(20 Mart 1992 Kadıoğlu Otel / CİZRE)
İzzet Kezer gazeteciydi, Sabah gazetesi muhabiriydi. 18 yıl önce bugün Cizre'de öldürüldü, Kanlı Newroz'dan iki gün sonra. 38 yaşındaydı.
Cizre Newrozunda İzzet'le beraberdik. Kürtler 20 Mart akşamı türkülerle newroz ateşlerinin etrafında Kürt sorunu çözülmüşçesine halay çekiyorlardı. Kadınlar rengarenkti.
Biz yerel, ulusal ve uluslar arası medyadan gazeteciler ise çok tedirgindik. Korkuyorduk. Hatta, "aramızdan kim ölecek" gibisine tatsız esprilerle bir de toplu fotoğraf çektirmiştik.
Cizre çok güneşli bir Newroza uyandı. Ara sokaklardan alana çıkılmaya kalmadan güvenlik kuvvetlerinin ateşi başladı. Nereye sığınacağımızı bilemeden koşuyorduk.
Sallanan beyaz bezler işe yaramadı; hatta yaralıları görmeye gittiğimizde hastanede de ateş altında kaldık. Yerlere attık kendimizi. Sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Cizre meydanındaki yasağı delen ineğin özgürlüğünü kıskandık. Çok insan öldü, yaralandı; çoluk çocuk, kadın, erkek, yaşlı yaşsız.
Ateş sabaha kadar sürdü; Kadıoğlu otelininin lobisinde, merdiven altlarında, odalarda canımızı kurtarma peşine düştük. Bizim fotoğraf tamdı, eksilen olmamıştı; otelin tüm cepheleri delik deşikti.
Cizre'yi terk etmeli miydik? Karar veremiyorduk. Kalırsak halkın canı belki daha az yanardı diye düşündük. İyi de, her şey onca canlı yayın arabasının, kameranın, gazetecinin, dünyanın gözü önünde yaşanmamış mıydı?
22 Martta üçer beşer ayrıldık Cizre'den. Hürriyet, Milliyet; Gündem yerel muhabirleri, Sabah'ın Ankara'dan yolladığı İzzet Kezer kalmak zorunda olanlar arasındaydı. Yaşananlar Cizre'de protestolara yol açtı. Yer yer de güvenlik kuvvetlerine karşılık verilmiş.
23 Mart günü, gazeteciler ellerinde beyaz bezleri, "gazeteciyiz biz" diye seslerini duyurmaya çalışarak ateşten korunmaya çalışmışlar. Panzerdeki el/eller seslere aldırmadan ardı ardına ateş etmiş.
İzzet orada öldü.
Birkaç yıl sonra, Sabah gazetesi arka sayfasında "terörle mücadele kapsamında" Güneydoğu'daki durumla ilgili kocaman haberde İzzet Kezer'n PKK kurşunlarıyla öldüğünü okuduğumda öfkeden ne yapacağımı bilemediğimi hatırlıyorum.
Haberin imzasını aradım; tanıdığım biri. Çığlık çığlığa sordum, "bu ne" diye. Editörü böyle yazılmasını daha ilgi çekici bulmuş. Gazeteci elbette direnmiş ama ne çare! İnternetsiz günlere denk gelen bu haberi bir ara arşivden bulmalıyım.
Geçende, İnternet'te arama yaparken Sabah gazetesinin "Tarihte bugün" köşesine denk geldim:
23 Mart 1992: Şırnak'ın Cizre ilçesinde çıkan olaylarda, güvenlik güçleri ile göstericiler arasındaki çatışmaları izleyen Sabah gazetesi muhabiri İzzet Kezer başından vurularak öldü.
Bu cümleler künyesinde genel yayın yönetmeni olarak Ergun Babahan'ın adının geçtiği 17 Mart 2008 tarihli Sabah gazetesinden. Artık, bu "bilgi" internette Kezer'in ölümündeki "gerçek" oluvermiş.
Dinç Bilgin ve Ergun Babahan'ın Taraf gazetesinde Neşe Düzel'e yaptıkları açıklamalarda İzzet'ten de söz etmelerini bekledim safiyane.
Sabah'ın kurucu sahibi Dinç Bilgin'le Gazetenin özellikle 28 Şubat 1997 darbesi dönemi sorumlularından Ergun Babahan'ın açıklamalarına pek bir sevindik; hiç olmazsa anlatıyorlar diye. Sevinmeye hasretiz ya.
"Ajanları biliyorduk" diyorlar. Biz de!
Babahan paşaların nasıl manşet attığını, biz okurların düşman sandığımız iki gazetenin/grubun Sabah ve Hürriyet'in/Doğan Medya'nın sık sık birlikte yemek yiyip, telefonlaşıp hangi haberi koyup koymayacaklarını konuştuklarını, Amerika Birleşik Devletleri'in Ankara'daki büyükelçilerinden Morton Abramowitz'in gazetecilerle konuşup 28 Şubat darbesinin önemli ayaklarından olduğunu, medyanın hükümetler kurup, bakanlar atadığı ya da istifa ettirdiğini anlatıyor.
Politikacılar da gazetelerden gazeteci/köşeci attırırlarmış. Bu arada patronlar ihale kapar, mafya da tehditlerini savuruyormuş...
Dinç Bilgin'den de, Babahan'ın anlattıklarının yanı sıra ihaleleri, hükümet pazarlıklarını, siyasilere "babalanmaları"nı, başbakanların da medya patronlarını azarlayıp kağıt kotalarını düşürerek cezalandırdıklarını, "istihbaratçı"ları ileride işlerine yarar diye gazeteci olarak çalıştırdıklarını öğreniyoruz.
Bilgin gazete patronlarının başka işlere girmemesi gerektiğini söylüyor, yaptıklarını "konformizm"e ve "gücün şehveti"ne bağlıyor: "Medya o dönemde, bu ülkede hiç olmadığı kadar güçlü oldu. Hem asker güçlendi, hem medya."
Babahan da bu görüşü "fıstık gibi hayatlar" tanımıyla paylaşıyor ama kendi nedeni farklı: "Çok laikçi olmak."
Ben aslında, Bilgin'in siyasilere söylediğini aktardığı "Tiyatronun sahibi biziz. Siz sonuçta aktörlersiniz. Siz, gelir ve gidersiniz" sözüne bayıldım. Bizim bildiğimiz "biz hancıyız, sen yolcu"nun rafinesi. Her zaman da hayat böyle akmıyor; Bilgin'in "tiyatrosu"nu elden çıkarmak zorunda kaldığına bakılırsa.
Bu açıklamalarda isim isim çok sayıda gazeteci ve generalden söz ediliyor. Köşelerde bu açıklamalarla ilgili tek tük birkaç yazı çıktı. Adları geçenlerse üstlerine hiç alınmadılar.
Bir "gazeteci" kuruluşu başkanı Babahan'ın kendisiyle ilgili iddiaları "o bacaksızı, hukukun verdiği tüm imkânları kullanarak, doğduğu yere kadar kovalayacağım," sözleriyle karşıladı.
Yayın yönetmeni olanıysa, "ağabey"in planını meşakkatli buluyor, "doğumunda annesi sifonu çekmeyi unuttu" diye, Babahan'la daha fazla uğraşamazmış.
Korkunçlar. Hem militarist hem de erkek medya; hep tekrarladığımız gibi.
Paşalı, ajanlı, provokatörlü, itirafçılı medyanın normalliğini/gerekliliğini de Sabah'ta Sevilay Yükselir'e konuşan eski MİT başkanlarından Sönmez Köksal hatırlatıyor, bilmeyenlere öğretiyor.
"MİT kötü bir şey mi ki bazı gazetecilerin ilişkiye girmesi tartışma konusu oluyor. ... Gazetecilerin MİT'e destek atması kadar doğal bir şey olamaz. Bir meselenin aydınlığa kavuşması, yalan, yanlış bir iş olmaması için MİT'in bir gazeteciye bilgi vermesi ve dahası o meselede doğru yol bulunsun diye yönlendirmesi son derece normal bir tutumdur.
"Ayrıca bir gazetecinin bir haber hakkında MİT'e bilgi vermesi de doğaldır! Hem zaten MİT ve bazı gazeteciler arasındaki fikir teatisi yani bilgi alışverişi ülkenin çıkarları açısından sağlıklı bir yöntemdir."
Şimdi, arkadaşlarıyla birlikte "Türkiye gerçekleri dışında Lale devri" yaşadığını söyleyen Babahan'ın, Kürt meselesine girmesini Hasan Cemal'in Kürtler kitabına borçlu olmasına ne diyelim?
Medyanın Kürt savaşının sürmesinde, bunca insanın ölmesinde, hayatların kararmasında ve bu ülkede 30 yıldır yaşananlardaki ölçülemez sorumluluğunu da daha önce yazsaydı deyip Hasan Cemal'e mi yükleyelim?
Babahan düzmece olduğunu bildikleri, biz okurlara Şemdin Sakık ifadesi olarak yutturdukları belgenin/andıçın yayımlanmasıyla gazeteci arkadaşlarının -Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar'ın- hayatlarını kurtardıklarına da inanıyor.
Düzel de, andıçın yayımlanmasından sonra Akın Birdal'ın vurulduğunu hatırlatmak zorunda kalıyor, isim yayımlamanın hayat kurtarmak anlamına gelmediğini söylüyor ve soruyor:
"Birdal vurulunca ne hissettiniz?"
"Çok rahatsız olduk."
Hepsi bu kadar...
En iyisi, Ercan Arıklı'nın Babahan'a söylediğini aktaralım: "Oğlum yapmayın. Bırakın gidin gazeteciliği. Şart mı sizin gazetecilik yapmanız?"
Ercan beye "merhaba" demek istiyorum.
Medyanın önümüze dökülen bu gerçekliği bizi şaşırtmadı ama şu ana kadar onca ismin geçtiği bu açıklamalara karşı çıtı çıkmayan gazetecilik kuruluşlarını şaşırtmasını bekliyorum.
Yargı kısmını bir yana bırakıyorum. Gazetecilik kuruluşlarının tek tek ve bir araya gelerek kurullar oluşturmasını ve itirafçılı, ajanlı, provokatörlü medyayı tartışmaya açmasını, adı geçenleri tek tek herkese açık oturumlarda dinlemesini, medyanın arındırılması çalışmasına hızla girişmesini talep ediyorum. Biz gazeteciler bu kirliliğe razı olmamalıyız, olamayız.
İzzet yaşasaydı 56 yaşında olacaktı. Merhaba İzzet! (NM)