Uludere, Hakkari'ye bağlı Beytüşşebap'ın bir beldesi olmaktan çıkıp, 1957'de ilçe olmuş. 1990'da Şırnak'a bağlanmış. 12 köyü var ve il merkezine sadece 48 kilometre uzaklıkta. İlçe halkı, zengin endemik bitkileriyle, cevizleri, sütleri, balları, suları, ters lalesi ve yaylalarda tutulan govendleriyle övünürdü...
Ta ki 28 Aralık 2011'i 29 Aralık'a bağlayan geceye kadar.
34 kişinin öldüğü, altı kişinin yaralandığı hava saldırısını takiben, şimdi köylüler "Zaten kaçakçı" ve "Zaten devlete karşı" olmakla suçlanmalara karşı bütün güçleriyle "devletin makbul bir vatandaşı" olduklarını anlatmaya çalışıyorlar.
Uludere'de Ortasu (Roboski) ve Gülyazı (Bujeh) köylerinden 34 kişinin kaçakçı olmakla suçlanmaları ve böylece yaşanan katliamı bir sınır geçişinin cezalandırılması hikayesine dönüştüren ana konu, "kaçakçılık ve sınır köylerinin kaçakçılığı bir geçim kapısı haline dönüştürmesi" etrafında şekilleniyor.
Gerçekten tüm sınır köyleri ve kasabalarında ana ve tek geçim kaynağı kaçakçılık mı?
Bütün Kürtler, sınır çizilmeden önce yaptıkları küçük çaplı sırtta mal getirme işini, sınır çizildiğinden itibaren kaçağa mı dönüştürdüler? Gerçekten kaçakçıların tamamı başka bir iş bulamadıklarından ve yoksuluktan mı kaçakçılık yaparlar?
Gerçekten, her sınır köyü karşıyla akraba mıdır ve bu aile-aşiret ilişkileri kaçakçılığın temeli midir? Kaçakçı Kürtler terörist ve devlet düşmanı mıdır? Ne kaçırırlar, içki, silah, uyuşturucu, petrol türevleri, insan, elektronik eşya, parfüm? (1)
Sınır ve kaçakçılık hakkında konuşmaya başladığınızda, aslında bütün devlet, siyaset, vatan, vatandaşlık ve yurttaşlık üzerinde de konuşabilirsiniz.
Sınır üzerinde bir söz söylemek, kısmen bunların hepsini açıklamak, hepsini çalışmak ve/veya hepsine dair metaforları üretmek ve yeniden üretmek anlamına da gelir. Bu nedenle sınır çalışmalarında etkin ve yaygın "narrative"den kaçınmak, birinci koşul olmak zorundadır.
Benzer olarak sınırlar üzerinde konuşmanın; küreselleşme, ulus-devlet, sınıraşırı göç, kaçakçılık ve mültecilik gibi sosyal ancak popülist bazı zeminlere kayma riski de yüksek olabilir.
Ancak, sınırın antropolojisinin olanaklarını gözden geçirebilmenin tek yolu, her şeyden önce, sınır ve devletin iktidarı arasındaki diyalektik ilişkiyi yeniden ele almaktan geçiyor. Zira sınır, kuramlar aracılığıyla da söylendiği gibi; sınırlar, engeller, durdurur, sabitler, belirler, imler/belirtir, tanımlar, açıklar, işaretler, izler/takipler, tercihler, karşı karşıya getirir, süsler ve çizer...
Sınır tartışmaları, literatürde daha çok uluslararası siyasi ilişkiler, uluslararası siyasi coğrafya, göçmenlik ve iktisadi sınırlar üzerine şekillendi.
Sınırın kültürel bir araç, bir "agent" olarak tanımlanması, son derece yeni bir tartışma ve literatüre Avrupa Birliği'nin yapılanmalarına paralel olarak girdi. Şu anda tüm dünyada sınır sosyolojisi ve antropolojisi yapan akademisyenlerin sayısı 300-350 kadar.
Zira yakından bakıldığında son derece öfkeli ve acılı olan bu kanlı-kırmızı çizgiyi araştırmak, hele sınırın bir güvenlik sorununa indirgendiği ulus-devletlerde oldukça zor. (örneğin ABD, Türkiye vb.)
Sınır çalışan bilim insanları iktidara yakın olmadıkça hemen her ülkede hem devlet hem de vatandaşlar tarafından izole edilir, dışlanır ve denetim altında tutulurlar. Bütün sosyal bilimsel çalışmalar sınırın hem iktidarlar hem de vatandaşlar tarafından kullanıldığını ve istismar edildiğini işaret eder.
Türkiye'nin sınırla ilgili kanunlarını yapanların ve kanunu uygulayanların gözünde ve sınırlara dair çalışanlar için de; sınırlarımız daima etnik sorunla iç içe adlandırıldı. Bir diğer deyişle, Türkiye'nin Kürt meselesi, daima sınır ve sınır güvenliğine dair bir sorun olarak da tartışıldı.
Bu konuda yapılmış çeşitli çalışmalarda; sınırdaki etnisiteyle ilgili üç farklı durum ayırt ediliyor:
* Sınır boyunca, kendi devletinden ve karşıdan aynı etnik bağların içinden olanlar;
* İçinde bulunduğu devletteki kadar karşıyla da aynı oranda farklılaşan bir etnik gruptan olanlar;
* Kendi devletinin ulusal çoğunluğundan olup, karşıyla etnik bağları bulunmayanlar.
Suriye ve Irak sınırındaki çeşitli etnik yapılarda birinci ve ikinci türden bağıtlar görülür. Öte yandan, Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarımızda, sınırın ilk zamanlarında yerleştirilen mübadele göçerleri, zamanla daha iç bölgelere alınmış, buralara Türk soyu olduklarından şüphe edilmeyenlerin yerleştirilmesine dikkat edilmiştir.
Sınır çalışmalarında üç önemli temel öge var: Sınır, sınırın etki alanı, sınır boyu, uçlar ve kapılar. Çeşitli dönemlerde sınırın hangi uçları nasıl kapsadığını ve kapıların hangi dönemlerde etkin olduğunu özellikle Güneydoğu sınırından çeşitli dönemsel örneklerle anlatacağım.
Sınırın tarihi ve ekonomisi
Sınırdan neyin hangi zamanlarda geçtiğini incelemek son derece önemli çünkü, bu yolla hangi zamanlarda karşı tarafla etnik bağların yerini ticari bağların aldığını, feodalitenin nasıl olup da yörenin ticari burjuvazisiyle desteklendiğini, hangi zamanlarda karşı tarafa mal götürmek için hangi uçların nasıl genişlediğini, dahası iki devlet arasındaki ilişkilerin ticareti nasıl ve ne kadar etkilediğini görebilmek ve sınırın bir ekonomik birikimi nasıl oluşturduğunu izlemek mümkün olur.
Örneğin 1928-1954 dönemini diğer dönemlerden ayıran en önemli özellik, sınırın belli belirsiz olması. Bu dönemde akrabalık düzeneği olağan biçimde sürer ve ticaret de daha çok akrabalar arasında yapılır.
Sınır sadece bir tel örgüyle belirlenir ve 1936'ya kadar karşıda kalan tarlalarda hasat günübirlik geçişlerle yapılır.
Tütün, palamut, pekmez, kesilmiş ve işlenmiş ağaç götürülüp yerine gaz, tuz, sigara kağıdı, ampul, lamba fitili, kağıt getirilir. Malın değişim değeri yüksek, kullanım değeri düşüktü. Malın geçiş yolları doğal geçişler (dere yatağı, dağ arası vb.) üzerinden işliyordu.
1952-1974 arasında sınır ilk kez mayınlandı. Tel örgüler belirginleşti ve ilk pusular atılmaya başladı. Sınırın gerçek anlamda ilk kez farkına varılmaya başlandı.
Her elli metreye bir gözetleme kulesi konulmuş; büyükçe her sınır köyüne bir karakol yapılmıştı. Bu karakollar o sınır köylerinin adlarıyla anılmaya başladı.
Bazı dağınık geçişlerden her zaman söz etmek mümkün. Öte yandan, bu geçişler hemen hemen daima anlaşarak ve köyün adını taşıyan bir karakolun önündeki patikadan yapılıyordu.
Bu dönemin bir diğer ilginç özelliği, önemli bir sosyal tip olarak Rezanların belirmesidir. Rezanlar, 1960'a kadar malın (koyunun) siparişini toplayan, karakol önündeki mayını temizleyen, kendisine bir geçiş yolu bir tür patika açan; askerle anlaşan ve hangi gece kimlerle sınırın geçileceğine, geçişin hangi yoldan yapılacağına vb. karar veren sınır rehberleriydi.
Rezanlar genellikle gözüpek, mert-yiğit kişiler olarak anılıp, erkeksi özelliklerle bezenseler de; aslında sınırın geçişlerinin genellikle anlaşmalı olduğu malum...
Geçişin tehlikeleri ancak destur alınmadığı zamanlarda veya anlaşılan komutanın da geçiş için görevden alınıp yerine başka bir ekibin verildiği, ya da malın çıktığı köydeki bazı ihbar sonucundaydı.
1954'e kadar karşıyla ticari ilişkilerde benzerlikler daha çok akrabalık ve kan yakınlığı üzerinden sürdürülürken; sınırın tehlikelerinin artışı, ağalık sisteminin beslediği bir tüccar grubunu daha çok öne çıkardı.
1960-1980 arasındaki dönem ise dikenli tellerin yükseldiği ve pusuların daha sık ve daha acımasız atıldığı bir dönemdi. Bu dönemde, malı tüccar ısmarlar hale geldi.
1960 sonrası dönem, sınır insanının ve rezanların, işçileşmeye başladığı bir dönemdi. Rezanların önemi arttığı, sınır kalınlaştığı, geçişler iyice kısıtlı hale geldiği için bedelleri de yükseldi. Bu dönemde getirilen malın satışı siparişi verene aitti ve sınırın iş giysileri ve kuralları da belirlenmeye başladı:
"Sınıra beyaz gömlekle gidilmez! Kül rengi giysiler giymeli, kendini saklamalısın."
1975 yılından sonraki dönemde, sınır kalınlaştı. Rezanların söktükleri mayınlar tekrar yerleştirildi ve bir kat daha tel çekildi; her 50 metrede bir gözetleme kulesi ve bir asker konularak geçişler iyice kısıtlandı.
1970lerin sonlarına doğru ilk pasaportlar çıkarılmaya başlandı, kapı ve gümrük birer sınır kategorisi olarak belirdi. Kilis ve Gaziantep'teki kaçak malın satıldığı pasajların sahipleri, kasaba eşrafı ve emanetçilerle, önde gelen yerli ailelerdi.
Bu dönemde bavul ticareti yaygınlaşmış, kaçakçılar tamamen ısmarlama taşımaya başlamış, deyim yerindeyse sınır işçisi olmuşlardı. Ismarlama malı almak için boş giden sınır hamalları, lüks elektronik eşya, pahalı parfümler, makyaj malzemesi, lüks mutfak eşyası, yedek makina parçaları, bavul vb. malı getiriyorlardı.
Bu dönem Nusaybin'in adı silah kaçakçılığıyla da anılmaya başladı.
1980 sonrası dönem, "kaçağın yasallaşması" olarak tarif ediliyor. Kaçağın uluslararası olduğu bu dönemde, Nusaybin en parlak günlerini yaşadı.
Bu dönemde kapılar giderek önem kazanmaya başladı; sınırın üzeri silikleşirken; sınırın etki alanları ticari değil ama politik olarak öne çıktı. Örneğin Suriye'yle ve Irak'la ilişkiler etnisitenin sınır sorunları ve PKK üzerinden anılmaya başladı; böylece sınırın etki alanlarındaki eylemler de siyasileşti.
Temizlenmiş sınıra mayınların tekrar döşenmesi de sınır çizgisinin artık işe yaramaz ilan edilmesiyle sonuçlandı.
1985-1992 döneminde, belli başlı birkaç kategoriden söz etmek mümkün...
Birincisi içteki zorunlu göçler. İkincisi ise, "kapı"nın öne çıkması. Kaçak artık İstanbul ve Mersin'den hava ve deniz yoluyla gelip ilçelerdeki yerel ağlara buradan dağılıyordu. Sınır halkıysa neredeyse tamamen işsizleşmişti.
Örneğin, Nusaybin Kapı'dan her gün işe gider gibi bir grup insan (yaklaşık 300 kişi) sabah çıkıp akşam gelerek "günübirlikçi" denilen sınır kaçağı grubuna giriyordu.
Bu grupla asıl ilgili olan gümrükçü ve sınır güvenlik ekiplerinin ise, bunun dışında büyük miktar mal geçişinin denetimiyle fazla bir ilgisi kalmadı.
Sınır, her bir birikim döneminde, hem eski eşitsizlikleri yeniden üretip hem de yeni eşitsizlikler üretiyor.
Bu dönemde de, Habur Kapısı'nın birikimi daha çok Irak ve Dünya siyasetinin odak noktası olan petrol ticaretiyle anılıyor. Habur'dan, belli bir tonaja kadar giden kamyonların, taşıyabildikleri kadar mazotu getirip, kendi hesaplarına satmaya başladıklarını görüyoruz.
Henüz bu ticaretin adı konmamış, henüz bu işi yapanlar çok yaygınlaşmamışken, Türkiye'nin en uzak köşelerine kadar hemen hemen her yerde, giderek artan sayıda "ucuz" mazot ilanlarının sebebi bu ticaretti.
"Ucuz" mazot, vergisiz, kaçak mazottur ve Irak'tan petrol getiren tankerlerin altındaki depolarda, veya yanlarına ek yapılmış teneke depolarda taşınıp satılıyordu.
1992'de yoğun bir kaçak et girişinden de söz ediliyor.
1992 ve sonrası dönemleri, savaşın ekonomisi olarak ayrıca ele almak gerekiyor. 1993'te Habur Kapı kapatıldı, 1995'te tekrar açılarak, vergisiz mazot getirme yaygınlaştırıldı, hemen her ailede birer tanker belirmeye başladı.
1989-1995 arasında bölgede taşıyıcı sayısı 50 bine yaklaşırken, 1995-2002 arasında bu rakam 63 bin oldu.
2003-2010 döneminin en önemli özelliği, sınırın karşısında yeni bir komşumuzun belirmiş olmasıydı.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Irak İşgali'ni takiben Irak'ın petol alanlarını etkin bir şekilde denetlemeye başladı.
Bu dönemde, Irak ve Kuzey Irak Kürt Federe Bölgesi ile yapılan ticaret ve mal akışı, bölgenin yeni birikimleri için son derece önemli. Aslında sınırın ve kaçak malların geçişi ile geçmişte birikim sağlamış olanların, savaş ekonomisini takiben yeni birikimleri elde ettiğini görmek şaşırtıcı olmaz.
1999-2003 döneminde, Güneydoğu Bölgesi'ndeki altyapı yatırımlarının müteahhitlik hizmetleri özellikle sağ partilere yakın ve geçmişte savaş ekonomisi boyunca zenginleşmiş kimi aşiret ağalarına veriliyordu.
2003'ten sonraki dönemin en önemli özelliği ise, "karşı" ile yapılan ticaretin aktörlerinin oldukça değişmiş olmasıydı. Bu yeni aktörler, artık sadece Güneydoğu bölgesinin insanları değil, bu kez merkez sağ iktidara daha yakın olan çeşitli işadamları da oluyordu.
Sınırın kültürünün, bu devletin karşı devletle ilişkisi ve bu ilişkilerin zamanla değişen içeriği kadar, karşı devletin bu sınırdaki vatandaşla ilişkisi ve ikisi arasındaki ilişkilerden etkilendiği açık.
Sınırda cereyan eden değişim ve kurumsallaşmaların tamamı, uzaktan izlediğinizde irrasyoneldir.
Yasak olduğu halde zaman zaman devlet izniyle geçen mallar; izinli ve yasal olduğu halde geçemeyen insanlar; ne yasak ne de izinli olan ama yine de bir statüsü bulunan şey'ler...
Bunların tümü sınırdaki manzaralardır ve bazı sınırların özel olarak katılıkları olmasına rağmen, dünyanın hemen tüm sınırlarında fazlasıyla benzer özellikler arz ederler.
Devletin sınırdaki vatandaşla ve kurumsal olarak sınırla ilgisini izlediğimizde, tümüyle irrasyonel olan bir yapı karşımıza çıkar.
Bu irrasyonalitenin ne tamamen kurumsal ne de tamamen kişisel olarak oluşturulduğunu görürüz. Örneğin, sınırda bulunmak, sınırı zorlayanlar için olduğu kadar sınır bekleyenler için de gerginleştirici bir süreçtir ve bu nedenle de her bakımdan getirisi hayli yüksektir.
Kimi zaman kurumun kendi kurallarının cevaz verdigi biçimde, kimi zaman kurum izin vermese de kurum içi illegal örgütlenmelerle, kimi zaman kurum dışı ve zıttına bazı hareketlerle, sınırı zorlayanlar kadar sınırı bekleyenler de sınırın sertleşmesini ve böylece de eldeki getirilerin yükselmesini sağlarlar.
Bu durum, vatanın ve ulusun içerideki siyasi dönemlerine bağlı olarak, aynî veya nakdi getirilere yol açar.
Örneğin, milliyetçiliğin yükseltildiği ve ırkçı milliyetçilik akımlarının öne çıktığı dönemlerde, sınırın böyle sertleşmesinden, nakdi faydalar kadar duygusal faydalar da elde edilir ve bunlar ırkçı milliyetçi bir söylemin yapı taşlarına da katkıda bulunurlar... (NÖ/AS)
(1) Sınır, devlet ve aşiret sistemleri ve kaçakçılıkla ilgili yazırın diğer yazıları için tıklayınız.