekan olan Hardley kasabasının, ova boyunca uzanan ıssız bir tren yoluyla ‘bir yer olan’a bağlanmanın dışında pek bir özelliği yoktur gerçekten de. Diğer kasabalar gibidir. Kuzey, din-hukuk ve kanun için görevlendirdiği kişiler ve döşediği demiryolu ile bu ‘hiçbir yer’ olan kasabayı, ticaret, inanç, aile, kanun gibi düzenleyici araçlarla bir yer haline getirmeye en azından niyet etmiş görünmektedir.
Film kasaba dışında başlar. Önce bir şeyler ya da birini bekleyen bir tek kişi vardır. Sonra ikinci kişi gelir ve sonra üçüncü. Bu kökü dışarıda gizemli buluşma sonrası üç atlının yöneldiği hedefi merak ederken, kilise çanları eşliğinde bir kasabaya yol almakta olduğumuzu anlarız.
Sıradan ve inançlı kasaba halkı kiliseye toplanırken, sokaklardaki tek tük insanların tepkisi bize üç atlının kasabaya gelişinin pek de hayra alamet olmadığını sezdirir. Kilise çanları cemaati ibadete çağırmaktadır ve aslında tehlikenin yakınlığını sezdiren zamanlaması ile “tehlike çanları” deyimine hakkını verir niteliktedir. Film süresince başrol zamandadır. Filmin (takriben 10.35-12.00) gerçek zamanlı gerilimine ve bu gerilimi yaratan bekleyişe biz de dahil ediliriz.
Kilisede cemaat pazar duası için toplanmışken, kiliseye gitmediğini daha sonra anlayacağımız şerif, bir Protestan kadınla şerif bürosunda evlenmektedir. Will Kane, evlenip,şeriflikten de ayrılıp kasabayı terk edecekken, zamanında hapse attırdığı, kimi kasabalının eğlence ve kazanç kaynağı, kiminin de korkulu rüyası olan Frank Miller’ın kasabaya geldiğini öğreniriz.
Bu noktadan sonra, sıradan, sakin ve inançlı insanlarıyla bir süre “düzeni” yaşamış Hardley kasabasının ürkütücü dönüşümüne tanık oluruz. Bu süreçte dönüşümün yönüne dair ilk ve anlamlı ipucu kasabayı terk etmeye hazırlanan yargıç tarafından verilir. Frank Miller kasabaya gelirken ilk olarak hukuk çekilir huzurdan. Kanun adamının yakalayıp, hukukun yargılayarak suçlu bulduğunu, ‘Kuzey’ affetmiştir.
Yargıç aynı zamanda film süresince kahramanlığın çifte algısı ya da izlenimi üzerine geliştireceğimiz tanıklıkların da anlamlı bir yorumunu verir. Amy’nin şerife, geri dönme ve kasabada bekleme ısrarı karşısında ilk tepkisi ‘Kahramanlık taslama!’ uyarısında netleşirken, şerifin kararlılık dozu bu kez ‘aptallık’ sıfatına layık bulunacaktır.
Bir eşin duygusal hezeyanları diyerek gözden uzak tutmayı tercih edeceğimiz bu durum, Yargıç’ın katkısıyla bir adım öteye taşınır. Yargıç için de bu tercih aptalcadır. En önemlisi de ‘ yurttaşlık dersine zaman yok’tur. Çünkü aslında yurttaşlık derslerinin içeriği her zaman ve her yerde ‘Düzen adına ve düzen için’, fedakarlık, sorumluluk, görev gibi kulağa hoş gelen ama her zaman da bir kurban gerektiren tınılarla inşa edilmiştir.
Yargıç’ın duvardan indirdiği adaletin ‘kör’ terazisi, ortalıktan toparladığı hukuk kitapları ve dertop ettiği Amerikan bayrağı bu sürece eşlik eden M.Ö. 5.yy Atina’sının hikayesiyle filmin en anlamlı sahnesini oluşturmaktadır. Atinalılar’ın önce sürgün ettiği sonra başlarına geçirdiği itibarlı kişisiyle, Hardley’in Frank Miller’ı arasında fark yoktur.
Bir güçlünün sürgün ettiği, sürgünü alkışlayanların aslında neyi alkışladıklarını da bilir; ve bu bilgidir onu dönmeye cesaretlendiren.
Sürgün herkesi de mutlu etmemiştir zaten. Frank Miller’ı özleyen eğlenceye düşkün kasabalı sayısı da azımsanacak gibi değildir. Hadi “kötüler” diyelim, daha en başta taraflarını son derece ikna edici bir biçimde belirlerken, “iyiler” (iyi olmayı hak edecek bir sınanmayla neyse ki karşılaşmamış oldukları için) gizli çekilişleri ile kasabayı boşaltırlar.
Her birinin nedense kendilerini de ikna etmeyen gerekçeleri vardır. Bu ikna olmamışlık en çok sessizliklerinde açığa vurulur. Aslında herkes için tek ve yeterli bir ikna edici durum vardır; mesele Frank Miller ile şerif arasındadır ve zaten şerif artık şerif değildir. O giderse sorun da çözülecek, aynen istasyondaki şef ya da oteldeki resepsiyonist gibi, seven de sevmeyen de tarafsız bir tebessümle karşılayacaktır Miller’ı.
Tam da bu gerekçedir şerifi hem kahraman, hem de düşüncesiz bir çıbanbaşı yapan. Yine bu durumda ona öğretilmiş olan kanun adamlığı ile ilgili tutarlılıklar, kasabalı için, gitmeye zorlanmasını haklılaştıran gereksiz, boş ve aptalca kaprislere dönüşürler. Değerler kişiselleştikçe, paylaşılmaları da duruma bağlı, içeriği o durumun belirleyiciliğinde oluşturulan, boş kalıplara dönmektedir.
Şerif, belli ki kasabanın düzenini sağlarken, belli ölçülerde de ayrık otu durumunu pekiştiren bir dışarıdalık yaşamıştır. Kiliseye uğramayan, bir ırksal ayrık otu gibi duran Meksikalı, hem de Frank Miller’ın eski sevgilisi Helen Ramirez’le uzun ama kurumsal olmayan bir ilişki yaşayan ve sonuçta da bir Protestan’la evlenen şerif, tüm bu tercihleri ile varlığına, işlevselliği ölçüsünde katlanılan bir “öteki” olmuştur.
Derisinin rengi beyaz olsa da, vicdanları gizliden gizliye rahatsız eden bir ötekidir zaten. Kasaba, onun düzen sağlayıcılığına ihtiyaç duyan, kötülüğü örgütlemekten çok sessiz tarafsızlıkları ile kötülüğün yolunu döşeyen ve bu yüzden de ‘iyiliği henüz sınanmamışlar’la, kötülüğün yarattığı kaosun ekonomik nimetlerinden faydalanan ve kasabanın düzen öncesi “eğlenceli” günlerini özleyen, sınanması zaten gerekmeyenlerle ikiye bölünmüştür. Şerifin yardım arayışında bu ikinci grup zaten kendini hemen belli eder. Onlar zaten ‘kötü’dür. Amerikan çizgi filmlerinin ve melodramın, basit ve basitliği ölçüsünde yanıltıcı “iyi-kötü” ikilemi işini görür gibidir.
Şerifin, Miller biraderlere giden uzun cehennem yolunun ve Zinneman’ın mekan kullanımında vurguladığı boşluk içinde giderek büyüyen yalnızlığının taşlarını döşeyenler ise gerçekte düzene bağımlı, kilise müdavimi, işler yolunda gittiği sürece iyi, içe kapanmanın tehlikesiz erdemini yaşayan ‘iyi ve sıradan’ ve de ‘namuslu’ kasabalılardır.
Yaşamak için kasabalarının sınırlarına gereksinim duyan ve sınırların ötesini sorgulamak gibi yorucu işlere katlanmaktansa, evrene kilise aracılığı ile ve ‘yorumcunun’ gözüyle bakmayı tercih eden, adalete sınırlarını koruduğu sürece sadık, ancak oluşumuna katkıda bulunmadığı hukuk, onu riske atacak kararlar verdiğinde de, içe kapanmışlığı katlamanın ötesinde bir çözüm üretmek konusunda engelli ve bu yüzden tehlikeli ‘zararsız ‘insanlar.
Şerifin gerçek düşmanları onun gücüne karşı çıkanlar değil, gücüne sığınmış ve “güvenliğe” alıştırılmış insanlardır. Onlar günlerini işlerini yaparak, çocuklarını kendi bildikleri doğrulara göre büyüterek ve dua ederek geçiren sıradan insanlardır. Ancak kilisede de izlediğimiz gibi, eşik durumlarda rahibin bile dili tutulacaktır. İnsan öldürmek kötüyse, şerifi onaylamak da, reddetmek de günah işlemektir. Ne hoş bir eylemsizlik bahanesidir, “şiddet” karşıtlığının sorgulanmamış rahatlığı ve tarafsızlığı...
Hukuk çekildikten sonra din de susar.
Tartışmanın şiddetinden korunmak için kilise dışına gönderilen çocuklar ise oynadıkları oyunla büyüklere nazire yapar gibidirler. Karşı karşıya gelen iki taraf kazanmak için birbirine kenetlenir. Güçlü kenetlenen, karşı tarafı kendine çekecektir. Oyun, önünde sonunda çocukları hayata hazırlayandır. Kazanmanın ve kaybetmenin kurallarına ve oyunu birlikte oynama ihtiyacına ya da sorumluluğuna dair, gerçekle bağı kurulmayan, kurulması da gerekli görülmeyen, erişkin olmayanların oynayacağı türden bir şey.
Hukuk, din, devlet üçlüsü, sıradan insanların geçerli ve geçerliliği ölçüsünde de son derece ikna edici ihtiyaçlarını, yani hayatta kalma ve anlamlı bir hayat sürme haklarını korumaya muktedir olmadıkları içindir ki, kasabayı dolduran tek şey korkunun yarattığı sessizlik ve yaşam alanının boşluğudur. Her biri korkak da olsa “haklı”dır.
Şerifi ve kasabalıları karşı karşıya getiren ve kilisede bağışlayıcılığı ile anılan ‘Kuzey’, bu boşluğu yaratma pahasına sahip olduğu zenginliği, bir umut olarak tren yolunun diğer ucuna koyduğunda, erdem de tek varlık alanı olarak ‘öteler’i yurt edinebilir. Kilisede yapılan tartışma bu yüzden anlamlıdır. Bir yönüyle vatandaşlarından vergi alıp onlara yaşam güvencesi sunmayan, affettiği suçlularla onları başbaşa bırakan Kuzey, diğer yönüyle, kasabanın ortasından geçirdiği tren yoluyla onlara zenginleşme vaadinde bulunandır. İyi vatandaş olurlarsa, çok çalışır ve hedefe odaklanırlarsa, onlar da görmedikleri diğerleri gibi refaha ulaşacaklardır. Refahın bedeli uyumlu olmaktır; hafif görünen ama yavaş öldüren bir bedel!
Erdem bir hayal midir bu durumda? Kahramanlar ve kurbanların ötesine geçen bir toplumsal tahayyül neden arzulanmaz? Sorumlulukla ilişkisi var mıdır bu türden bir arzunun? Erdem kişisel bir tercih midir? Yalnız yürünen bir yol mudur?
Zinneman’ın şerifi yerleştirdiği, estetik açıdan (yanıltıcılığı ölçüsünde) mükemmel, ‘sonuna yürüyen kahraman’ sahnesi de varlığını, korkulara teslim olmuş ve gücü, dolaylı ya da doğrudan alkışlayan Atinalılara, kendi olamadığı her şeyi ayrımsız yücelten ya da imha edenlere borçlu değil mi?
Finalde, berberin “öngörüsü” ile yaptırılan dört tabutun, müşterilerini belirleyen ve hem kendi davasını “kazanan”, hem de kasabayı yeni bir korku-kaos-eğlence döngüsünden “kurtaran”, önceki yalnızlığına inat, çevresi insanlarca kuşatılan şerif; tenekeden yıldızını haklı bir gururla yere atan şerif, acaba nereye gidecek? Her biri Hardley ile aynı prensipler temelinde oluşturulan hangi kasabaya gidecek? Gidebileceği bir yer var mı?
Mc Charty gidilecek bir yer olmadığını, hem uyguladığı şiddetle hem de bu şiddetin gönüllü ya da gönülsüz destekçileriyle göstermişti. Bush, yarım kalanı çağın koşullarında yeniden örgütledi. Hem de ‘Yurttaşlık-Vatanseverlik Yasası’ gibi ulvi nitelendirmelerle. Trump bir trajedinin değil ucuz bir komedinin kahramınıdır artık.
Demek ki şahsileştirilen şiddet ve sömürü, melodramdan öte bir ufuk sunmuyormuş.
Kanunların adaleti sağlamadığı, hukukun adalete bir içerik kazandırmadığı, dinin insanları bir arada tutan bir değerler zemini yaratmaktan çok, ödül-cezalarla yaşamı kurallaştırdığı bir yaşam, birlikte bir bugünün yaşanamadığını ve bir geleceğin de tasarlanamayacağını göstermektedir.
Daha naif zamanlarda, yapıldığı maddeden çok, sembol olarak ona yüklenen değerle anlam kazanan şeriflik yıldızı, zamanla değerli maddelerden yapılan ve rütbelere ayrılan madalyalar, Çöküş filminde Hitler’in çocuk ve gençlere yıkımın ortasında iliştirdiği madalyalar kadar anlamlıdır ancak. Yakalarımıza madalya iliştirilme koşulunun, Frank Miller’ları ihtiyaç duyulan kargaşayı örgütlemek üzere affeden adaletin, gönüllü sürek avcıları olmamızdan geçtiği de aşikardır. Kasabamızın refahı bu adaletin yüce gönüllüğü ile sınırlıdır.
Şerif kahramandır çünkü adalet bir tek insanın gücüne teslim olmuşsa, adaletin gerektiği durumda sessizlik “doğaldır”. Ve her uzun sessizlikte geveze birinin ortaya atılması da doğal değil, utanılası bir olgudur.
Bir Protestan, bir Meksikalı, eklem iltihaplı eski bir kanun adamı, 14 yaşında bir hevesli ve başına buyruk bir şerif, kasabanın ayrık otları olarak, sınanma gününde de bir araya gelebilecek güçte değildirler elbet. Kimseyle sorunu olmayan ve kaybedecek şeyleri olan sıradan insanların her biri, “geçerli” bir mazerete sahiptir. Onlar çoğunluktur ve istikrar isterler.
Politikanın boşalttığı alanı ‘Yurttaşlık dersleri’nin müfredatına sıkıştıran bir sistem, hayatı, eğitim-aile ve din ekseninde yeniden örgütleyerek, kimsenin kimseyle sorunu olmamasını formel olarak garantiler. Kimin kimle sorunu olduğu ise en ufak bir müdahalede açığa çıkmak üzere sisteme içkindir. Bu nedenle klasik Western kurgusunun tersine, kahraman şerifimiz topluluğa, ‘geri durun ben yeterim’ diyen bir kahraman şerif değildir. Aksine yardım isteyen, korkan, ‘ben tek başıma kalmak istemiyorum’ diyen nahif bir şeriftir. John Wayne’i mezarında ters döndürecek türden bir şerif.
Son olarak, klasik Western üslubunu ve algısını filmin ilk saniyelerinden sonuna dek kırmayı sürdüren müzik, Vahşi Batı’nın maço değerlerine bir nazire gibidir. ‘Do not forsake me oh my darling’ sözüyle daha baştan bir anti-kahraman izleğine zemin oluşturmaktadır. Müziğin, atın tırıs yürüyüşü, tren ritmi ve kalp atışları ile uyumlu dizgesi, özellikle şerifin kasabayı baştan başa dolaştığı sonuçsuz arayışı boyunca yalnızlığını katlayan her durumda devreye girmekte ve ona eşlik etmektedir.
Yüzüstü bırakılmak istemediğini haykıracak denli gerçekçi bir arayış. Ancak kahramanların işlevsel gururlarına ayarlı algının, bu talebi ayıklayıp fark etmesi de, seçmesi de öyle hemen olacak iş değil.
Olağan durumlarda demokrasi, mümkün ve barışçıl bir dizge sunar görünmektedir. Kim için olduğunu sormadığınız sürece, herkes için olduğu yanılsamasını yaşamak da mümkündür. Filmin kilise sahnesi, Amerikan yerel- “doğrudan” demokrasi deneyiminin cemaatçi boyutunu (herkesin eşit söz hakkına sahip olduğu ve fikrini özgürce savunduğu gibi bir yanılsamayı açığa çıkaracak biçimde) ortaya koymaktadır.
Ancak bu pek de sınanmaya dayanıklı bir dizge olmasa gerektir ki en ufak bir sarsıntıda insanlar, demokrasinin içerdiği varsayılan erdemleri gözden çıkarmak konusunda oldukça hevesli davranabilmektedirler. Kolektif yaşamı, birlikte üretilen ve sınanmaya açık değerlerden ziyade, sistemli bir biçimde yaratılan tehditler ölçüsünde örgütleyen bir kanun sisteminin kurucu ilkesini, kasabaya kara dumanlar yayarak gelen trende yeterince hissediyoruz sanırım.
Ama olsun bizim de duble yollarımız var... (OY/YY)