* Bu yazı Özgür Gençlik Dergisi'nin Suruç Katliamı Özel Sayısı'nda yayınlandı.
Suruç’ta gerçekte ne olduğunu sorabilmenin ve böylece sorumlulara yargılama yolunu açabilmenin bir yolu da; katliamın gerçek tanıklıklarını toplamak, bunların deliller olarak kabul görmesini sağlamak ve kurbanların insan hakkı taleplerinin başlangıcını açabilmek. Tıpkı #Ayotzinapa Katliamı’nda Meksikalı politikacıların hatırlatma zincirini kurabilmeleri ve böylece ölümlerin sorumlularının yargılanması talebini canlı tutmaları gibi.
Mağdur çalışmalarında en sık yapılan hatayı da böylece aşabileceğimizi düşünüyorum: Türkiye’deki mağdur çalışmaları genellikle hatırat (memorial) üzerinden işletiliyor; mağdur ‘etkisiz bir kurban’ düzeyine indirgenebiliyor. Bu durum, acının sağaltılmasının ancak mağdurların ölümle özdeşleşmeleriyle mümkün hale gelmesiyle sonuçlanabiliyor. Katliamın, kurbanlar üzerindeki etkisini katmerlendiren ve böylece de olayı hatıralandırılmış anlatılara indirgeyen bu türlü mağdur çalışmalarının, ne yazık ki bu gidişle, hukuksal sürecin yasal zeminini sadece ölenlerin tazminatına indirgemek amacıyla devlet tarafından kullanışlı hale getirilmesi tehlikesini de taşıdığını düşünüyorum.
Suruç’a giden ekipten sağ olarak dönebilmiş olanlarla görüştüm. Amacım, hem hatırlama (memorizing) görüşmelerine başlamak, hem de Suruç’taki katliamın sosyal bilimsel izini sürebilmekti. Diğer bir deyişle: Kurbanlaştırmayı onaylayan bir mağduriyet anmasını öne çıkartmadan, demokrasi kaybının anlamını sürekli gündemde tutmanın yollarını aramayı amaçladım .
Görüşmeler sürerken, beraber ağlamak ve beraber konuşmayı öğrenmek üzerine çalıştım; mağdurların hafızası henüz ‘ortak bir hatırata dönüşmeden’ hatırlama üzerine sorular sordum . Böylece: Katliamın ilk elden gözlemleri yoluyla, Suruç’taki ölümleri süreç-mağdur/kurban ve sorumlular açısından anlayabilmek ve bu yolla da, Suruç katliamını hazırlayan ve sonuçlandıran etkenlerin cezalandırılmasına kadar gidecek yolu açabilmeye çalıştım. Örneğin: Kobanê’ye gitmeye hazırlık, ekibin derlenmesi, kişinin nasıl ve hangi saiklerle katıldığı, neden bu aktivitenin içinde yer almayı istediği ve nasıl yer aldığı, örgütlü olup olmadığı, güvenlik algısı, mağduriyet algısı, aktör olma bilinci, devlet ve vatan algısı, katliam sonrası düşünceleri vb. gibi.
Örneğin: Suruç’taki patlamanın sorumlusunun #IŞİD olduğunu ilk ne zaman duymuşlardı? Hayatlarında bomba nedir, silah nedir bilmeyen ve çoğunlukla şiddete karşı olan bu insanlar, ‘canlı bomba’ ile katledilmiş olduklarını neden ve ne zaman düşünmüşlerdi? Sol/sosyalist örgütlerde bilinçle siyaset yapanlar ile aktivist kimlikleriyle bir örgüte bağlı olmaksızın gruba katılmış olanların; kadın ve erkeklerin katliama ilişkin gözlemleri nasıl farklılaşıyordu/farklılaşıyor muydu? Emniyetin olaydaki ve sonrasındaki tutumu neydi? Emniyet tarafından katil/sorumlu olarak servis edilen kişi/kişileri görmüşler miydi? Suruç halkıyla ilgili ne düşünüyorlardı? Savcılık tarafından ifadeye çağrılmışlar mıydı? Çağrılmamışlarsa, bunu nasıl karşılıyorlardı? Sol/sosyalist ve aktivist olarak hayata bakışları bu olayla ne kadar değişmişti? Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorlardı?
Sonuçlara dair elbette paylaşabileceğim çok şey var: Örneğin bu katliamdan önce kendilerini "muktedir-aktör" olarak görenlerin, katliam sonrasında iki ayrı tutum aldıklarını söylemek mümkün. Erkekler (örgütlü olmaya bağlı olmaksızın): Kobanê için harekete geçen aktif aktörler olarak katliam sonrasında kurban olduklarını daha çok düşünüyorlar, kadınlarda ise birlikte konuşmak ve mutlaka katliam sonrasında durumu değiştirecek bir şeyleri yapabilme isteği daha yüksek. Öte yandan, daha örgütlü olanlar polisin kendilerine davranışını ve düşmanlık bildiren durumları daha sarih tarif ederken; bir örgüte bağlı olmaksızın sürecin içinde yer alanlar daha ziyade bellek bulanıklığıyla ve iyilik/kötülük meselesinin ontolojik problemiyle baş etmeye çalışıyorlar. Örgütlü gidenler de dahil kimsenin zihninde, Suruç bir mekan-bir yer olarak var olmuyor: Bir geçiş olarak yer alıyor.
Herkes birbirini dost-yoldaş olarak kabul ederken, saldırının nereden geldiğini ilk anda anlayamamış olmalarının suçluluğunu fazlaca taşıyorlar; özellikle erkeklerde erksizleşme duygusu daha baskın görülüyor. Hepsinin gözlerinden ölüm anında donmuş olmanın dayanılmaz yükü taşıyor. Konuştuklarım: "Ben de ölmeliydim” diye yanıt veriyor. "Yaşamış olmaktan utanıyorum".
“Hiç tehdit algısı yaşadın mı? Suruç’taki toplantıda, öncesinde ya da yolda sizi tehdit eden, düşman ya da yabancı bir yapı, yüz, durum algıladın mı?’ diye soruyorum.
Bir görüşmeci öyle güzel bir yanıt veriyor ki:
"Biz oradaki kimseyi kendimizden ayrı tutmadık ki. Ben iyi bir insanım, benimle aynı eylemi yapmak için bunca çaba harcadığını bildiğim insanlara, ‘acaba bu beni öldürür mü?’ diye nasıl bakarım?"
Bir diğer kurban: “Suruç’ta ne gelebilirdi ki başımıza, bizim tek kaygımız Kobanê’de olabilecek tehlikelere dairdi” diye yanıt veriyor. Özetle, kendimizin de bu savaşın bir kurbanı; öldürülmeden önce de savaşın kurbanı olduğumuzu henüz fark etmiyoruz. Bu sınırlar içinde kendimizi TC’nin makbul bir vatandaşı sayıyor ve bizim de ‘kanı helal bir düşman’ olduğumuzu idrak edemiyoruz.
Gözlerimi gözleriyle buluşturmak, birlikte ağlamak ve konuşabilmek çok zaman alıyor: Yaşam sevincinin kırıldığı gözleri yakalamak için. "Benim için ‘iyi’ yok artık" dediğinde, ikimiz de ayrı bir yalnızlığa savrulmamak için el ele tutuşuyoruz. Bir diğeri: "Bizim yükümüz sevgiydi" , "Keşke o anda daha çok ne olduğunu anlayabilseydim... Suruç’ta kalmak istedim, geri dönmek istemedim" diyor.
Hepimizin aynı duyguyu taşıdığını fark ediyorum. Artık bir fotoğraf olarak sabitlenmiş her bir insanı, yaşamımdaki en güzel olaya yerleştirip binlerce yıldır tanıdığımı düşünüyor ve onu böyle yitirmiş olmanın kendi ruhsallığımı, insan olma varlığımı derinden zedelediğini, buna dayanamayan yüreğimin hızla ölüme doğru kaçtığını fark ediyorum. Konuştuklarımın neredeyse tamamı, sadece ölümlere ve bedensel yaralılara odaklanıyor ve kendilerinin, ailelerin, gitmek isteyip de ertelemiş olanların, o sırada başka bir yerde olmayı seçenlerin, şimdilik erteleyenlerin de en az onlar kadar "yaralı/zedelenmiş" olduğunu anlayamıyorlar.
Korkunç bir ölümle ölmenin, yok olmakla tehdit edilmenin en ağır biçimlerini yaşamış olan bu insanlar; şimdi giderek sadece ölenlerin acısını kimlik edinmenin hücresine kapatılma tehlikesini de yaşıyorlar ve bazen, hatta bunu severek kabulleniyorlar: Katliam böyle de başarıya ulaşıyor; hayatımızın en güzel bakışlı en güzel akıllı geleceği, bir yandan da yeniden aktör olma duygusunu terk etmenin ve kurbanla özdeşleşmenin tehlikesiyle yüz yüze.
Nedense ölümlerin, katliamların hep bir eylemin sonucu, bir sonlanma olduğunu; Suruç’taki katliamın da, kendi karşı koyuşlarımızın sonucu olduğunu düşünüyoruz.
Kendimizi bir durumu değiştirmeye muktedir kıldığımızı, aktör olduğumuzu biliyoruz; ancak bu mücadele anında iktidarın bu zemini bize bırakmayacağını demek ki düşünmemişiz. Kendimizi hala bu devletin bir vatandaşı hala bu oyunun kıymetli bir pazarlıkçısı olarak görmekteyiz.
Oysa şimdi bir başlangıç olduğunu fark ediyoruz: Suruç'u, soğukkanlı bir iktidar hırsının, kendi meşruiyetini sağlamak için hepimizin kanını helal kılan bir iktidarın oyunlarının başlangıcı olarak okumamız gerektiğini fark ediyoruz.
Suruç katliamının kurbanı sadece ölenler değil: Sürece katılanlar, izleyenler, destek olanlar, örgütler, platformlar... Hepimiz.
Tıpkı #Ayotzinapa kurbanlarına yapıldığı gibi, her bir vaka için ayrı izleme grupları kurup süreci izlemeli, soruşturmalı, delilleri biz toplamalı, ailelerle çalışmalı, anmak yerine hesap sormak için hafızanın biriktirilmesini gerçekleştirmeli ve bu kurban mitinin hepimize yayılmasını hemen engellemeliyiz. (NÖ/ÇT)