Mayıs ayı bir tuhaftır. Buruk bir aydır, mevsim sonudur, acılıdır, direniştir.
2000 yılında Toplumsal Tarih Dergisinde Sayın Zafer Toprak 50 yıl öncesine ait bir yazı yazmış. Memleketin karışık siyasi durumunu ve şair Nazım Hikmet’in 13 yıldır hapiste olduğu 1950 yılı mayıs ayında olup bitenleri ve bir “ilk” anlatmış (Zafer Toprak, Nazım Hikmet’in Açlık Grevi (Mayıs 1950). Toplumsal Tarih Mayıs 2000.Syf 9-17).
70 yıl önce mayıs ayında Nazım Hikmet; “Hakkın, hakikatin tecellisi için açlık grevine yatıyorum. Hak ve hakikat uğrunda, bir kanunsuzluğun tamiri uğrunda gerektiği zaman ölümü göze alabilmek güzel şeydir” demiş (Hür Gençlik. Yıl 1. Sayı 8 1 Haziran 1950. S.2,6).
Sonra olup bitenleri Sayın Toprak’ın yazısından aktarıyorum.
“Elli yıl önce, 1950 Mayıs’ında bir başka ‘açlık grevi’ dünyada ses getirmiş. Ünlü şair Nazım Hikmet'in ‘adli hata’ya başkaldıran ‘açlık grevi’. Mahatma Gandhi ve Nazım Hikmet dünya kamuoyuna seslenişte aynı yöntemi benimsemişler. Gandhi kendi ulusu, Hindistan’ı için umut ararken, Nazım, şahsında tüm insanlığı savunmuş. Gandhi ülkesine yapılan haksızlığı dile getirirken, Nazım bireyin özgürlüğüne vurulan kelepçeye meydan okumuş.
Nazım’ın açlık grevi Türkiye’de insan hakları ve ‘entelektüel’ tarih açısından da bir milat oluşturmuş. Açlık grevi sonucu kişinin hak ve hukukuna, özgürlüğüne yönelik bir kamuoyu oluşmuş, ilk kez ‘aydın’ kimliği bu denli sınanmış. Türkiye’de ‘entelektüel’ ya da ‘aydının’ işlevi ilk kez anlam kazanmış.
Aydının oluşabilmesi için kamuoyu gerekli. Yoksa kendi kabuğunda düşlenen kişi aydın payesine ulaşamıyor. Aydın seslenen bir kişi; başkalarına görüşlerini ileten, başkalarını etkileyen, biçimleyen bir kimlik. Bu nedenle iletişimsiz aydın olunamıyor…”
“Nazım Hikmet’in Serbest Bırakılmasını İsteyen Aydınlar” “Biz aşağıda imzaları bulunan Türk aydınları şair Nazım Hikmet’in bir an evvel serbest bırakılmasını sizden ve Yüksek Meclis’in asil vicdanından bekliyoruz. Bu hareketimizle bütün Türk aydınlarının arzu ve temennilerine tercüman olduğumuza eminiz” diyerek metne adlarını yazıp imzalamışlar…
Böylece 158 aydın kişi açlık grevindeki Nazım’ın serbest bırakılmasını istemiş…Ordinaryüs Profesörler, gazeteciler, romancılar, avukatlar, edebiyatçılar, profesörler, doçentler, doktorlar, ressamlar, tiyatro oyuncuları, müzikçiler, radyocular, gazete sahipleri, yazarlar….
Kimler yok ki aralarında…
Aktarabildiklerim; Halide Edip Adıvar, Nadir Nadi, Mazhar Osman, Hamdi Tanpınar, Sıddık Sami Onar, Mehmet Ali Aybar, Yaşar Nabi, Zekeriya Sertel, Ahmet Emin Yalman, Ercüment Behzat Lav, Bedri Koraman, Recep Bilginer, Selim Ragıp Emeç, Ercüment Ekrem Talu, Ekrem Reşid Rey, Samim Gönensay, Neyzen Tevfik, Peride Celal, Behice Boran, Mina Urgan, Hilmi Ziya Ülken, Ali Fuad Başgil, Macid Gökberk, Ali Naci Karacan, Abdülbaki Gölpınarlı, Bedi Rahmi Eyüpoğlu, Halet Çambel, Nuri İyem, Adnan Cemgil, Sabiha Sertel, Gazanfer Özcan, İbrahim Çallı, Ferid Alnar, Adnan Saygun, Cüneyt Gökçer, Lütfi Ay, Cahid Sıtkı Tarancı, Nurullah Ataç, Falih Rıfkı Atay, Vasfi Raşit Seviğ, İsmail Hakkı Balamir…
Atilla İlhan yazmış yetmiş yıl önce… “Hepimizin vazifesi bu: Barışı savunma, ekmeği ve hürriyeti savunma vazifesi. Sadece bunları savunduğundan, sadece vatanın bütün insan mesut olun diyecek kadar sevdiğinden dolayı dünyanın en zorlu şairlerinden biri demirlerin ardında açlık grevi yaparken her namuslu insan onu desteklemek zorundadır. Her hareketimizden, her sözümüzden mana mı çıkaracaklar? Çıkarsınlar! Hain mi diyecekler size? Bırakın desinler! Bizzat Nazım Hikmet'i de aynı şekilde itham ettiler ve bizzat Nazım Hikmet'in de hain olmadığını herkes, hatta bunu avaz iddia edenler bile biliyorlar.
Sokaktaki, fabrikadaki, tarladaki iyi niyet sahibi, namuslu ve mert adam! Nazım Hikmet’i kurtarmak. tarih ve dünya halkları karşısında, halkımızı ve milletimizi misli görülmemiş bu adli hata ve kastın utancından kurtarmak boynumuzun borcudur. (…) (Barış- Politika Fikir, Sanat, yıl l, sayı 5. 15 Mayıs 1950, s. 10).
Sayın Toprak’ın yazısındaki “ilk” ile ilgili tespitine gelince;
“…İşte Nazım’ın açlık grevi bu koşullarla biçimlenmiş bir Türkiye’de ‘aydın’a seslendi. Nazım kapalı kapılar ardında suçlanmış, yargılanmış ve hüküm giymişti. Askeri Ceza Kanunu'nun isnat edilen suçun işlendiği tarihte suç saymadığı bir eylemden dolayı Nazım 28 yılla mahkûm edilmişti. Ortada bir adli hata vardı ve bu yıllardır gündeme getirilmeye çalışılıyordu. Nazım'ın açlık grevi Türkiye tarihine ilkleri getiriyordu. İlk kez siyasi anlamı olan bir açlık grevi ile kamuoyuna sesleniliyordu. İlk kez Türkiye aydını bireye dönük bir davaya sahip çıkıyordu. İlk kez dünya kamuoyu, ideolojik yönelimi için ne söylersek söyleyelim, Türkiye'de bir bireysel özgürlük sorununa sahip çıkıyordu. Günümüzde evrenselleşen kişi hak ve özgürlükleri açısından bu tür bir girişim önemliydi.”
Nazım Hikmet memleketin birçok hapishanesinde hapis yattı, çıktı, Moskova’da öldü. Memleketinde toprak olamadı. Bu memleket ve hapishanedekiler Nazım Hikmet’i çok severler, dünyalılar gibi!
Nazım Hikmet’in şiirleri memlekette, dünyada, kitaplarda, defterlerde, yüreklerde, duygularda, akılda, fikirde, yazılarda, hapishane duvarlarında… Mezarı, Moskova’da.
Memleketin hapishanelerinde çok insan öldü açlık grevinde. Geride kalanların yasları sürüyor. Unutmadıkları her şey belleklerinde, acıları ve yaşananları unutmadılar.
Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi…Kim unuttu? Neler yaşandı cezaevinde?
O yıllardan ve 5 Nolu Cezaevinde yaşananlardan geriye ne kaldı?
“Keşke Bir Öpüp Koklasaydım/ Geride Kalan Aileler 12 Eylül’ü Anlatıyor” adlı kitabı Eylem Delikanlı ile Özlem Delikanlı hazırlamışlar ve kitaba son noktayı 27 Mayıs 2013’te koymuşlar (Ayrıntı Yayınları).
12 Eylül’ün 33. yılında 33 hikâye var bu kitapta; II Bölüm “Anneler, Babalar, Kardeşler, Eşler” … Hemen altında Nazım Hikmet’ten bir dize yazılı:
“Ne kötüdür insanın aklıyla yüreği arasında çaresiz kalması
Ne kötüdür an kadar yakın, bir asır kadar uzak olması
Ve bilir misin ne acıdır insanın bildiğini anlatamaması
“Ben” deyip susması, “sen” deyip ağlamaklı kalması…”
Kitabın ikinci bölümünde anneler, babalar, kardeşler, eşler anlatıyor.
“Kenan Evren’i Diyarbakır 35 No’lu Koğuşta Görmek İstiyorum” diyen abla kardeşini anlatmış. Kardeşi Orhan Keskin Diyarbakır cezaevinde açlık grevinde öldüğünde 28 yaşındaymış. Diyarbakır Devrimci Yol davasından örgüt üyeliği suçuyla yargılanmış, Diyarbakır 5 Nolu cezaevinde yatmış…
“Yıl 1981 oldu. Diyarbakır Cezaevine gidiyoruz, geliyoruz, sorun yok. Görüşmeler normal devam ediyor…Tabi içeride çok dayak olduğu söylenmiyor o dönemde (..)”
Geldim babama anlattım: “Diyarbakır Cezaevi’nde her şey çok karışmış baba. Orhan’ı görüştürmüyorlar. Esat Oktay Yıldırım diye bir yüzbaşı var, adam çok kötü bir insan” diye anlattım. Bizim de asker kökenli bir avukatımız var, K.M, Diyarbakır’da güçlü bir avukat. Babam hemen onu aradı. O da görüş olmadığını teyit etti ve tutukluların cezaevi içindeki uygulamaları protesto etmek için 10 günlük açlık grevinde olduklarını söyledi. Biz açlık grevinin ne olduğunu ilk o zaman duyuyoruz. Açlık grevi nedir, ne işe yarar, insanda ne gibi etkiler bırakır bilmiyoruz. Evde herkesin boğazında lokmalar düğümleniyor.”
Devam ediyor… Ziyarete gidiyorlar, zorluklarla. Cezaevi görüşmeleri ise daha zor ve acılı. Bilenler bilir, görüş sırasında işkence görüyor hem görüşmeciler hem içerdekiler… Sonraki günlerde 20 günlük ölüm oruçları başlamış, babası Diyarbakır’a gitmiş. “Orhan’ın durumu çok kötü. Çok zayıflamış, çok bitmiş” diyerek dönüyor Ankara’ya. Gün saymaya başlıyorlar. 30 gün oldu, 35 gün oldu. 45 gün oluyor, Orhan Keskin Askeri Hastaneye kaldırılıyor…Acı katlanarak sürüyor. Sonra…
“Gece saat 3’te kapımız çalındı. Diyarbakır’dan sizi acele istiyorlar dendi. İşte uzun devrimci serüvenden sonra 1984’ün 3 Mart’ında Diyarbakır’da kaybettik Orhan’ı. Tabi babam hemen ertesi gün amcalarımla gitti. Aldılar geldiler, bir gece de evimizde kaldı. Açtık, tabutu açtık…(ağlıyor). Buraya gelirken demişler ki, Karşıyaka’ya götürelim camiye bırakalım yarın gelelim. Babam demiş ki, “Yok. Yıllardır eve gelmiyordu. Götüreceğim bu gece eve”. Yıllardır eve gelmemişti. Bir gece de beraber kaldık”
33 hikâye bizim memlekette yaşandı. Hepsi bir kitapta. Anlatmışlar memleketin insanlarına…
Ne kötüdür insanın aklıyla yüreği arasında çaresiz kalması…
Ne kötüdür?
Haber beklemek mi?
Aylardan mayıs ayı mı?
Yoksa annelerin, babaların, kardeşlerin, eşlerin yıllardır evine gelememiş olan sevdiklerini bir kere daha öpüp koklayamamış olmaları mı? (Fİ/EKN)