Kuyu, edebiyat eserlerinde güçlü bir metafor olarak sık sık karşımıza çıkıyor. Bu kadar güçlü bir metafor olan kuyu elbette iktidar hırsının domine ettiği insanlık tarihini de içine hapsetmiş durumda. Bu nedenledir ki “kuyu”, salt bir metafor olmanın çok ötesinde yer alır. Toplu katliamlarda insan bedenleri için adeta gizli mezarlar haline dönüşen kuyuların açığa çıkartılması bugüne kadar işlenen cinayetlerle yüzleşmek için bir gereklilikken, geleceğin inşası için de insani bir sorumluluk içerir. “Kuyunun Dibindeki Taş: Fotoğraf Okumaları”, üzerinden neredeyse yüz yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen yanı başımızda olan ve bir arada yaşadığımız “Ermeni komşularımıza, kardeşlerimize, annelerimize, babalarımıza, çocuklarımıza, sevgililerimize… ne oldu?” sorusunu kendine dert edinen bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor. “Kuyunun Dibindeki Taş”, toplumsal belleğin inşası sırasında resmi tarihi ele almak yerine, önemli bir araç olan belge fotoğraflardan yola çıkıyor.
2015 Ermeni Soykırımı’nın yüzüncü yılı dolayısıyla yapılan anma etkinlikleri kapsamında geleceğe iz bırakmak üzere Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi, fotoğraf okumaları atölyesi gerçekleştirilir. Ancak “1915-2015 Kuyunun Dibindeki Taş: Fotoğraf Okumaları” ancak 2017’de Notabene yayınları arasında yerini aldı.
Mehmet Özer’in hazırladığı Kuyunun Dibindeki Taş: Fotoğraf Okumaları çalışmasında Özer’in yanı sıra şiirleriyle, yazılarıyla ve anılarıyla kitaba katkıda bulunan pek çok isim var. A. Nevin Yıldız, Ahmet Abakay, Ahmet Telli, Ali Balkız, Bardig Kouyoumdjian, Christine Simeone, Beril Türkoğlu, Çınar Livane Özer, David Barsamian, Demet İslambay, Fatin Kanat, Gökçer Tahincioğlu, Kadir Celep, Kemal Göktaş, Mustafa Durmuş, Nejla Kurul, Neval Oğan Balkız, Pakrat Estukyan, Roxanne Makasdjian, Sait Çetinoğlu, Sibel Özbudun, Şeyhmus Diken, Şükrü Erbaş, Temel Demirer.
Ayrıca tarihe fotoğraflarıyla not düşmüş Armin T. Wegner, Sergei Mikhailovich Prokudin, Leslie Davis, Henry Artkinson da bu kolektif çalışmanın içinde yer alan isimler olmuş.
Fotoğraf önce konuşmayı değil dinlemeyi öğretir
"Kuyunun Dibindeki Taş: Fotoğraf Okumaları", kitabı fotoğraf tekniğiyle buluşturarak, okuru geçmiş kıyımlar üzerinden günümüz pratiğiyle karşı karşıya getiriyor. Armin T. Wegner, Sergei Mikhalovich Prokudin, Leslie Davis, Henry Artkinson’nun bir asrı aşkın bir süre önce çektikleri fotoğraflarla, insan beynini ve vicdanını derin bir şekilde sarsarak sorgulatıyor.
Fotoğrafın, herhangi bir sosyal medya ağında alelade bakıp, bir iki dakika sonra unutmanın çok ötesinde bir araç olduğunu adeta okura hatırlatıyor. Kuyunun Dibindeki Taş’ın önsözünde Özer, “Tarih katliamların, savaşların sonuçları ve öldürülenleri sayıları konusunda bilgiler veriyor bize. Ancak insan, sayı ya da sonuç değildir, bir başına yeryüzü öyküsüdür,” diyor. Evet, tam da Özer’in değindiği gibi her fotoğraf insanı sayısız öyküye götürüyor ve ne acıdır ki bu öykülerin gerçek öyküler olduğunun da altını çiziyor. Diğer taraftan bu katliamların sorumlularını da bu öykülere mahkûm ediyor. Bu bağlamda kitabın içinde yer alan her fotoğrafa bakmak ve yazarların bu fotoğraflara düştükleri notları okumak oldukça anlamlı, bir o kadar da can alıcı.
Kitabı eline alan okurdan önce bütün yazarların üzerine yazdıkları bir fotoğraf var. Yani fotoğrafı önce yazar okuyor.
Kemal Göktaş, “Fotoğraflar zaten en büyük anlatı gücüne sahipken onların üzerine edeceğimiz her kelam eksik kalacaktır,” diyor haklı olarak. Çünkü yazarların satırlarını okumaktan bağımsız olarak okur da kendi anlamını yaratabiliyor ve resmi tarihin yanı sıra hep fısıltılar halinde sözlü tarih içinde duyduğu anılarla birlikte anlatı kendiliğinden ve yeniden derinleşmeye başlıyor. Fotoğrafın bir anlatı unsuru olduğu su götürmez bir gerçek elbette. Anlatı sadece kadrajdan ibaret de değil ve sadece görme edimini harekete geçirmekle yetinmez.
Çınar Livane Özer, “Bir fotoğrafa baktığımızda ne gördüğümüz değil, fotoğrafın bize ne anlattığı önemlidir. Bu nedenle belgesel fotoğraf önce konuşmayı değil dinlemeyi öğretir,” derken önemli bir hatırlatmada bulunuyor aslında. Bir deri bir kemik kalmış kadınlar, çocuklar, erkekler… ne çok anlatacakları var. Belli ki sormak istedikleri var. Yaşadıkları topraklardan sökülüp atılırken geride bıraktıklarına neler olduğu… Çünkü o halkın gidecek bir yeri de yoktu. Zaten yoksulluğa, ölüme yapılan bir yolculuktu onlarınki.
Geriye kalan tek renk kesiklerden akan kanın kızıllığıydı
Ermeni halkının, Anadolu topraklarından sürgün edilip göçe zorlandığı ve katledildiğinde, bunun sadece geçmişte kalan tarihsel bir olay olarak kabul etmek elbette imkânsız.
A. Nevin Yıldız, “Halden anlamaz bir makas, kumaşın tam ortasına daldı ve acımadan kesti her bir rengi diğerinden. Geriye kalan tek renk kesiklerden akan kanın kızıllığıydı. Bu kızıl sadece yüzyıl öncesini değil şimdiyi de ala boyadı,” şeklinde ifade ediyor yaşanan gerçeği.
Hal böyle olunca, “Şimdiki zaman değil midir geçmiş zamanın katliamları üzerinden inşa edilen?” diye düşünmek oldukça yerinde olacaktır. 24 Nisan 1915 yılında Ermeni halkının önde gelen isimlerinin hızla verilen bir hükümle tutuklatılıp, gözaltında kaybedilmesi ve geriye mücadele edilecek hiçbir zeminin bırakılmaması sistematik bir infazın en belirgin kanıtı olarak önümüzde duruyor.
Kuyunun Dibindeki Taş, her savaşta olduğu gibi, savaşın geride bırakmadığı çocukların ya da doğdukları topraklarda yaşayamayan bir neslin izini sürüyor. Ve her savaşta savaş ganimeti olan kadınların büyük çaresizliğini bir kez daha gözler önüne seriyor. En önemlisi de bu savaşın, sürgünün, katliamın, vatanseverlik kisvesi altında zenginlerinin kimler olduğunu belgeliyor.
Ve geçmiş diyebilir miyiz geride kalanlara, ıssız kalmış köylere, yıkık dökük evlere, anılara, düşlere... Ya da “Yüzyıl önce yaşandı tüm bunlar,” demek zamana yayılmış bir katliamı tanımlamaya yetiyor mu? Acının resmi, dili ve gözleri olabildiğince yakınken ve şimdiki zamana hükmederken… (yk/hk)