Hıristiyan ve Müslüman iki din şahsiyeti korku ve sevgi üzerine konuşuyorlarmış. Sohbetin bir ara durağı demokrasi kültürüne dayanmış. Hıristiyan din şahsiyeti demokrasi ile korkunun aynı saksıda yeşermesinin hayli zor olduğunu dile getirmiş. Gerekçesini de sevgi tezine dayandırarak demiş ki; elbette bütün tek tanrılı dinler kutsaldır ve tanrı buyruğudur. Fakat uygulamada farklılıklar vardır. Örneğin siz Müslümanlar dini ve dinin gereklerini anlatırken işi Allah korkusu üzerine kurarsınız. Her fırsatta “Allahtan Korkun” dersiniz. Korku üzerine felsefeyi oluşturmaya gayret edersiniz. Biz Hıristiyanların ise ana felsefesi sevgidir. “Tanrıyı sevin saygı duyun ve birbirinizi sevin” deriz.
İyi ama demiş Müslüman din şahsiyeti, sizin de maziniz pek parlak sayılmaz. Engizisyon dönemi ortaçağ’a bakarsak Hıristiyan inancını kalıcılaşması için işkencelerle insanları az mı katlettiniz, demiş.
Vazgeç demiş Hıristiyan, o eski ve tarihte kalan yanlış uygulamalardan. Biz sevgi ekiyoruz.
Velhasıl kelam Dinler Tarihine baktığımızda Korku ile Sevgi’nin, hele hele inanca dayalı korku ile sevginin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği hayli tartışmalı ve muamma. Hangi dinin neyi daha çok öne çıkardığı bir miktar tartışma konusu.
Korku ve Sevgi üzerine bir iki şey yazmak isterken nedense çok uzun yıllar evvel liseli yıllarımda izlediğim 1960’lı yılların bir filmini anımsadım, Mor Defter. Başrolünü bir şair rolüyle oynayan Yılmaz Güney’di filmin kahramanı. Çetin Altan yazmıştı senaryosunu.
Mor Defter filminden Yılmaz Güney’in bir dilenci ile muhabbetinin repliği kalmış aklımda o günlerden. Dilenciye yanaşır şair ve kaldırım kenarında dilencinin yanına oturur. Elindeki şarap şişesini dilenciye uzatır “seninle bir şirket kuralım, sermayemiz bu şişe ile şimdi yazacağım birkaç dize olsun” der. Ve yüksek sesle telaffuz ederek yazmaya başlar. “Ne anne sesi duydum ne ninni. Yaşamak böyledir sanki. Allah rızası için biraz sevgi”. Sonra bu birkaç dizelik tuhaf dilenme şeklini ikili koro şeklinde birlikte uygularlar. Aklımda kalanlar bu kadar.
Para istemek yerine, demlendikleri birer yudum şarabın üzerine, insan tekinden sevgi dilenmek.
Sanırım toplum olarak bugün açmazımız biraz da bu!
Sevgisiz bir toplum olup çıktık. Bunda zalim ve muhteris acımasız iktidarların payı, hayli büyük!
Devasa bir Korku İmparatorluğu kurdular. Aile içinde ebeveynleri sevmek ve saygı duymak yerine, korkmak. Sonra işyerinden amirden, patrondan işten atılma korkusuyla korkmak ve bu korku üzerine kişiliksizleşmek. Sonra aman neme lazım, etliye sütlüye karışmayayım, siyasi görüşüm belli olmasın, başıma iş açarım, polis, asker, mahkeme, hapis filan korkusu. Ve Devletten korkmayan Allah’ından da korkmaz yaygın düşüncesinin toplumda yarattığı Korku Seli.
Sanırım bu Korku meselesinin yine üzerine yürümenin en güzel sözü “Korkunun Ecele Faydası Yoktur” sözüdür. Korkudan korkmamak için üzerine yürümek gerek. Bunun için de örgütlü olmak gerek.
Korkutanlara, korku çemberi örmeye yeltenenlere; çocuk korkusuzluğu ile önce nanik yapıp dalga geçmek, sonrada örgütlü olarak korkmadığını beyan ederek meydan okumak gerek.
Ta ki sevginin, insan sevgisinin ve dolaysıyla sevgi üzerinden gelişen demokratik kültürün dili ve hükmü egemen oluncaya dek…
Yeryüzü; sevginin, dostluğun, demokrasi kültürünün yüzü oluncaya dek…
İstanbul Maltepe’de bir ev varmış bir zamanlar. Yaşlı bir Kürt bilgesinin yaşadığı o evin iki kapısından biri demir diğeri tahtadanmış. Demir kapıyı sevenleri yapmış, bilge kişi korunsun zarar görmesin diye! Ama bilge; özgürlüğü, korkusuzca yaşamayı, her şeyden önce sevmeyi iyi bilip, sanat edindiğinden o demir kapıyı hiç kapamaz(mış). Tahta kapıyı da kim çalar, kim ararsa evine buyur edermiş.
İşte o sevgi adamı bilgeyi 21 yıl evvel 20 Eylül 1992’de Dîyarbekir’de katletti kontralar.
Ben bu yazıyı ironik ve mizahi diliyle korkunun üzerine yürüyerek sevgi tohumları yeşertmeye çalışan ama ömrü vefa etmeyen büyük bir bilge şahsiyet Apê Musa’nın ölüm yıldönümünde korkusuz bir adama selam olsun diye yazdım.
Hani o bir zamanlar 1915 Soykırımında, daha sonra da 1990’ların başında faili meçhuller döneminde cesetlerin gömüldüğü Siirt Eruh arasındaki Newala Qesaba’da diyordu ya! “Ve cellât uyandı bir gece yatağında. Aman Tanrım, dedi. Bu ne zor bilmece! Öldükçe çoğalıyorlar. Oysa ben, tükenmekteyim öldürdükçe…” Apê Musa’nın ruhu şad olsun, 21 yıl geçmiş katledilmesinin üzerinden. (ŞD/ÇT)