İnsan teki hayatının, atasının, dedesinin ve anılarının belleğinde yer ettiği varlık bulduğu ve adeta yaşam pınarı olduğu coğrafyasına, şehrine, sokaklarına ve evine küsebilir mi? Kızgınlık ve öfke anında küser, darılır tabi, hem de kızarak. Ama sonra! İçten içe kendisiyle yüzleşir, hesaplaşır. Ya bir gün! Ya bir gün birileri çıkar o geçmiş tarihlerde yaşanan / yaşatılan zulme cepheden karşı çıkarsa! Tarihte birileri, kimi muktedirler o zalimane yaşanmışlıkları, eziyeti, zulmü, katliamı size reva gördü, lanet olsun yapanlara / yaptıranlara, derse. Ve gelin bir köşesinden tutalım onlara inat, hayata yeniden başlayalım derse. Ne olur?
İşte geçtiğimiz hafta 22-23 Ekim 2011'de, şimdilerde adı Diyarbakır olan şehrin eski bir sokağında yüzler yıllık bir mekânında, namı diğer Gâvur Mahallesinin, Surp Giragos Ermeni Kilisesinde beklenen oldu. İki yıldır restorasyon çalışması sürüyordu. Tavanı çökmüş, ayin yerindeki sütunlar, taşıyıcı kolonlar yarı gövdesine kadar tavandan çöken toprak damın ahşap ve toprak molozu altında kalmıştı. Her yerinden avlusuna girilen mekânın horanlarına kadar ulaşabilmek için zaman zaman kiliseye uğrayan ziyaretçiler deve hörgücüne dönen engebeli toprak yığınlarının üzerinden zıplayarak cambazlık yapmaları gerekiyordu.
Patrikhane ve Surp Giragos Kilisesi Yönetim Kurulu onarım kararı verdiler, cesurca. Paraları yok denebilecek kadar azdı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve Başkanı Osman Baydemir yürekli bir kararla bütçenin "üçte birine katılır ve bu çabaya ortak oluruz" dedi. Yanına Sur Belediyesini de katarak projeye el attılar. Tez zamanda Ortadoğu ve Yakındoğu'nun en büyük Ermeni Kilisesi beş horan'yla ortaya çıktı.
Güz yaprakları kilisenin avlusuna düşmüşken dünyanın dört bucağından Dîyarbekir Ermenileri şehre akın etti. Mayıs 2011'de çıkan ve Surp Giragos Kilisesinin paslanmaya yüz tutmuş, çürüyen tabelası vardı kapağında "Gittiler İşte" kitabımın. "Tabelalar paslanır, ama aslolan yüreklerin pas tutmamasıdır" demiştim kimilerine kitabı imzalarken. Şimdi beyaz somaki mermerden iki dilli Ermenice ve Türkçe bir tabelası var, Surp Giragos Ermeni Kilisesinin. Paslı tabela ise eski günleri unutmamak adına teşhirde...
Açılış resepsiyonu günü Gazi Caddesinden Balıkçılarbaşına doğru kıvrılırken, kilisenin açılışı için geldikleri her hallerinden belli bir grubun içinde iki kadın konuşuyordu birbirleriyle kulak kabarttım; "Bu Kürtler haysiyetli insanlar. Bak gördün mü, kilisemizi ne güzel yapmışlar" diyorlardı. Utandım, bir şey diyemedim. Udi Yervant dostum, hemşehrim, arkadaşımın dillendirdiği bir şarkıyı anımsayıp, kendimce mırıldandım. Ve dedim ki; "Ne böyle sevgi ola, ne böyle ayrılıklar"...
Hayat budur işte, uzunca bir zaman dilimi içinde ayrı düşürdüklerini yeniden hayatın bir evresinde buluşturur. Sonra da bolca gözyaşına gark eder insan tekini. O gün o kilisenin avlusundakileri anlatmak gerekirse en çok "gözyaşı" kelimesinin organik ve duygusal halini anlatmak sanırım en doğrusu olur. Acayip bir buluşmaydı. Sadece dünyanın değişik coğrafyalarından kendi kavillerince tarihi Dikranagerd'e akın etmiş Dîyarbekir Ermenileri yoktu. Yıllar evvel yitirdikleri eski hemşehrilerini, yaşını başını almış ihtiyarlar olarak arayan Amedli Kürtler de vardı, hem de çokça. Kucaklaşmalar, adres, telefon kayıtları, "aman bir daha birbirimizin izini yerini yurdunu kaybetmeyelim, daha çok görüşelim, daha sık gidip gelin. Ne oteli ya hu evimiz evinizdir, evimiz ne güne duruyor" sözleri en sık kulağa çalınandı.
İşin açıkçasını sordu bir televizyon kanalı, söyledim: "Bu, Kürtlerin ete kemiğe bürünmüş yüzleşmesidir. Bu yüzleşmenin Kürtlerce çok kıymetli bir şehirden, Dîyrabekir'den yapılıyor olması ayrıca anlamlıdır. Sadece bir sözle 'özür' dilemek yetmez. Eski hemşehrilerin mekânlarını ayağa kaldırıp insanı ile buluşturmaktır aslolan. İşte Dîyarbekir bunu yapıyordu ve geçmişle yüzleşme buydu". Gelecek tarih üzerine inşa edilecekti. Tabii ki gerçek tarih üzerine...
Avluda Bılurwan, kaval ustası Nişo'nun oğu ile görüştüm. Çok haysiyetli bir laf etti; dedi ki; "Siz olmasaydınız biz olmazdık". Surp Giragos Kilisesi tavanı çökmüş, her yerinden rüzgâr, yağmur ve talanla yüzyüze iken yıkık kilisenin kırık kapısını Miteloğlu anahtarının koca kilidini yuvasındaki pası zorlayarak açan Anto Dayı; "Gittiler İşte, hepsi gitti. Bi tek ben kaldım geriye" deyip ağlamıştı on yıl kadar önce. Eminim şimdi İstanbul'daki Surp Pırgiç Ermeni Hastanesinde yatan Anto'nun kulakları çınlamıştır bunca kalabalığın içsesinden...
Geldiler İşte Xalê Anto, sen rahat ol...
Geriye kalan neydi ki, sözlerden başka;
Pari yegak tser kağaki,
Pari yegak tser duni,
Hûn bi xêr hatin mala xwe û bajara xwe,
Hoş geldiniz evinize ve şehrinize... (ŞD/EKN)