Doğrusu insanın adının şehriyle, yaşadığı şehirle anılmasının çok hoş olduğu kadar, sorumluluk yükleyen ve şehirle ilgili yaşananlar üzerinden "Acaba 'filanca kişi' ne diyor?" diye beklenti içerisine girilmesine sebep olan tarafları da var.
Özel olarak Kırklar Dağı üzerindeki konut yapılaşması nedeniyle fark ediyorum ki benden yana böyle bir beklenti de oluşmuş durumda.
Konuyla ilgili yazan kimileri sanırım yeterince araştırmadan ve bilmeden, ayrıca benim bir kitabıma referans verilirken, bir başka kitabımda Kırklardağının Düzü hikâyesini kaynak kişi Abdülsettar Hayati Avşar Beyefendinin paylaştıklarından yazdığım halde, atlanmış. Önce "Diyarbakır Diyarım Yitirmişem Yanarım"* kitabımdan Abdülsettar Hayati Avşar ile ilgili bölümü paylaşayım:
"Kırklar dağının düzü şarkısını bilirsiniz. Hikâyesi de var o şarkının. Komiser Hicabi Efendinin torunu, Hakkı Efendinin oğlu Nakif; Toprak Mahsulleri Ofisinde ambar memuruydu. Kendisi daha evvel ortaokulu bitirdikten sonra Eskişehir'e gitmişti. Hava pilotu olmuştu. Bir kızı seviyordu. Pırpırıyla voleybol ağını havaya kaldırırdı. Sonra kendisini ihraç etmişlerdi.
Toprak Mahsulleri Ofisinde çalışıyordu Nakif, Diyarbekirliydi ve sene 1947'ydi, Mart ayıydı ve ben Diyarbekire yeni dönmüştüm. Vagonlunun restoranında yemek yiyorum. Bu Nakif de orada birileriyle bira içiyor. Bira da, orada çok pahalı!
Dışarıda on kuruşsa orada beş lira gibi işte. Dedim ki ona 'Yahu sen bu ahmaklığı niye yapıyorsun.' Çok para yerdi. Berbere gider berberin parası bir lira ise 2,5 lira da çırağa bahşiş verirdi. Derken uzatmayayım efendim Nakif'in ölümü onun kurtuluşu oldu. On küsur milyon o zamanın parası ile zimmetine para geçirip yemişti.
Mayıs ayı Dicle'nin heyecan zamanıdır. O gün mukaddes bir gün, ya miraç, ya da kandil gibi geçmiş zamandır tam hatırlamıyorum. O gün, Kolordudan bir Yüzbaşının eşi ve baldızı ile birlikte yedi kişi Nakif'in Ford marka büyük arabasıyla Sem'anoğlu (Gazi) köşkünün yanına kadar çıkıyorlar. Nihat Bey de o gün Pamuk Köşkünde. Ona da diyorlar ki, 'Amca gel rakı iç.' 'Oğlum' diyor Nihat Bey 'Ben ömrümde içmedim. Bu gün de mukaddes bir gündür siz de içmeyin.' Bunlar dönüp Kırklar Dağına doğru gidiyorlar. Epeyce içiyorlar. Dönüş yolunda da sular epeyce kabarmış. Sular on gözlünün başına kadar gelmiş.
Köprüden aşağı doğru uçup arabalarıyla beraber sulara gömülüyor ve boğuluyorlar, Yedisi de ölüyor. İşte hikâyesi böyle hem de birinci ağızdan.
'Köprünün orta gözi
Sular apardi bizi
Nakif gözın kör olsun
Öldürdün hepimizi' diye bir kıtası daha var o şarkının. O kıtayı da nedense söylemezler.
Nakifin mezarı da Mardinkapıda Şeyh Muhammed Düzlüğüne giderken Gülşenilerin büyüğü Şeyh Muhammed ül Amidinin dört köşe türbesinden 15 metre sonradır. Onu mezara indiren de benim. Bir tarafından mezarcı bir tarafından da ben tutmuştuk. Çünkü Nakif benim sınıf arkadaşımdı."
İnanıyorum ki; daha önce televizyondaki bir dizide ve kimi tanıtım metinlerinde ve kaynaklarda da yapılan ve haklı olarak aynı kaynaklara dayandırıldığı için anılan haberlerde de sürdürülen bu bariz hata; "Kırklar Dağı ve Suzan Suzi" hikâyesinde birinci elden bir tanık ve kaynak kişinin sözlü tarih yöntemiyle yapılan çalışmaya malzeme olan anlatısından sonra artık düzeltilir.
Şimdi bu sözlü tarih tanıklığından sonra gelelim Kırklar Dağı mevzusuna! Kırklar Dağı 1990'lı yıllara kadar Dîyarbekir'in bilinen ailelerinden Gevrani'lere (Güran'lara) ait bir özel mülk. 90'lardan sonra bir iki kez daha el değiştiriyor ve en son şimdiki sahipleri "Avşar" ve "Anadolu Kaplanları" diye ifade edilen ortaklık tarafından satın alınıyor.
Geçen yıl bir televizyon programı için Kırklar Dağı'nın üzerini baştanbaşa dolaşmıştım. Hiçbir tarihi kalıntının tek taşının bile kalmadığını fark ettim. Bu yok oluş yeni de değil zaten.
Bizim çocukluğumuzda yanlış hatırlamıyorsam bir petrol arama şirketi olan KCA diye bir şirket koca dağın üzerini sahiplerinden kiralamıştı ve kullanıyordu. Ve bütün çöplerini, atıklarını da hemen Hewsel'e karşı yamaçtaki "Kırklar Türbesi"nin üst kısmındaki Kâbî-Bağıvar yolunun kenarına döküyorlardı.
Hatta zaman zaman Diyarbakır'ın hurdacıları oradan topladıkları boş kola ve benzeri teneke kutulardan yaptıkları uyduruk bakraç, maşrapa, kumbara ve benzeri kutuları küçük paralar karşılığında ihtiyaç sahiplerine satıyorlardı. Yani anlayacağınız yıkım ve tahribat bayağı eski. Tıpkı fakültenin kamulaştırdığı Kırklar Dağının karşısındaki ovada yer alan Eski Qaws Köşkü'nün yok edilmesi gibi.
Bitirirken son sözüm şu olmalı; Defalarca özel sohbetlerimde dile getirdim. Bir kez daha söyleyeyim: Kırklar Dağı keşke bir ekopark alanı olarak uzun yıllar önce değerlendirilebilseydi.
Bir kompleks alan olarak uzaktan bakıldığında da göz estetiğini tırmalamayan, kültürel ve çevresel değerlerle örülü bir kent ortak kullanım alanı olarak işlevlendirilebilseydi.
Kırklar Dağı'na baktığımda en azından binler yıldan bu yana akıp geldiği gibi kültürel dokuya ve tarihi mirasa saygılı, sırıtmayan, göz estetiğini tırmalamayan ve şehrin sakinlerinin ruhuyla buluşan, hatta ticari rantiyeye terk edilmemiş, aksine kültür-çevre ve tarih ekseninde işlevlendirilmiş bir görüntü ile karşılaşmak isterdim. (ŞD/EÖ)
*Şeyhmus Diken, Dîyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım", İletişim Yayınları, 2003, İstanbul.