24 Nisan 2015 sabahına gözlerimizi açtığımızda, kurucu inkârın, Ermeni kıyımının reddi üzerine tesis edilmiş bir ülkenin paranoid şizoid ruh ikliminde, kendini muzaffer ve fakat kıymeti bilinmemiş, gururlu ama mazlum hisseden kitlelerin temsilciliğine soyunmuş devlet erkânını Çanakkale’ye çıkartma yaparken izleyeceğiz. Çanakkale anlatısı, “bir medeniyetin kendini korumasının ve yüceltmesinin sembolü” olarak, medeniyet kaybının şahikası olan Ermeni soykırımının karşısına dikilecek.
18 Mart’ı 24 Nisan’a kaydırarak Ermeni soykırımı anmalarına “alternatif” bir başka “tarihi anma” icat etmek, devlet aklının şüphesiz yeni bir hamlesi. Aylardır hazırlıkları süren bu ikinci “Çanakkale cephesi”, aynı zamanda bir çeşit dost-düşman belirleme operasyonu da. 100’ün üzerinde devlet ve hükümet başkanına gönderilen davetler dikkate alındığında, davete icabet edenler ve etmeyenler üzerinden bir “muhasebe” ve propaganda yapılacağı muhakkak. Eşanlı olarak Erivan’daki Ermeni soykırımının 100. yılı anma törenlerine katılacakların da merakla izleneceğini ve buradan hareketle meşhur “Türkiye’nin düşmanları” söyleminin yeniden üretileceğini kestirmek kehanet olmasa gerek. Öte yandan Erdoğan’ın “deporte etmek” tehdidi sonrasında, geçen yılki taziye açıklamasına benzer bir metnin de Davutoğlu’ndan gelmesini, Ermeni soykırımının tanınmasını sağlayan yeni parlamento kararlarına set çekmek, Obama’nın soykırım sözcüğünü kullanmamasını sağlamak ve Türkiye’yi diplomasi koridorlarında bir nebze de olsun rahatlatmak için formüle edildiğini söyleyebiliriz. Taziye metinleri elbette önemsiz değiller ancak genel tablo içinde tutarlılık sorunları nedeniyle inkârcılığı aşacak bir dönemi başlatmaktan de uzaklar.
1915’i tamamen yok saymanın mümkün olmadığını gören devlet aklı, Türkiye’deki anma çabalarına müdahil olmak suretiyle bir kez daha Ermeni kıyımı ile yüzleşme girişimlerine had çizmeye çalışıyor. Taziye mesajının ikincisi yayınlanırken AKP’nin önemli isimlerinden gelen açıklamalar şahit olduklarımızın, hükümetin 1915’i savaş bağlamına oturtup sıradanlaştırma çabasının tekrarından ibaret olduğunu gösteriyor. Kategorik olarak farklı olan suçları (soykırım - Ermeni çetelerinin saldırıları) eşitleyerek sıfırlamaya çalışmak, acıları ortaklaştırma söylemine başvurarak yüzleşme sorumluluğundan kaçmak, inkârcılığın bir biçimidir. Neticede Türkiye’nin 1915 ile gerçekten yüzleşmek konusunda ne hükümet çevresinde ne de sivil ve askeri bürokraside bir niyet ve irade var. Sivil girişimlerin ısrarı ve mücadelesi sonucunda ne olacaksa olacak.
Mütareke döneminden Cumhuriyete inkârcılık
Türkiye’nin yazılı olmayan ve fakat tarafı olanları toplumun ve siyasetin çemberi içinde tutup “kazançlı” çıkaran diğerlerini yok sayan ya da dışlayan kurucu sözleşmesi büyük bir inkârın üzerine tesis edilir. 1915’in inkârı, kurucu bir inkârdır ve Türkiye’deki Müslüman halklar ile devletin ve yine Müslüman halkların kendi aralarındaki işbirliğinin çatısını oluşturmaktadır. Öyle ki sadece I. Dünya Savaşı sonrasında Mütareke döneminde, o da esen İttihatçı karşıtı rüzgârın sayesinde 1915’te yaşananlara dair kısmi bir yüzleşme çabasına rastlanır. Bir yandan galip devletlerin bastırması diğer yandan İttihatçılığın yarattığı tahribattan kurtulma çabaları sonucunda İstanbul matbuatında, Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan’da ve Divan-i Harbi Örfi yargılamalarında 1915 ele alınır. Yaşananların anısı çok tazedir ve herkes olup bitenin farkındadır. Örneğin Halide Edip, Vakit’te “masum Ermeni nüfusunu katlettik...
Gerçekten Ortaçağa ait metotlarla Ermenileri imha etmeye çalıştık... Biz bugün ulusal hayatımızın en üzgün ve en karanlık dönemini yaşamaktayız” diye yazar. Her ne kadar aynı dönemde inkârcı argümanlar olsa da siyasi atmosfer sorumlulardan hesap sormaktan yanadır. İttihatçılardan kendini ayırma çabası, Mustafa Kemal’in siyasi stratejisinde çok belirgindir. İttihatçılığın toplumda yarattığı antipati kadar uluslararası alandaki olumsuz imajı da bu tavır alışta etkilidir. Hal böyleyken Mustafa Kemal, Ankara’da Meclisin açılışını takiben yaptığı konuşmada 1915’ten “fazahat” olarak söz eder. Aynı dönemde tehcir sonrasında evlerine dönmesi beklenen az sayıda Ermeni’ye yönelik yeni bir saldırının yapılmayacağının taahhüt edilmesi de Mustafa Kemal’in uluslararası meşruiyet arayışları içinde düşünülebilir. Ancak bu duruş uzun soluklu olmamıştır; askeri başarıların ardından Mustafa Kemal başta olmak üzere Milli Mücadele’nin önemli isimleri 1915’e dair inkârcı – savunmacı bir hatta meyletmiştir. Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden süreçte 1915 ve emval-i metruke özelinde İttihatçı çizginin sürdürüldüğünü söylemek mümkün.
Kurucu sözleşmenin parçası olan Müslüman halkların, devletin izlediği unutturma ve yok sayma politikasına direndiğini söylemek olası değil. Bunun en önemli nedeni Anadolu’nun Müslümanlaştırılması esnasında yaşananlardan Müslüman halkların farklı düzeylerde de olsa kârlı çıkması. Devlet, teşvik ya da göz yumma dolayımıyla Müslüman halkları suça ortak ederek şiddeti kolektifleştirmişti. Sonuçta failler, kıyıma ortak olmanın semeresini topladı. Emval-i metruke’ye yok pahasına sahip olanlardan evlerinde Müslümanlaştırılmış Ermeni gelinler, çocuklar bulunduranlara kadar uzayan bir listeden söz ediyoruz. Yeni rejim, adeta bu “sahip olma” işini güvence altına almayı taahhüt etmesiyle varlığını tescilledi. Sonrasında da söz konusu tabloyu kendi bekasını temin etmek yönünde kullandı. Örneğin 1925’teki Şeyh Sait isyanının ardından hazırlanan Şark Islahat Encümeni Planı’nda Ermenilerin terk edilmiş mallarını Kürtlerin elinden alıp muhacirlere verme önerisi, bir nüfus mühendisliği projesi olarak devlet aklının yeni bir hamlesine dönüşüvermişti. 1930’lar boyunca Kürt isyanlarıyla uğraşan devlet, 1915 tartışmalarını çoktan unutmuştu ta ki 1965’te soykırımın 50. yılı anmaları geçekleşene kadar. Bu tarihten sonra devletin izlediği derin sessizlik siyaseti, içeriden gelen yüzleşme arayışlarıyla değil dıştan gelen eleştirilerle sarsılmaya başlayacaktı.
1965’ten 1980’e kadar da merkezi ve sistematik bir inkârcılık inşa edilmedi. Sadece, tarihyazımı alanında askerlerin birkaç hamlesi oldu ve popüler mecralarda “Ermeni mezalimi” başlığı altında “gururlu ama mağdur” Türklerin öyküsü anlatıldı. Ancak artık hepimizin bildiği üzere 12 Eylül sonrasında kurucu inkâr bir kez daha kurucu rejimin yapı taşı haline gelmişti. Devlet kurumları yeniden yapılanırken kurucu inkârın yeniden üretilmesindeki rol dağılımı da bir kez daha fakat çok daha merkezi bir biçimde gerçekleşiyordu. Ermeni soykırımının tanınma taleplerinin uluslararasılaştığı konjonktürde Dışişleri inkârcılığın amiral gemisine dönüştü. Kamuran Gürün’den Bilal Şimşir’e ve Şükrü Elekdağ’a geniş bir kadro 1915’e dair resmi anlatının savunulmasında görev yaptı; lobi faaliyetleri hız kazandı. Ders kitaplarından tutun da üniversitelerin senato kararlarına kadar her şey gerekçelendirmeci inkârcılığın argümanlarına göre biçimlendi. Kolektif mazlumluk anlatısını üreten mekanizmaların, inkârcılığın ötesinde her türlü pedagojik ilkeyi yerle bir ettiğini ve Ermenileri kategorik olarak düşmanlaştıran bir şablonu yerleştirdiğini de hatırlatmak gerekli. Örneğin 23 Mart 2003’te Bingöl Mustafa Kemal Paşa İlköğretim Okulu öğrencileri askeri araçlarla toplu biçimde 49. Piyade Tugay Komutanlığı’na götürülmüş ve burada çocuklara “Türkiye’de yaşanan terör olayları ile Ermeni Katliamı"nı içeren filmler gösterilmişti. Mağaralardan çıkarılan çürümüş insan cesetlerinin yanı sıra parçalanmış, kanlı bebek görüntüleri; açılmış mezarlar ve çıkarılan cesetlerin de yer aldığı filmden ancak psikolojisi bozulan öğrencilerin velilerinin şikâyeti ile haberdar olunmuştu. 2000’lerin başında kurulan Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Koordinasyon Kurulu ise öğretmenlere ve öğrencilere inkarcılığın epistemolojisine dair çerçeve sunmayı amaçlıyordu.
1990’larda ve 2000’lerin ilk yıllarında devlet gerekçelendirmeci inkârcılığın yeni biçimlerini devreye soktu. Zira sessizlik ya da salt inkâr “işlevsel” olma kapasitesini yitirmişti. Türkiye’de Taner Akçam’ın ve Ragıp Zarakolu’nun çabalarıyla 1915’e dair resmi anlatı dışında metinler üretilmeye ve basılmaya başlamıştı.
Uluslararası mecrada ise peşi sıra soykırımı tanıma kararları meclislerden geçiyordu. Resmi anlatıya yöneltilen eleştiriler çeşitlendikçe resmi ve gayrı resmi savunma biçimleri de farklılaştı. Arşivleri açma, konuyu tarihçilere havale etme ya da mukatele tezini gündeme getirme çabaları bahsi geçen yeni arayışların bir sonucu olarak karşımıza çıktı. Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nün 2002 yılında “Ermeni Araştırmaları Türkiye Kongresi” adıyla düzenlediği etkinliğe mesaj gönderen dönemin Cumhurbaşkanı Sezer’in soykırım iddialarına karşı en iyi cevabın tarafsız akademisyenlerce verileceğini, arşivlerin açık olduğunu ve isteyen araştırmacıların arşivden faydalanabileceğini söylemesi ile sonraki yıllarda Gül’ün ve Erdoğan’ın açıklamaları arasında bu bağlamda bir süreklilik olduğu yadsınamaz. Bugün de genel hatlarıyla devlet bu stratejinin arkasında görünmekte. Ancak etkili ve “başarılı” olma şansı neredeyse hiç yok.
Medeniyet kaybı
Kurucu sözleşme ile kurucu inkâr arasındaki simbiyotik ilişkiyi keşfetmek, hem Türkiye’deki devlet aklının biçimlenmesini hem de kolektif mazlumluğun yeniden üretilme biçimini anlamak açısından çok önemli. Türkiye’nin farklı zihin haritaları, 1915’e dair inkârcı pozisyon geliştirirken birbirinden değişik argümanlar formüle etse de ayaklarını bastıkları zemin aynı. Cumhuriyet kuşaklarının hemen hemen hepsi, kolektif özgüven kaybına karşı ulusal gururun ve kolektif mazlumluğun eşanlı olarak şişirildiği paranoid şizoid bir iklimde ulusal kimliklerini kazandı. Bu bağlamda medeniyetin mirasçısı olmak, medeniyet kurmak ya da asri medeniyete ulaşmak toplumsal siyasal hedeflerin en başında geldi. Kemalistler de İslamcı ve ülkücüler de kendilerini muhayyel bir medeniyet anlatısı üzerinden var ettiler, ediyorlar. İster Kemalistlerin evrensel değerler manzumesi olarak yakalamaya çalıştığı Batılı uygarlık seviyesi olsun, isterse de sağ cenahın dini – milli motiflerle bezediği medeniyet tanımı olsun hiçbiri soykırımla yüzleşecek asgari düşünsel ve moral zemine sahip değil. 1915’in kabulü arzu nesnesine dönüştürülmüş muhayyel medeniyet anlatılarına bir meydan okumadır.
Erdoğan “bizim medeniyetimizde soykırım yoktur” derken işte bu meydan okumaya karşı malum defansı gerçekleştirmektedir. Hâlbuki 1915, yürütülme şekli, aktörlerin rol dağılımı, işlevi ve şiddetin biçimi açısından tam bir medeniyet kaybıdır. İnsanlığa ve medeniyet karşı işlenmiş bir suçtur; suçun sistematik inkârı da aynı medeniyet kaybının bir devamıdır. Kurucu inkârın epistemolojisi faili aklayan, kurbanı şeytanlaştıran kolektif şiddetin ana rahmidir. Türkiye’de neredeyse tüm siyasal pozisyonların hücrelerine kadar nüfuz eden inkârcılıktan kurtulmadığımız sürece 1915’in her an yeniden gerçekleşme riski mevcut; failin ya da kurbanın kim olacağı ise meçhul! (GGÖ/HK)
Not: Toplum ve Bilim’in yeni çıkan 132. sayısına Bilgi Üniversitesinden meslektaşım Ömer Turan ile birlikte yazdığımız “Devlet Aklı ve 1915” başlıklı makalede, inkârcılığın köklerini, nedenlerini ve hangi araçlarla operasyonel kılındığını etraflıca anlatmaya çalıştık.