Son yıllarda toplumsal muhalefetin önemli bir dinamiği halini aldı talan edilen kentler. Bu kentlerin en tepesinde yer alan kentimiz ise kuşkusuz İstanbul. Kentsel dönüşüm projesi adı altında yerleşim yerleri peşkeş çekilirken diğer taraftan İstanbul’un can damarları olarak bilinen yeşil alanları acımasızca katlediliyor.
Doğaya karşı acımasız olan iktidardan elbette insana karşı daha insaflı olması beklenemez. Yaşam alanlarımız rant alanına dönüşürken salt bir çevre sorunu olarak bakmak yeterli olur mu?
Banu Bülbül’ün Notabene yayınlarında çıkan romanı Jaguarın Gözleri tam da bu noktadan okurlara sesleniyor.
Jaguarın Gözleri, İstanbul’un en güzel ilçelerinden biri olan Sarıyer ve Sarıyer hattını mekan alırken aynı zamanda İstanbul içinde gezintiye de çıkarıyor okurları. Yaşam alanlarını savunmak ve bu savunu çerçevesinde yeni bir kültürü inşa etmeye çalışan bir grup güzel insan.
Romanda yer alan karakterlerimiz kaybettikleri bir arkadaşlarının izinden giderken gerçek ve kurgunun neredeyse iç içe geçtiği anlarla karşı karşıya geliyoruz. Sorgulayan, itaat etmeyen ve yaşamı savunan bireylerin kurşuna dizildiği, işkence gördüğü, tutuklandığı bir coğrafyanın izini romanda sürmek mümkün…
Jaguarın gözleri, yeni bir deneyimi okurlarına sunmanın ötesinde bizde var olan hali hazırda o güzel yanımızın peşinde koşmayı da öğütlüyor. Öyle ya, egemen kültürde kadınlar sadece birbirine rakip olarak kurgulanmışken, Jaguarın Gözleri aslında kadınların dayanışmayla nasıl da yaşamı ilmek ilmek ördüklerini gösteriyor. Yazarın deyimiyle, “Kadınların kolektif çözümlere, bir arada davranmaya daha yatkın bir tarafı var.”
Jaguarın Gözleri’ni uzun uzun yazmak elbette yerinde olacak, ancak Banu Bülbül’e soracağımız sorular da sabırsızca beklemekte… Dilerseniz başlayalım.
Jaguarın Gözleri ilk romanınız; dolayısıyla öncelikle hem sizin edebiyat serüveninize hem de Jaguarın Gözleri’ne biraz değinebilir misiniz?
Yazıyla ilişki kurmak, yazıyla anlatmak, yazarak anlamak, değiştirmek, dönüştürmek her zaman aşina olduğum yoldu. Çocukluğumdan bu yana yazmaya yatkındım. Gençliğimde politik yazılar yazdım genellikle. Zamanla mesleki yazılar da eklendi yazdıklarıma. Ben bir psikoloğum aynı zamanda. Roman yazmayı da hep istemiştim. Ama “olsa ne güzel olur” belirsizliğindeydi bu arzu. İlk kez Gezi sürecinde fikir netleşti ve bir roman planına dönüştü. 2013 Mayıs’ta Gezi başladığında kızım 1 yaşında bile değildi. Yıllardır beklediğim hareketlilik gelmişti ve ben kucağımda bir bebekle evdeydim. Yazmak, romanı kurgulamak sokaktaki hareketliliğe katılımın dolaylı bir yoluna dönüştü zamanla. Sonra onu da aştı ve kendi rotasını çizdi roman. Yani edebiyatla ilişkimin yazarlık boyutuna geçmesi Gezi’nin ve kızım İdil’in ilhamı ile mümkün oldu diyebilirim. Romanın serüveni böyle başladı. Ben Jaguarın Gözlerini yazmayı sürdürüyorken hep birlikte büyük acılar yaşadık. Suruç, Ankara patlamaları olduğunda ara verdim romanı yazmaya. Romanın yazımını bitirdiğimde ülkede olup bitenlere dair de izler taşıyordu kuşkusuz. Tıpkı benim ve pek çoklarımızın hayatı gibi…
Aslında yazar olmak ve bu uğraşı sürdürmek gibi bir hedefi baştan koymamıştım ama Jaguarın Gözlerini yazarken yaşadığım yolculuğu çok sevdim. Şimdi ikinci romanı yazıyorum. Üçüncü romanda ne anlatmak istediğimi biliyorum. Yazmaya devam edeceğim, öyle görünüyor.
Geleneksel olanın dışında romanda yer alan kahramanlarımız (diğer cinsiyetlere haksızlık edilmeden ) kadınlardan oluşuyor. Jaguarın Gözleri’ni bu noktadan değerlendirebilir miyiz?
Romanda kadınların kendi yöntemleriyle, ilişki biçimleriyle dayanışmaları halinde yapabileceklerine ilişkin kadından yana bir bakış sunuluyor. Zaten devrimleri erkeklerin yaptığına dair görüş tümüyle bir yanılsamayı ifade ediyor. Hatta yanılsama da dememeli manipülasyon düpedüz. Benim siyasi tanıklığım da okumalarım da devrimci süreçlerin asıl yükünü kadınların omuzladığı yönünde. Böyle gördüğüm için doğalında romanın kahramanları kadınlar oldu.
Kadının edebiyatta özne olması yalnızca kadın yazarların sayısının artmasıyla onların yazın dünyasında daha çok yer bulmasıyla sağlanamayacağını aynı zamanda kadın kahramanlar yaratmaya da ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Edebiyatta yaratılan kadın karakterler çoğunlukla romandaki erkek karakterlere göre konumlandırılıyor, tanımlanıyor. Diyalektik olmayan şeytan gibi ya da melek gibi kadınlar oluyor bunlar genellikle. Roman karakterleri olan kadınların birbiri ile dayanışmasına ise pek değinilmiyor. Oysa hayatta kadın dayanışması son derece gerçek, süreğen bir hal ve üstelik sadece bir siyasal perspektifle de yaratılmıyor. Kadın dayanışması aslında her yerde. Ancak eril diğer alanlar gibi edebiyatın da ilgisini kadınlar arası dayanışma değil rekabet çekiyor. Burada elbette cinsiyetçi bir kasıt var.
roman kendi kurgusu içinde faili meçhul bir cinayetten yola çıksa da mafya-siyaset ilişkisinden Cumartesi Anneleri’ne kadar uzanan geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Romanın birden çok konuyu merkezine alması gerekliliğinden mi yola çıktınız ya da hali hazırda var olan durumun bir dayatması mı?
Sorunların kökünü, kaynağını aramaya ilişkin merakım her zaman oldu. “Neden?” sorusunu sormaktan kolayca vazgeçmedim, bulduğum ilk yanıtla yetinmedim, o yanıtı da soruya dönüştürdüm genellikle. Benim bütüne bakma çabam romana da yansıdı. Kişilerin, olayların birbiriyle yoğun ve karmaşık ilişkilerini görmek, göstermek, tarihe bu açıdan tanıklık etmek önemsediğim bir nokta.
Bu ülkedeki sorunların birbiri ile ilişkisi öylesine belirgin ki bunu atlayarak herhangi bir durumu açıklamak olası değil. Ergenekon iddianamesi yayınlandığında büyük bir dikkatle okumuştum. Susurluk davası ile ilgili yazılıp çizilenleri de… Çete, derin devlet konulu okumalar yaparken olayların birbiriyle bağlantılarını şemalar çizerek anlamaya çalıştım. O zaman da gördüğüm bütün örgütlü suçların bir biçimde birbiriyle ilişkisi olduğu idi. Gördüğüm bu bağlantıları anlatmak istedim.
Bütünlüklü bakma ihtiyacının bir diğer boyutu ise kapsayıcılığı artan mücadelelerin başarı şansının da arttığını düşünmemdir. Örneğin kendisini “çevreci” olarak tanımlayan ve yalnızca bu çerçevede mücadele yürütme niyetinde olan biri sermayenin kar hırsıyla uğraşmadan bir adım ilerleyemez. Kar için çevreyi kirleten, doğayı katleden sermaye sahibi ile ve onu koruyanlarla mücadele ederken işçilerin mücadelesi ile dayanışması da gerekir. Yanı sıra doğası kirlenen bölgede yaşayan insanlarla ilişki geliştirir. Farklı muhalif kimliklerin dayanışması olasılıklardan biri iken diğer olasılık rekabet etmeleri, çatışmaları yazık ki… İşte farklı sorunları bir merkeze koymayı başaramadığımızda o merkezde yer almak için rekabet eden görüşler bir yarış içine girebiliyor bu da dayanışmaya zarar veriyor o dayanışma kurulmadan da kazanım olmuyor.
Soner Gökmen isminin kitapta yer alan öyküsü 3 Mart 2004’te katledilen Önder Babat’ı hatırlatıyor. Bu benzerlik ilişkisini bilerek mi tercih ettiniz ve bu konuda olumlu ya da olumsuz eleştiri aldınız mı?
Politik cinayetler her zaman ilgimi çekmiştir. Önder Babat’ın öldürülmesi de beni etkileyen olaylardan biri… Soner Gökmen de tıpkı Önder Babat gibi Beyoğlu’nda dergi bürosunun önünde öldürülüyor. Savunduğu görüşlerin yayınlandığı derginin kapısının önünde… Tıpkı Agos’un önünde öldürülen Hrant Dink gibi… Ya da Tahir Elçi’nin Dört Ayaklı Minare’nin önünde öldürülmesi gibi… Yani Soner Gökmen cinayeti tüm bu siyasi cinayetleri temsil ediyor bir bakıma. Önder Babat’ın öldürülme biçiminin benzerliği dışında Soner Gökmen’e yaşamına ve katillerine ilişkin anlatı tamamen kurgusal. Elbette Önder Babat cinayetine dikkat çekebilmek, onu zihinlerde tutabilmek için kitabın ufacık da bir katkısı olursa buruk bir mutluluk duyarım. Bu konuda bir eleştiri almadım ama kitabı okurken Önder Babat’ın öldürülmesini anımsadığını ifade edenler oldu.
Kitapta örgütlü mücadele etmenin ve dayanışma içinde olmanın özenle altını çizmişsiniz. Ancak muhalif olan parti ve benzeri çevrelerin yaklaşımına karşı da sert eleştiriler var. Bu konuya biraz değinebilir miyiz?
Farklı siyasi öznelerin sesi var romanda diye düşünüyorum. Kişisel olarak ben insanların örgütlü olmasını olumlu bulurum. Romandaki Hepberaber Örgütü bir çeşit örgütlenme önerisi örneğin. Partili olmak mühim iştir elbette. Ama parti, program demektir ve her program bir kuşağı kapsar aslında. Bense romanda bir kuşaklık bir işi değil kuşaklar boyu, ya da bir insan için ömür boyu süren bir tutarlılığa, bir politik duruşa olan ihtiyacı anlatmaya çalıştım. Günümüzde içi boşaltılan anlamıyla değil ama gerçek karşılığıyla değerlere ve ilkelere vurgu yapmak istedim.
Türkiye’de genellikle özörgüt ve parti ilişkisi yanlış kavranır. Ya karşı karşıya getirilir yahut partinin kapsadığı kitle örgütleri özörgüt zannedilir. Gezi’de nüvelerini gördüğümüz sovyetik yani meclis türü özörgütlerin önemini vurgulamaya çalıştım romanda. Umudun bu örgütlerde olduğunu düşünüyorum. İsteyince yaratılabilir olmadıkları gibi, sürekliliği sağlanabilir örgütler de değiller ancak ortaya çıktığında kıymeti bilinmeli, diye düşünüyorum.
Jaguarın Gözleri’nin bir önerisi var. Bu öneri gizli saklı olanın karşısına “aleni” olmayı koyuyor. Bir tür mücadele yöntemi denilebilir mi bu duruma?
Evet bir tür mücadele yöntemi önerisi olarak okunabilir. Siyasi görüşlerin, düşüncelerin, bilginin alenileştirilmesi, kapalı kapılar ardında gizli saklı yapılan görüşmelerin muhataplarına ulaştırılması talebinin canlandırılması, denetim vurgusunun yoğunlaştırılması… Örneğin toplu iş sözleşmelerinin işçilerin önünde yapılması, barış görüşmelerinin halkın karşısında yapılması, savaşa ilişkin ulaşılan gerçeklerin ifşası… Evet günümüzde aleniyetin sağlanabilmesi için geçmişe göre daha çok olanak var. Ve tabii her çağda olduğu gibi kendisi için zararlı olabilecek bilgiye erişim egemenlerce tehlikeli bulunuyor. Bu nedenle internette pek çok yasak mevcut. Tabii bir bulguya, bilgiye aleniyet kazandırmadan önce olabildiğince titiz davranmak çok önemli. Tıpkı romandaki karakterlerin davrandığı kadar özenli davranmak…
Ayrıca makro ve mikro düzeyde ilişkilerdeki aleniyetten de söz ediyorum bir anlamda… Feminizmin “Özel olan politiktir” ilkesine de değinmiş oluyorum. “Aile meselesidir” halinden sıyrılmaktan tam da bu bakış yüzünden yaşanagelen sol içi şiddetten de söz ediyorum. Gizlilik üzerinden kente saldıran egemenlerden de söz ediyorum.
“Karşımızda duranların sahip olamadığı ve asla sahip olamayacağı çok güçlü niteliklere bezeli olduğumuzu unutmamalıyız; dayanışma, sevgi, sabır, özveri, mizah…” Zeynep kulaklarımıza naifçe fısıldıyor. Özellikle bu günlerde ihtiyacımız olan sözler bunlar sanki?
Bu anımsamayı ben de çok önemsiyorum. Genellikle bizde olmayan üzerine kurulu, eksiklikler üzerinden tanımlı söz üretiliyor solda. Elimizde olanlara bakalım. Bu tarafta olmak çok güzel gelsenize diyebilmek ancak o zaman mümkün. “Gurur, şeref” gibi bence erkekçe ve Ortaçağcı değerlerin yerine olumlu anlamda dişil mücadele ilkelerini öneriyorum yeniden...
Son olarak kitaba adını veren Jaguarın Gözleri’ni ben çok sevdim. Jaguarın gözlerinin o derin anlamından bahsedip bitirelim mi?
Sevmenize sevindim. Jaguarın Gözleri, içeridekini, köktekini, gerçektekini görmeyi öneriyor. İnsanın bugünkünden daha özgür olduğu bir geçmişi olduğunu anımsamasını önemsiyorum. Kendisinde doğaya ait olana, sezgilerine ulaşmasını ve bütün bunları şu anki zihinsel düzeyinden ödün vermeden de yapabilmesini önemsiyorum. Bunun olanağı olduğunu biliyorum. Gördüğümce de anlatmaya çalışıyorum. Binlerce yıllık kölelik, serflik, reayalık, işçilik yaşamının dışında bunca yabancılaşmanın dışında bir hayat mümkün. Daha mutlu olduğumuz bir dünya mümkün ve ben de bu umudu diri tutmak için yazıyorum bir anlamda. “İçi boş hayaller”, “bomboş umutlar” lafları dolaşıyor ortalıkta. İçi boş hayal yoktur aslında. Tüm hayallerin içi doludur bir biçimde, her hayal, her düş, her umut bir köke tutunur, o köklere tutunalım. İçimizdeki jaguarı bulalım o şimdi tutsaksa da bir zamanlar ormanda özgürce dolaştığını anımsayalım istiyorum. Ve bunu hepberaber yapalım diliyorum. Esasen dünyada yaşamın devam etmesi için başka da bir şansımız kalmadığına inanıyorum. Bu şekilde devam eden bir insanlık toptan yol oluşa doğru ilerliyor çünkü...(YK/NV)
Jaguar'ın Gözleri, Banu Bülbül, Notabene Yayınları, 2017