Ankara’da uzun yaşamaya dair sırlar sair önerilerin olduğu Pusu’la güzergahında keşfe çıktığınızda, Lavarla Spotify’deki ‘İçinde Ankara Geçen Şarkılar’ listesini açıp dinlemeniz hasseten önerilir.
Amentüsü “Her insan ve her hikaye ucundan Ankara’ya dokununca anlatmaya değerdir”, olan ‘Lavarla'nın web sitesinde, kente dair yemek, müzik, tarih, sanat, sinema, edebiyat, popüler kültür kent kültürü, kentlilik kültürü, mekanlar, mimari, insan hikayeleri, nostaljik şeyleri bulmak ve her tür etkinlikten haberdar olmak mümkün.
“Ankara'dan bir kuş uçtu/
güneye doğru/ kanatlarında sevdanın/
kar bulutları”(1)
“Ankara Keşif Haritası: Pusu’la, Ankara’nın hafızasını canlı tutmak için çabalayan ‘Lavarla’cı’ların çok yönlü emeği, Vehbi Koç Ankara Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin (VEKAM) desteği, Öykü Özer’in illüstrasyonları, ‘garajtasarım’ın yaptığı tasarım sonucunda Ekim-2017’de yayımlandı.
“Uçarı bir hafiflik/
Uçuşuyor başımda/
İnanamıyorum/
Yarım gün uzakta Ankara”(2)
Pusu’la, 40x67 ebadında, açık çay renginde, ön yüzünde Çankaya, arkasında yüzünde Ulus haritası var. Ayrı renklerle eğlence, yemek, kültür sanat, dinlenme, tarih, alışveriş, Wi-fi, metro, dolmuş durakları bisiklet rotası, kahve noktası ve taksi vb. belirtilmiş. Haritaların üzerinde Çankaya için 39, Ulus için 31 mekan minyatür ikonlarla işaretlenmiş. Yer ve mekanlara dair çok hoş metinlerin de olduğu Pusu’la sayesinde Ankara’da bildiğiniz yerlerle hasret gideriyor, bilmediklerinizi not alıp ivedilikle keşfetme planları yapıyorsunuz, mecburi.
Pusula: Çankaya
Kendi rotanızı çizmek için Pusu’la’yı rehber edinip önce Kızılay’a gidelim. Mesela bir gün, Can Balık’ta ucuza karnımızı doyuralım, Down Sendromlu gençlerin servis yaptığı Cafe Down’da maden suyu içelim, Kızılay’ın taşkalasının hem içinde hem dışında kalıp Saraçoğlu Mahallesinde 40’lı yılların mimarisinde yürüyelim, Yüksel Caddesi pasajlarında amaçsız gezinip banklarda oturalım, ‘korunmaya’ alınmış insan hakları anıtı önünde fotoğraf çektirelim, Kızılay Büyülü Fener Sinemasında ‘Başka Sinema” seansında film izleyelim. Sonra da kıymasız Ankara dönerini midemize gömüp, Eski Yeni’de eski kırkbeşliklerle dans edelim. (Öneri: Bu tur maaşların alındığı hafta sonuna denk getirilmeli, bence.)
Bir başka gün arkadaşımızla Mülkiyeliler Birliği önünde buluşup, günün neredeyse 18 saati farklı hareketlilikte olan Yüksel-Karanfil-Konur sokak üçgeninde gezindikten sonra Dost Kitabevinin kitap labirentlerinde kaybolalım. Bakanlıklara uzanan yoldaki bir büfeden su alıp her mevsim ayrı güzel olan Meclis Parkında insanın –en azından benim- yüreğini ağzına getiren Kay-kaycı gençlere sırtımızı dönerek- soluklanalım.
“kimse keman çalmaz belki ama
çok keman çalınsın balolarında diye
yapılmış gri sisli binalar.(4)”
Bir başka gün Kuğulu Park’ta oturup Ata Abinin akerdeonundan yükselen ezgileri dinleyelim, Varuna Gezgin Cafe del Mundo’da arkadaşlarımızla buluşup sohbet ettikten sonra çizgi roman severlerin mekanı Devr-i Alem Sahaf’da kitap karıştıralım, Kebap 49’da karnımızı doyurduktan sonra Ankara’nın en güzel konser mekanı olan IF’de (ayakta uzun süre kalamadığımdan artık pek gidemesem de) sevdiğimiz bir sanatçıyı ya da Shades’de rafine müzik dinleyelim.
“Ben senden nasıl uzak yaşarım/
Bahtım, senin bağrından ayrıldığım an kara”(5)
Yağmurlu bir Ankara ikindisinde Tunalı’yı ve ona açılan sokakları keşfetmeye çıktığımızda mekanın birinde cheesecake eşliğinde kahve içmeyi, İlkokulda tanıştığımız çubuk/çöp adamın yani Cin Ali’nin evinin avlusundaki çiçeklerle birlikte leblebi eşliğinde beyaz gazoz içmeyi ve illaki Kıtır’da kumpir ve kokoreç yemeyi ihmal etmeyelim.
“Şimdi, şimdi seni düşünüyorum/ Cebeci yollarında rüzgarlar esiyor, serin/ Paramparça düşmüş gönül ufkuma/ İki yıldız gibi gözlerin”(6)
Yine bir gün Atatürk Bulvarından Yazanlar Sokağa çıkıştaki rengahenk merdivenlerde kitap okuyan, sohbet eden ya da müzik dinleyen gençlerin arasına karışın, Akün sahnesinde bir oyun izleyin, Botanik Parkında veya Seymenler Parkında yürüyün, Cinnah 19’daki 15 dubleksten oluşan apartmanın terasına (bir gün mutlaka gezeceğim) çıkın. Her mevsim Ankara’nın gizli vahası olan Papazın Bağında bir Pazar günü gözleme eşliğinde çayınızı yudumlayın. Her ayın ilk Pazar günü açılan Ayrancı Antika Pazarını gezmek her defasında iyi gelecektir size.
Pusula: Ulus
Bir gün Ulus’ta, Atatürk’ün Sakarya adlı atının üzerinde olduğu Zafer Anıtı önünden başlayıp Kuğulu Parkta biten Atatürk Bulvarının Dil Tarih Coğrafya Fakültesine(DTCF) kadar olan bölümünü yarıçap kabul edip bir daire çizin. Ziraat Bankası, eskiden Osmanlı Bankası olan ve akşamları harika ışıklandırılan Garanti Bankası, Resim Heykel Müzesini, Opera binasını, Olgunlaşma Enstitüsü, illaki Gençlik Parkı, lokantası ve müzeleri ve 80 yaşındaki Gingko Biloba anıt ağacı dahil tren garı, Cer Modern’deki Su Perileri Heykeli ile Pul Müzesini gezin, keşfedin. Pusu’la, İş Bankası binasını, Valilik binasını, eski Sümerbank binasını da görün diyor.
“Anlatılması öyle zor bir şey vardır ki rüzgarında/
bağrışılmaz, konuşulmaz,
yüksek sesle gülüşülmez Ankara Garında”(7)
Restorasyonu biten Hacı Bayram Camii ve çevresini, August Tapınağını, Pagan mabedini gezip Ankara Palas’ı da gördükten sonra Anafartalar Çarşısını turlayıp içindeki seramik şaheserleri inceledikten sonra Şekerci Ali Uzun’dan badem şekeri alıp, beş asırlık Sulu Han’da kahve için. Ardından Anafartalar Caddesine çevirin yönünüzü. Kolonyacı Eyüp Sabri Tuncer’e uğrayın en azından koklayın içeriyi. Denizciler Caddesindeki Boğaziçi Lokantasında Ankara tava ile kaymaklı ekmek kadayıfı yedikten sonra aldığınız kaloriyi yakmak için Yahudi Mahallesini gezin, Şengül Hamamını görün. Çocuk Sarayı Apartmanını görün ve asansörüne binmeyi deneyin.
“Ah yağmur dönerken kara,/
Şarkılar var falımda,/
Hepsi sana bu gece Ankara”(8)
Bir gün kendinizi Çıkrıkçılar Yokuşuna, Ankara Kalesine vurun ama sürprizlere de açık olun. Haritada işaretli mekanlardan çok daha fazlasını keşfedeceğiniz kesin. Esnafla sohbet edin. Antikacılar Çarşısı, Rahmi Koç Müzesi ve Erimtan Müzesi, Pirinç Han, Pilavoğlu Han dahil tüm hanlar, illaki Cafe Borges ile Gramofon Kafe, Arslanhane Camisini görün. Bir başka gününüzü de Hamamönü’ne ayırın zira orası bambaşka sürprizlerle dolu.
“Hiçbir zaman yalan söylemedim bir kıza Ankara’da”(9)
Ankara Satranç Müzesini görmem, Talat Paşa Bulvarındaki Oktay Lokantasında midemi ihya etmek vacip oldu. Pusu’la sayesinde yeni kuru kahvecim Hacı Bayram’daki Gül Kahve oldu, zira Miş-Miş yenilerde kapandı. Ankara’nın en eski binalarından biri olan giriş katında Küçük Tiyatro ile Oda Tiyatrosunun bulunduğu Evkaf Apartmanındaki Refik Ahmet Sevengil Kütüphanesinde Ankara Devlet Tiyatrosunda 1986’dan bu yana kaydedilen tüm tiyatro oyunlarını izleme imkanı olduğunu Pusu’la sayesinde öğrendim.
Pusula: Parkların sürekliliği rotası
Barış Bıçakçı, Ankaralı -ve sevdiğim- bir yazar. İlhamını Chever’in “Yüzücü” öyküsünden, adını Cortazar’ın “Parkların Sürekliliği” öyküsünden esinlendiği, Emek’teki Ahmet Yılmaz Parkından başlatıp Kurtuluş Parkındaki Sarıkız Heykelinde sonlandırdığı 11 parkı içeren 9 Km uzunluğunda “Parkların Sürekliliği Rotası”nı çizmiş.
Pusula: Edebiyatta Ankara rotası
Hakan Kaynar, edebiyat rehberliğinde Ankara’yı Samet Ağaoğlu, Emrah Serbes, Yakup Kadri, Nahid Sırrı Örik, Memduh Şevket Esendal, Barış Bıçakçı, Nazım Hikmet ve diğerleri eşliğinde gezilecek rota çizmiş.
Ankara’da uzun yaşamaya dair sırlar sair önerilerin olduğu Pusu’la güzergahında keşfe çıktığınızda, Lavarla Spotify’deki ‘İçinde Ankara Geçen Şarkılar’ listesini açıp dinlemeniz hasseten önerilir.
Ankara’ya dokunun, Ankara zaten dokunur insana
Kanımca tüm Lavarla’cıların ortak dileğini Pusu’la minyatürlerini çizen Öykü Özer dile getirmiş: “Pusu’la, ona dokunan, memleketi Ankara’yı keşfe çıkan ve ‘Ankara’da hayat olduğunu’ bu harita yoluyla biraz daha yoğun hisseden, Ankaralı olmasa da bu şehri bir Ankaralı gibi gezmek isteyen herkesin bu şehirdeki yaşanmışlıklarına yenilerini ekler.” (ŞD/HK)
Sosyal Hizmet Uzmanı ve Kamu Yönetimi Uzmanı.. bianet'e yaşlılık ve diğer sosyal hizmet alanları ile hayatın sair ve şiir hallerine dair yazılar yazıyor. www.yasliyimhakliyim.com adlı kişisel web...
Sosyal Hizmet Uzmanı ve Kamu Yönetimi Uzmanı.. bianet'e yaşlılık ve diğer sosyal hizmet alanları ile hayatın sair ve şiir hallerine dair yazılar yazıyor. www.yasliyimhakliyim.com adlı kişisel web sitesi var.. Emekli.
Berbat mı bilmem ama kuir bir anne: BBA Merve Özcan!
Norm bozan, ‘kutsal’ olana ‘berbat’ diyen, seyircisini kız kardeşlik gücüyle örtük bir direnişe davet eden, alternatif kimlikleri görünür kılmaya çalışan seti ve podcast programıyla: Sen kuir bir annesin Merve Özcan!
Merve Özcan’ın aynı isimli podcast’inden sahneye uyarlanan bu tek kişilik performansı izlerken, daha onuncu dakikada bu yazının başlığını telefonuma not ettim: kuir bir performans! Önce Merve Özcan’ı takdim edelim, sonra da “kuir performans” kavramını ve BBA ile bağlantısını konuşalım.
Merve Özcan, iç içe geçmiş, örülmüş ve şaşırtıcı bağlantılarıyla girift bir setle sahneye çıkıyor. Bekârlar-evliler, parlamenterler-her şeye muhalif olanlar, çocuklu hayat-çocuksuz dün, annelik-babalık, flörtözlük-Konya Ovası’nda yüzüne bakacak adam bulamamak gibi kentli çatışmaları, kıvrak sahne enerjisi ve dinamik komedi zamanlamasıyla seyirciye sunuyor.
Stand-up izlemeye Seda Yüz ile başlamış, ardından kendimi Merve Özcan’ın sahnesinde bulmuştum. Stand-up’a pek aşina olmadığım için yazımı, performansın hissettirdikleri ve politik yükü üzerine kurmak istiyorum. "Berbat Bir Anne" ismi başlı başına provokatif.
Bilet alırken, podcast’i açarken, hatta bu yazıyı yazmaya karar verirken bile insanı harekete geçiren bir çağrışım gücüne sahip. Özcan, bir röportajında programının adını, kendisine sorduğu “Ben berbat bir anne miyim?” sorusundan hareketle koyduğunu söylüyor. Bu soru, kendiliğinden bir cevap doğuruyor. O cevap da, bu soruyu sorduran toplumsal kodlara, annelik/babalık mitlerine ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı yük ve sorumluluklara usul usul yükselen bir orta parmak gösteriyor.
Özcan, toplumun ona sorduğu ve kendi sesinden duyduğu bu sorudan yola çıkarak onlarca podcast bölümü ve sahnede bir set üretiyor. Ama burada yalnızca annelik rolleri veya biçimlerinden bahsettiğimizi sanmak yanıltıcı olur. BBA’nın karşısına aldığı asıl muhatap “erkeklik”.
Bu, yalnızca bir cinsiyete ait olmaktan öte, erk sahipliğinin kurumsallaştığı, erkek olmaya dahi gerek duymayan, salt iktidar talebiyle şekillenen bir ‘fikir’.
Merve Özcan, set boyunca bu fikre karşı net bir pozisyon alıyor: “Hmm… Bence bu o kadar da iyi bir fikir değil.” diyor. Gösterinin metni, podcast formatında alıştığımız içten ve doğal anlatımı sahneye başarıyla taşıyor. Ancak en dikkat çekici nokta, Özcan’ın seyirciyle kurduğu doğrudan ve samimi iletişim. Gösteri tek kişilik olmasına rağmen, bu bağ sayesinde son derece etkileşimli ve katılımcı bir hal alıyor. Salondan çıkarken, sanki birlikte Moda’da yürüyüş yapmışız ya da uzun bir günün ardından iki arkadaş olarak koltuğa yayılıp biralanmışız gibi bir hisle ayrılıyorum. Kız kardeşlik duygusu ve gücüyle.
Stand-up’ta bu hissi yakalamak zor, ama Özcan bunu başarmış. Erkek izleyicilerin tepkisi de bir hayli ilginç. Ataerkil düzenin sunduğu konfor alanından pek çıkmamış olanlar için, Merve Özcan’ın söyledikleri şoke edici olabilir. Ancak mizahın alt metni, farkındalığı kaçınılmaz hale getiriyor ve en büyük sarsıcı etkiyi yaratıyor.
Bu da gösterinin yalnızca kadınlara hitap etmediğini, toplumun her kesimine ulaşabildiğini kanıtlıyor. Ve gelelim, bu performansı neden “kuir” olarak nitelediğime… Kuir performans, toplumsal cinsiyetin ve seks pozitif anlatının sahnede, gösteride veya gündelik yaşamda nasıl ifade edildiğini inceleyen bir kavram. Judith Butler’ın “toplumsal cinsiyetin performatifliği” teorisinden ilham alarak, cinsiyet kimliklerinin veya rollerinin sabit olmadığını, aksine akışkan, özdeşliğini farklılıktan kuran bir performans ile inşa edildiğini vurgular.
Özcan, ‘boşanmış bir kadın olmak’, ‘çocuklu bekâr bir kadın olmak’, ‘çocuklu, boşanmış ve cinsellik konuşabilen bir kadın olmak’ gibi kadına yüklenen rolleri aynı eksende ele alıyor. Onları eğip bükerek, sistemin tanıdığı kadın ve anne olmayı reddediyor.
Norm bozan, ‘kutsal’ olana ‘berbat’ diyen, seyircisini kız kardeşlik gücüyle örtük bir direnişe davet eden, alternatif kimlikleri görünür kılmaya çalışan seti ve podcast programıyla: Sen kuir bir annesin Merve Özcan!
Önümüzdeki günlerde gerçekleşecek olan gösterilerin tarihleri için IG @merveozcanakabba hesabını takip edebilirsiniz.
Hukuk öğrencisi, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eğitmeni. Nesin Sanat Köyü ve Nesin Köyleri Derneği’nde gönüllü faaliyetler yürüttü. Sanatta Yeterlilik dersini informel olarak Prof. Dr. Zeynep...
Hukuk öğrencisi, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eğitmeni. Nesin Sanat Köyü ve Nesin Köyleri Derneği’nde gönüllü faaliyetler yürüttü. Sanatta Yeterlilik dersini informel olarak Prof. Dr. Zeynep Sayın'dan alıyor. Biletinial isimli biletleme firmasında tiyatro eleştirmenliği, senarist-yönetmen Deniz Akçay’ın senaryo grubunda hikaye asistanlığı yapmaktadır. İleriye dönük hedefi ise Avrupa'da ‘barış ve çatışma çalışmaları’ alanında akademik çalışmalar gerçekleştirmek ve kendi yazdığı metinleri yönetmek.
Megaloman faşist D’Annnunzio, mütevazı komünist Berlinguer
Faşizan hezeyanlara kapılmış milliyetçi şair D’Annunzio ve Batı dünyasının en büyük komünist partisinin lideri Berlinguer hakkında, birbirinden çok farklı iki film.
İtalya edebiyatının en meşhur simalarından Gabriele D’Annunzio, yazarlığı, şairliği ve dramaturgluğuyla hatırlandığı gibi, asker, siyasetçi, gazeteci, hatta vatansever kimliğiyle de kayıtlara geçmiş, sansasyonel bir vaka.
Fiume veya ölüm! (Fiume o morte) adlı belgeselde bir lejyonerler grubunun başına geçerek Fiume kentini işgal edişine şahit oluyoruz.
Yönetmen ve senaryo yazarı hanesinde adını gördüğümüz Igor Bezinović 2025 Hırvatistan yapımı 112 dakikalık filmde bizi 1919 - 1921 seneleri arasında 16 ay sürmüş tuhaf işgale mizahla dahil ediyor.
Kentin İtalyan döneminden kalma çok küçük bir azınlığı hâlâ barındırmakta olan şimdiki adıyla Rijeka, bu saçma sapan anekdotu mazisinden silmeye çalışsa da Uluslararası Rotterdam Film Festivalinden iki ödülle çıkmış şirin belgesel sayesinde tarih adamakıllı kurcalanmış oluyor.
Fakat filmin klasik anlamda bir tarih belgeseli olduğunu sanmayın!
Faşizmin hem İtalya’da, hem de tüm gezegende tekrar yükselişe geçtiği günümüzde megaloman D’Annunzio’nun gülünç macerasıyla resmen dalga geçiliyor. Kendilerine gülünmesinden, mizahtan ve ironiden asla hazzetmeyen faşistlerin zavallı haline bakıp eğlenmekten başka ihtimal var mı?
Filmde savaş simsarı D’Annnunzio’nun büyük tiyatro oyuncusu Eleonora Duse dahil, kadınları baştan çıkarma maharetinden ve onlarla sansasyonel aşklar yaşamasından da bahsediliyor. Zevkine fazlasıyla düşkün taşkın karakterin mütemadiyen kullandığı uyarıcı madde kokain.
Barbarlar olarak aşağıladığı bölgedeki Balkan halklarını ırkçı D’Annunzio’nun ezmeye girişmesi, işgalin eski Yugoslavya coğrafyasında faşizmin ilk mühim icraatlarından biri olarak algılanmasına yol açmış.
Uluslararası güçlerin kontrolü altındaki Fiume’nin İtalya’ya tekrar bağlanması gerektiğini savunan D’Annunzio’nun bir süre sonra kendi devleti tarafından bile inkâr edilmesinin ve çılgın misyonunu sona erdirmesi yönünde uyarılmasının narsist kahramanımıza ağır geldiğini tahmin edebiliriz şüphesiz.
O dönemde Fiume’yi ziyaret etmiş olanlar arasında faşizmi resmen başlatmak üzere olan genç Mussolini’nin de adı geçiyor. Milliyetçi dava adına gaza gelip Fiume’ye koşan birçok asker adayının kendilerine ve mevzubahis kepazeliğe faydaları pek olmamış ya, neyse…
Yeterince çılgın olmasa da belgeselin oyuncaklı diline kendimizi rahatça kaptırıp şaklaban İtalyan’ı hatırlayan ve hatırlamayan Rijekalı vatandaşlarla tanışıyor, amatör oyuncularla gerçekleştirilmiş canlandırmalara memnuniyetle eyvallah diyoruz; çekim dinamiklerini kusurları, tekrarları, kazalarıyla izleyip kentin hem mazisini hem de bugününü, mümkün olduğunca derinden, mizah yoluyla tanımaya çalışıyoruz.
Meselesini samimiyetle işleyen eğlenceli belgeselde altı çizilen dinamiklerden biri, işgal sırasında
D’Annunzio’nun adı verilmiş sokaklara, meydanlara ve kurumsal binalara Hırvatistan devletinin başka isimler yakıştırmış olması. Oysa İtalya’da bu garip askerî operasyonla alakalı mitoloji muhtelif yer adlarıyla yaşatılmaya devam ediliyor.
Ya İtalya’nın resmen rezil olduğu birçok dinamikten birine şaşaalı imzasını atmış D’Annunzio’nun heykelinin 1919’un yüzüncü yıldönümünde, Rijeka’ya komşu Trieste şehrinin Borsa meydanına dikilmiş olmasına ne demeli? Derin devlet propagandasıyla milliyetçilik kurbanı olmuş Trieste’nin günümüzdeki sağcı belediye başkanı RobertoDipiazza’nın öncülüğünde gerçekleştirilmiş bu garip hareketin İtalya ile Hırvatistan arasındaki diplomatik ilişkileri bir kez daha gerdiğini hatırlamakta da fayda var.
Uzlaşmacı komünist
Roma Film Festivalinde en iyi aktör ödülünü ElioGermano’ya kazandıran Enrico Berlinguer karakteri için ise D’Annunzio’nun tam tersi diyebiliriz. %25’lik oy oranı, bir buçuk milyon üyesiyle Batı Blokunun en büyük komünist partisi sıfatını hak eden İtalya Komünist Partisinin mütevazı başkanı Berlinguer, Büyük emel (Berlinguer – La grande ambizione/The great ambition) adlı biyopik filmde masaya yatırılıyor.
Antropolojik bakış açısıyla takdir toplayan AndreaSegre’nin elinden çıkma 2024 İtalya-Belçika-Bulgaristan ortak yapımı 95 dakikalık film bizi 1973 - 1978 seneleri arasındaki döneme layıkıyla taşıyor. Berlinguer’in bazılarına ütopik gelebilecek büyük emeli, sosyalizmi demokrasiyle aynı potada eritmekti. Özveride bulunarak anlaşmak durumunda olduğu parti ülkeyi yıllardan beri yöneten Hıristiyan Demokrasi Partisi olunca işinin ne kadar zor olduğunu anlamakta zorluk çekmezsiniz!
Filmde aklıselim Berlinguer’i siyasi faaliyetleri dışında özel hayatında, eşi ve çocuklarıyla vakit geçirirken de izliyor, ciddi ve disiplinli olduğu kadar iyi huylu ve şefkatli bir insan olduğunu da apaçık görüyoruz.
Fakat Berlinguer, ülkeyi sosyalizm ve komünizmden “temizlemeye” ant içmiş ABD güdümlü Batı blokunun Gladyo’su bir yana, dogmatik Doğu blokuna da yaranamıyordu.
Filmdeki ilk çarpıcı sekansların birinde Berlinguer’i, Jivkov yönetimindeki Bulgaristan’a yaptığı resmî bir ziyaret sırasında suikastten kıl payı kurtulurken izliyoruz.
Öngörülü Berlinguer Allende’nin başına gelenler İtalya’da yaşanmasın diye çabalarken, normalde partiye destek olmuş Moskova’yı ziyaretleri sırasında da en az alkışlanan liderlerlerden biri haline gelmişti.
Filmde, din güdümlü muhafazakâr İtalya’da boşanmayı mümkün kılan kanun geçtikten üç sene sonra iptal edilebilmesi için hükümetin düzenlediği manevramsı referandumun komünist parti faaliyetleri sayesinde bertaraf edildiğini de görüyoruz.
Nümayişlerdeki “Aile köleliktir!” sloganı en akılda kalıcı sloganlardan biri.
Siyasal olarak gayet canlı dönemde filmin kahramanını fabrikalarda işçilerle, sendikacılarla, sokak ve meydanlarda nümayişçilerle kol kola izliyoruz. Projesinde başarıyla ilerlemesi FİAT imparatoru Agnelli gibi ülkeye yön veren güçlü sanayicilerle görüşmelere ve karşılıklı istişareye bile yol açıyor.
Hürriyet, eşitlik ve demokrasi bayrağını azimle taşımaya devam eden Berlinguer, ayrıştırma yoluyla zedelenmek istenen birliğin gücüne inancını daima koruyor. Kapitalizmle özdeşleşen rekabetin yerine sosyalizmin dayanışma gücünü öneriyor. Toplumdaki sınıfsal problemlerin bilhassa çalışanların lehine çözülmesi gerektiğini ısrarla ifade ediyor.
Fakat ne yazık ki bir taraftan Gladyo, bir taraftan da filmde Doğu blokunun maşası olarak tanıtılan Kızıl Tugaylar, İtalya Komünist Partisinin programını aksatıyor ve Hıristiyan demokrat Aldo Moro’nun öldürülmesiyle de Berlinguer’in planları suya düşmüş oluyor.
Filmin senaryo yazarı hanesinde de adı geçen tecrübeli sinemacı Andrea Segre memleketinin mühim bir dönemini hakkıyla irdeliyor. İtalya’nın neo-liberalizme teslim olmadan önceki son ümitli zamanlarının ışıltısını yansıtırken bunu cilalı, romantik veya nostaljik bir tavırla değil de, bir belgesel hakikatine yaklaşır biçimde gerçekleştiriyor. Mesela dış ülkelerde Berlinguer’e tercümanlık yapan kişilere ve genel manada tercümanlık mesleğine hürmet göstererek, seyircinin anlamadığı bir dilde sarfedilmiş sözlerden sıkılma ihtimaline rağmen altyazıya yer vermiyor, dolayısıyla içerik tercümanın ağzında dillendiği zaman anlaşılıyor.
Filmde dönemin çarpıcı arşiv görüntüleri canlandırma sekanslarına zarafetle yedirilirken Berlinguer’in her yerde sık sık tekrarladığı bacak jimnastiği hareketleri veya memleketi Sardunya Adası denizlerinde ailesiyle yelken sefaları gibi anekdotlar da biyografik anlatıya güç katıyor.
Adil bir toplum şiarını ön planda tutarak yoluna dirayetle devam etmiş olan Berlinguer’in hayalleri İtalya’nın kanlı “kurşun yılları”nda ne yazık ki yavaş yavaş buharlaştı; günümüzde faşizmle arasına pek mesafe koyamayan Meloni İtalya’sına kadar varmamız tesadüf değil mi yoksa?