Engellilerle ilgili bir toplantıydı.
Erişimle ilgili koşullar ne kadar kötü olursa olsun "olması, bulunması" gerektiğine inandığı her toplantıya güçlüklerle baş ederek katıldığını bilirdim.
O toplantılardan birisinde, 15 Aralık 2002'de imzalayıp vermiş "Yaşlılar ve Yaşlılık Üzerine Dağınık Notlar" (2000) adlı kitabını sevgili Şükrü Sürmen bana.
Onu yakından tanımaktan da kitabını imzalayıp bana vermesinden de çok "mutlu" olduğumu anımsıyorum. Sonrasında engellilikle ilgili diğer kitaplarından da haberim oldu.
Ölüm haberini cenazesinden iki gün sonra duyunca çok üzüldüm; keşke daha yakından tanıma olanağım olsaydı diye hayıflandım. O gün akşam eve gidince kütüphanemi aradım ve buldum:
"Ben sa-kat-lan-dım" (2004) kitabı bu konuda benim bildiğim ilk kapsamlı kitaplardan birisiydi. Daha küçük oylumda başka kitaplarını da anımsıyorum.
Herkes için yazmak!
O "kuramsal" hatta "teknik" sayılacak konuları da "söyleşir gibi" yazardı.
Bu tavır sanırım konudan ve bilimsellikten kaynaklanan "soğukluğu" aşmak kadar, ele aldığı konuda herkesin yapması, yerine getirmesi gereken sorumlulukları olduğu bilincinden kaynaklanıyordu.
Gerçekten de yaşlılık, sakatlık, ya da herhangi bir nedenle "dezavantajlı" olanların yaşadıkları sorunların çözümleri, yalnızca onların, yakınlarının ya da insan hakları konusunda mücadele eden aktivistlerin çabalarıyla gerçekleşemez.
Sevgili Sürmen bunun bilincindeydi ve sorunu herkesin sorunu haline getirmeye çalışıyordu. Bunu yaparken yalnızca "akla" yönelmenin yeterli olmadığını biliyor olmalıydı ki, bunlardan "eğlenceli" bir şekilde ve herkesin anlayacağı biçimde söz etmeyi yeğliyordu.
Duyarlığını, içtenliğini ve naifliğini, hem konuşma biçiminden ve asla "bağırmayan" sesinin tonundan, hem de yazdıklarındaki doğallıktan anlayabilirsiniz.
Muhtemelen o da yaşadığı ülke ve çevredeki engellilere yönelik olumsuzluklara "isyan" ediyordu; ama yine muhtemelen bu isyanı öylesi bir "sessizlik"le ifade etmeyi yeğliyordu.
Engelli olmak ve engellenmek
İTÜ Mimarlık Fakültesi'ne girdikten bir yıl kadar sonra geçirdiği kazanın sonucunda tekerlekli sandalyeye mahkum olmasına karşın "Yüksek Mühendis ve Mimar" olması onun yalnız direncini değil, yaşama olan bağını da gösteriyor bence.
Onun bu süreçte mesleki bilgisini, dünyayı izleyerek çoğalttığını, hemen her zaman engelli ve yaşlıların yaşamlarını etkileyen şehirsel, çevresel ve mimari sorunlar üzerine kafa yorarak hem sorunları görünür hale getirdiğini, hem de onlara uygun çözümler öneren bir uzman olduğunu görüyoruz.
"Sakatlık" olgusuna da başka bir yerden baktığını da onun konuşmalarından anımsıyorum.
"Ben sa-kat-lan-dım" kitabındaki şu sözleri onun bakışını kanımca en doğru bir şekilde anlatıyor:
"Tekerlekli sandalyedeki bir insana bakanlar doğal olarak, 'Bu insan sakat' diyeceklerdir. Ama tekerlekli sandalyedeki bu insanın engelli olup olmadığı şartlara, özellikle de yaşadığı şehirsel çevrenin şartlarına bağlıdır. Öte yandan bir toplum özürlü insanlara olgun şekilde yaklaşıyorsa, yani meselâ, doğuştan iki kolu olmayan özürlü bir kişi bir ülkede devlet başkanı olabiliyorsa, o kişi yine bir engelli sayılmaz."
Geçenlerde sakatlarla ilgili bir toplantıda bu gerçeği biraz daha "bastırarak" ifade etmeye çalışmış ve genel bir terim olarak "engelli" yerine "engellenen" sözcüğünü önermiştim.
Çünkü "engellilik hali"nin kişinin kendisinden kaynaklanan bir durum olmadığını düşünüyorum. Engellileri engelleyenler var: Çevresi ve içinde yaşadığı koşullar ve onun dışındaki insanlar onları "engelliyor".
O yüzden de bence sakatlar "engelli" değil, "engellenen" insanlardır. Onları en çok engelleyenler ise özellikle yaşadığımız kamusal alanın ve çevrenin nasıl düzenleneceğine karar verenlerdir.
Benzer tüm konularda olduğu gibi bu konuda da konuya "politik" bakmak, "politik" düşünmek ve "politik" bir tutum almak gereklidir. Aslında "hak temelli bakış açısı" da bunu gerektirir.
Şükrü Sürmen pek çok insanın bunları görüp anlamasını sağlayan nadir insanlardan birisiydi.
66 yaşında ve erken!
"Yaşlılar ve Yaşlılık Üzerine Dağınık Notlar" kitabına yeniden göz attım; orada yaşlılığın ve yaşlılıkta yaşananların "doğallığını" ortaya koyuyor. Hatta ölümden de çok rahat bir şekilde söz ediyor. Ancak bunları yazarken yaşlanma ve ölümün "erken ya da geç" olmasına hemen hiç değinmiyor. Çünkü "yaşlılık" bir süreç. Ne zaman ya da nasıl olduğundan daha çok bir olgu olarak önemli.
Şimdi bunları yazarken, onun, "66" gibi günümüz koşullarına göre "çok erken" bir zamanda yaşamdan ayrılabileceği aklına gelmiş midir acaba diye düşünüyorum.
Yaşama değerek ve değdiği yerlerde önemli izler bırakarak sürdürdüğü ömrün 20 Mart 2011'de sona ermesi ve aramızdan ayrılması yalnız onu için değil ama aslında belki de onun düşünce ve çözümlerine gereksinimi olanlar açısından da çok acı.
Bu arada onun öykü ve şiirlerinin olduğunu bilmiyordum: Onları da bu yazı için kendisiyle ilgili başka bilgileri ararken öğrendim. Kuşkusuz herkes gibi onun yaşamında da "acı"lar olmuştur. Kim bilir belki şiir ve öykü yazmayı denemesi de bundan kaynaklanıyordu.
Şiir kitabının adının "Kedileri Seven Bir Şairin Şiir Defterini Kedilerin Parçalayışı" olmasına bakıp, onun acılara bile eğlenerek bakmayı başardığını düşünüyorum şimdi.
Benzer biçimde haberdar olduğum "Postacıyı Beklerken" adlı öykü kitabını da bu yüzden çok merak ediyorum. Onun öykülerde de hepimizin beklentilerine yanıt verecek yeni yaklaşımlar ve farklı bakış açılarının olduğundan eminim.
Seni unutmayacağımız açık ama hâlâ senden ve yaşamından öğrenecek çok şey olduğunu düşünmüyorum sevgili Şükrü Sürmen! (MŞ/AS)