Figen Öcal, ilk öykü kitabı “Hiçbir Mevsim Geçmedi”nin ardından yeni öykü kitabı “Gün Ortasında Gökyüzü” ile öykü severlerle.
Öcal’ın öykü yazma yolculuğu elbette sadece “Hiçbir Mevsim Geçmedi” ve “Gün Ortasında Gökyüzü” kitapları ile sınırlı değil. Varlık, Notos Öykü, Dünyanın Öyküsü, Özgür Edebiyat, Sarnıç, Deliler Teknesi, Granda, Natama ve Feminist Politika dergilerinde de Öcal’ın öykülerine tesadüf etmiş okurlar var.
“Gün Ortasında Gökyüzü”nde okurunu arayan öykülerin yanı sıra yazarın da yazma ve öyküsünü bulma süreçleri işleniyor. Bunun, sürece yazarın toplumsal eleştirisi olduğu da belirtilebilir. Olağanüstü olayların hikâyesi değil Öcal’ın yazdıkları, tanımlamak gerekirse sıradanlıklarıyla birlikte biricik olağanüstülüğün insan olduğunu düşündüren öyküler. Belki de bu yüzden “Gün Ortasında Gökyüzü” demek anlamını buluyor ve soruyor Öcal: “Biz hiç birlikte rüya gördük mü?” Oysa hep birlikte tükettik gökyüzünün bizlere sunduklarını. O halde birlikte aynı rüyayı da görmeliydik.
Figen Öcal’la “Gün Ortasında Gökyüzü”nü konuştuk
Gün Ortasında Gökyüzü ikinci öykü kitabınız ve Gün Ortasında Gökyüzü ya da Ev öyküsünde, “Sözcüklerimiz sığınaklarımız olan evlerimizden çıkıp gün ortasında gökyüzü gibi olmalı” diyorsunuz? Sizin genel olarak hem öyküden hem de öykülerinizden beklentileriniz ve Gün Ortasında Gökyüzü’ne yolculuğunuzdan bize bahseder misiniz?
Öyküden de öykülerimden de herhangi bir beklentim yok. Aksine onların benden beklentileri var. Şöyle hissediyorum: Benim yazmadığım öyküler, bir okuyucu olan benden, tüm katmanlar ile onları okumamı, kendi okuyuşumu da ekleyerek kendilerini çoğaltmamı bekliyorlar. İyi ki de bunu bana lütfediyorlar, çünkü iyi bir öyküyü okurken yaşadığım hazzı, hissettiğim yaratıcılığı bu hayatta çok az anda bulabiliyorum. Yazmak istediğim, yazacağım, yazmak üzere olduğum öyküler ise benim tarafımdan tüm katmanlarıyla yazılmayı bekliyorlar.
Hayat, içinize öyle başka güçlü yaşantılar, duygular, karakterler getirip bırakıyor ki, onları aynı güçlülükte ve lezzette yazılı olarak dilleştirebilmek, öyküye dönüştürebilmek korkutucu, yüreği ağzında ama aynı zamanda heyecan verici bir yaratma sürecine dönüşüyor.
Okuduğum iyi öyküleri ya da yazdığım hiçbir öyküyü dışımda, uzağımda hissetmiyorum, okuduklarım tenime, bakışıma, sinir uçlarıma yerleşiyorlar sonra oralardan, başka yaşanmışlıklarla birleşerek, parmak uçlarımdan akmak, yeni bir sese dönüşmek için fırsat kolluyorlar.
Öyküler kendi bedenine kavuşmaya arzulu beklerken sizin bedeninizden beslenirler. Bir öyküyü zamanı geldiği halde dünyaya getiremezseniz, onun soluğu ile birlikte sizin soluğunuz da tükenebilir, ben böyle yazıyorum, onları, içimde büyüttükten sonra can havliyle dünyaya getiriyorum. “Gün Ortasında Gökyüzü” kitabındaki öyküler de böyle ortaya çıktı.
“Gün Ortasında Gökyüzü ya da Ev” öyküsünde sizin sorunuza kaynaklık eden bölüm şöyle : “Ben o zaman dışarıya çıkayım, biraz hava almak istiyorum. Öykünü daha yazıp bitirmedin ki, dışarısı dikkatini dağıtır. Biraz soluklanmalıyım, yoksa ışıksız bir öykü olacak, çocuklar için yazıyorum biliyorsun, sözcüklerim gün ortasında gökyüzü gibi olmalı, ev gibi değil.”
Öykünün kahramanı anlaşıldığı üzere yaratıcı, biraz daha açık tanımlama ile henüz yalnızca çocuk öyküleri yazabilen bir öykücü kadın. Ev denilen yerin, bir erkeğin, hayatın ve koşullarının dayatmalarına maruz kalıyor. Gökyüzünün farkında ve koşullarını yani geleceğini değiştirmek, gökyüzünün sunduğu derinliğe, çok boyutluluğa koşut bir yazı ve hayat serüveninin olmasını istiyor.
Ben şöyle düşünüyorum: Hayatta kalabilmek için canlılar örtündüler; Tanrı’nın, doğanın-ne derseniz deyin- belki kendini ifade etme çabasından, huzursuzluğundan, bazen öfkesinden kendilerini koruyacak barınaklar yaptılar.
İnsan bunu da abarttı, bu konuda da amacından saptı, yaptığı evlerle doğaya şirk koştu. Evi dişi kuş yapar derler, oysa ev, içini erkek egemen bakışın doldurduğu bir sınırlandırma. Evler, giysiler başlı başına bir amaç haline geldiler. Bu yoldan çıkmışlığının içine kendini hapseden insan bunalıp duruyor daracık odalarda. Çoğu kez gökyüzüne bakmak o derinliği, sınırsızlığı görmek, kendini, hayatı, o sınırsızlık içinde sevmekten bir anlam bir değer vermekten uzak yaşıyor, ben de bundan sıkılıyorum. Kitapta bu biraz hissedilsin istedim.
Her şey hızla tükeniyor, “zaman dahi yetmiyor tüketmeye”. Tükettiğimiz sadece nesneler değil kendimizle birlikte sevdiklerimizi de tüketiyoruz ve en temiz duygulardan biri olan aşkı da tüketiyoruz. Halbuki hayatı üstüne inşa ettiğimiz bir gerçeklikti aşk, bir tür direniş hali, Bir Bardak Su ve Bıraktı Aşk Öldürsün’de direniş intiharla sonlanıyor. Bireyi kuşatan çok güncel bir sorun. Tüketim, yabancılaşma, intihar sarmalına değinebilir miyiz?
Tüketme hastalığı bence insanın doğadan kopuşunun, kendi doğasına yabancılaşmasının bir yan etkisi olarak ortaya çıkıyor ve tamamı ile insanın kendine, bulunduğu topluma, dünyaya yabancılaşmasına hizmet ediyor. Boşuna değil doğayı tahrip edenlerin en çok tüketim mabetleri olan AVM’leri inşa etmeleri.
Evet, insana dair bildiğimiz en kesin bilgi ölümlü olması, üstüne üstlük bunu biliyor olması. Yani sınırlı bir zamanda ve sınırlı bir mekanda yaşıyor, bunu biliyor, bilmiyormuş gibi yapıyor. Zaman, en kavi başları bir inişte boyunlarından ayıran bir giyotin gibi boynumuzu imlerken insan yüreğinden zaman ve mekan sınırlılığının tahdidini kaldıran, kendimizi zamandan ve mekandan azade hissettiğimiz, her tür sınıra başkaldırdığımız evrenin bir adıdır aşk.
Kaç yaşında olursan ol aşk aşığı yaşsız kılar, mekansız kılar, sığamaz hiçbir yere o yüzden devrimcidir, değiştirip dönüştürücüdür. Öyle de bu evreni oluşturmak, o belirdiğinde ona sahip çıkmak, beslemek büyütmek hiç de kolay değil, hele günümüzde kapitalist sistemin üzerimize yığdığı bizi nefessiz bırakan çöp duygular; hırslar, nefretler, zalimlikler, çaresiz hissedişler varken. Aşk ancak bir direniş hali olarak ayakta kalabilir. Devrimi ihtimal dahilinde tutmak istiyorsan aşkın ateşini söndürmeyeceksin. Oysa bizde devrimciler devrimcilik yapabilmek adına ilk önce aşklarından vazgeçtiler, sonra çoğu evli barklı, çocuklarını düzenin dayattığı sınavlara hazırlayan günümüzün sıkıcı ebeveynleri oldular.
Aşkta direnmek de maalesef tek başına olmuyor. İntihar da bir direniş olabilir. Javier Marias’ın dediği gibi, “Biz kendi kendimizin işini bitirirsek elimizden hiçbir şeyimiz alınmaz.” Aslında aşk hakkında bildiğimi sandıklarım giderek uzaklaşıyor benden, belirsizleşiyor. Şu sıralar aşkın da çok abartıldığını düşünüyorum, bu bir yaşlanma sanırım.
Kadın Çalışmaları bölümünde yüksek lisansınız yapmışsınız ve kadın konulu makaleleriniz var. Haliyle kadının merkezde olduğu öyküleriniz de kitapta yerini almış. Akademik çalışmalarınız öykülerinizi ne kadar besledi?
Kadın çalışmaları bölümüne girmeden önce olamamış bir sosyal antropologdum, hala da olamamış bir sosyal antropoloğum. Üniversiteye daha çocukken 16 yaşımda girdim ve sosyal antropoloji sayesinde farklı kültürlerle, yaşam biçimleriyle, insan halleriyle tanıştım ancak yine de üniversite eğitiminden çok beni biçimlendiren sanırım üniversite eğitimimin yanı sıra yaptıklarım oldu.
İstanbul Üniversitesi Mediko-Sosyal Merkezinde tiyatro topluluğunda tiyatro çalışmaya başladım, o sayede Brecht’in, Beckettt’in, Sartre’ın vs. metinleriyle içli dışlı oldum. Üniversiteden sonra da tiyatro çalışmalarım sürdü birçok oyunda rol aldım.
Kadın meselesine yönelişim ise bilmem ki ne zaman başladı. Altı kız bir erkek yedi çocuklu ailenin en küçük kız çocuğuyum, doğuluyum, daha ne olsun. Sanıyorum beş yaşıma kadar “Ben annem gibi bir kadın olmayacağım” cümlesini en az beş kez kurmuşumdur. Mücadelem ise hala sürüyor.
Kadın çalışmaları bölümüne başlamadan çok önce kadın alanında, şimdinin deyimiyle, aktivisttim, Demokratik Kadın Derneği kurucularından biriydim. Kadın çalışmalarında ise Tülay Arın, Nermin Abadan Unat, Fatmagül Berktay gibi değerli akademisyenlerle tanıştım. Öykülerimi besleyenler işte tüm yaşadıklarım, yaşayamadıklarım, yaptıklarım, yapamadıklarım, öğrendiklerim, öğrenemediklerim, başıma gelenler, lütfen bu da başıma gelmesin dediklerim ve tabii yalnızca zerresine ulaşabileceğim, ulaşmaya gayret ettiğim dünyada ve ülkemizde üretilmiş, üretilmekte olan edebiyat.
Kadın meselesinden bahsettik; biraz da bu konudaki öykülerinize yoğunlaşalım isterim. Bir Hasta öyküsünde hasta bir kadın var. Kendisi için gündelik hayatın akışı değişmesin istiyor, ancak zaten hayatın merkezinden çoktan sökülüp atılmış ve o bir anne, çocuğuna Devrim adını vermiş. İleri söylemlerinin olduğu bir eş ve çevre içinde yitmiş bir kadın. Eleştirel bir öykü, hem bu öyküye hem de bu konuya değinebilir miyiz?
Bu konu beni çok yaralayan bir konu. Her bir kadına ve kendime daha yakından bakmaya, anlamaya çalışıyorum. Nasıl oluyor da olduğumuz kadınlara dönüşmekten kendimizi kurtaramıyoruz?
Feminizm bize “Özel olan politiktir” diyerek pek çok şey söylüyor. Aslında özellikle solla ve kadın meselesiyle bağlantı kuran çoğu kadın neleri yitirdiğinin farkında ama dış dünya bir cehennem olunca görece daha iyi bulduğumuz bizim sandığımız ev içlerini huzur vadisi haline getirme oyunları oynuyoruz.
Dileğim huzurun gerçekten bulunması. Bu öykü ile ilgili daha fazla şey söylemek istemiyorum.
Her Nen Bir Sehpanın Üzerinde Duruyor öyküsü tecavüzü anlatan bir öykü olmanın ötesinde tecavüzün toplumsal halini anlatıyor. Kurmaca bir öykü, ancak bir haber metnini de çağrıştırıyor. İşlenen suçun faili sorgulanmazken kadınlık yargılanıyor. Çok gerçek ve acıtan bir öykü Her Nen Bir Sehpanın Üzerinde Duruyor. Ne dersiniz bu öykünün asıl kahramanları kadınlar mı?
Asıl kahraman kime denir, nasıl olunur bilmiyorum. Zaten mesele de bu değil mi; kadınlar hayatlarının bütün rollerini çalan, kendilerine hizmetkarlık rolünden başka rol bırakmak istemeyen erkeklerden hayatlarını geri almaya çalışıyorlar, en azından kadınların bir kısmı, ne yazık ki.
Evet, size katılıyorum, tecavüz ve tecavüz sonrası tecavüzler çok gerçek ve çok acıtıyor. Öykü yeterince acıtıcı mı bilmiyorum. Aslında merak da ediyorum, bizzat tecavüzcü olan birini geçtim de tecavüz kültürünün üretilmesine katkıda bulunan biri, bilhassa bir erkek için de gerçekten acıtıcı ve de önemlisi caydırıcı bir etki yaratır mı bu öykü?
Hesap Lütfen öyküsünde bir arada olamayacak bir çiftin kendilerinden kaçıp birbirlerine sığındıkları bir yaşam söz konusu, sizin öyküde geçen güzel bir ifadeniz var “taslak hayatlar” diyorsunuz. Kitabı okuyacaklar için biraz gizem bırakmak istiyorum. Taslak hayatlar ifadesini biraz genişletebilir miyiz, diğer bir ifadeyle bireylerin yaşamı için bütünüyle inşa edilmiş bir süreç diyebilir miyiz?
Bizim gibi ülkelerde toplum, aslında bireydeki toplum korkusu demek daha doğru olur, öylesine baskın ki, toplum, bireyin doğrudan tepesine binmese dahi sırf çıkardığı gürültüden, yarattığı kakofoniden bile zihinleri, duyguları dumura uğratabiliyor.
Hasbelkader, gelişigüzel içine girilen bir hayat tarzı çoğu kez, özellikle kadınlar tarafından, ömürlerinin sonuna kadar sürükleniyor. Bir noktada sorgulamaya başladığında hele ki sorgulamayı sürekli ertelemişsen, her şey aslında apaçıkken yok saymışsan, gün gelip de kaçamaz noktaya geldiğinde hayatının bir taslaktan, olmamışlıktan ibaret olduğunu görebiliyorsun. Tabii çok acı bir durum, çünkü insana ait tek şey aslında kendi hayatı, ömrü. Hayatımızla, kendimizle yüzleşip de o yüzleşmeden güçlü çıktığımızda taslak hayatımızı istediğimiz asıl içeriği verme yönünde işleyebiliyoruz.
“Balkonlarımıza çekilsek de aynı bahçedeyiz,” diyorsunuz Ne Rüya Ne Serap adlı öyküde. Toplumsal atmosferimiz de ortada. Bu soruyla bitirelim mi?
Bu öykü Gezi sürecinde yazıldı. Hikayede Gezi’den uzak bir yerde yaşayan iki erkek bir de kadın anlatıcı (rüya görücü, ne derseniz) karakter var. Bunlar arasındaki çatışmalar ele alınıyor. Bir arada yaşayan insanların iletişimsizliği, anlaşılma arzusu, birbirini anlamaktan uzaklığı ve birbirine yaklaşabildiği anlar.
Günümüzde ülkemizde insanların duygusal olarak birbirinden uzaklaşması insanı dehşete düşürücü. Düşünsenize, tıkış tıkış metrobüste omuz başınızdaki kadın ya da adam sizin gibi birinden nefret ediyor, sizi yok etmesi yalnızca eline bir fırsat geçmesine bağlı.
Geçenlerde Facebook sayfamdan Hayır paylaşımlarımı gören, okuma yazmayı bizzat benden öğrenen eski bir öğrencim bana susmamı öğütleyen bir tehdit mesajı gönderdi. Bu söyleşiyi yaparken KHK’larla işinden, hayatından, sevdiklerinden, özgürlüğünden olan binlerce kişiden yalnızca ikisi; Nuriye ve Semih Ankara’da “Açlıkla ruhlarını doyuruyorlar”, ölümle yüz yüzeler. Kemal Gün de Dersim’e yönelik bombardımanda yaşamını yitiren oğlunun cenazesini almak için açlık grevi yaptı.
Bu ülkeyi yönetenler, yönetenlere destek olanlar herhalde bu duruma üzülmüyorlardır. Bir zamanlar işkenceci bir polis işkence yaptığı kişiye “Siz devrim yapsanız da bizi asmazsınız ki, siz idama karşısınız” demişti.
Umut, bizlerin işkenceci polisin bile asılmasına karşı olmamızda ve devrimi, toplumsal dönüşümü, daha iyi, daha boyutlu bir yaşam mücadelesini bir rüya ya da serap olmaktan çıkarıp zulmedenlerin, kabusu haline getirebilmekte. (YK/EKN)