Aslan Encü, Bedran Encü, Bilal Encü, Cemal Encü, Cevat Encü, Cihan Encü, Çetin Encü, Erkan Encü, Erkan Encü , Fadıl Encü, Fikret Encü, Haki Encü, Hamza Encü, Hüseyin Encü, Hüsnü Encü, M. Ali Tosun, Mahsum Encü, Mehmet Encü, Nadir Alma, Nevzat Encü, Orhan Encü, Osman Encü, Özcan Uysal, Salih Encü, Salih Ürek, Savaş Encü, Selahattin Encü, Selman Encü, Serhat Encü, Seyit Encü, Şervan Encü, Şıvan Encü, Vedat Encü, Yüksel Ürek ve Zeydin Encü.
Onlar onbeşlerini, yirmilerini sürüyorlardı. F-16'lardan atılan bombalarla Uludere Roboski köyünde katledildiler.
Halkların Demokratik Kongresi olarak yaptığımız çağrıya yılın ilk günü olmasına rağmen yanıt veren kalabalık bir grupla bir araya geldik.
Katliamın üzerinden dört gün geçmesine rağmen herkeste hala aynı şaşkınlık ve çaresizlik vardı.
Bir şey yapmalıydı ama ne?
Çok şey yapılmak isteniyordu; milyonlar olarak bir araya gelsek, miting yapsak ve her bir ağızdan barış desek. Sorumluların yargılanması için suç duyurusunda bulunsak.
Meclis araştırma önergesi verdirsek. Önce barış, önce adalet desek.
Ama ille de ve de en önce gidip katliamın birebir mağdurlarına dokunsak ve acınız acımızdır, yalnız değilsiniz desek.
İlle de herkes bu kadar zalimleşmedi.
Bir avuç insan karar verdik yola çıkmaya.
Sonra gruba başkaları eklendi, sonra da başkaları. Bir baktık 36 kişi olmuşuz. Daha sonra da 40'ları aşmışız.
Aynur Doğan, İlkay Akkaya, Jülide Kural, Necmiye Alpay, Meryem Koray, Sebahat Tuncel, Levent Tüzel, Sema Solaklı ve Samut Kara'nın da aralarında bulunduğu bir heyet olarak Uludere'ye gidiyorduk.
Tam bir hafta önce bir gece yarısı F-16'larla katledilen 35 Kürt gencinin köyüne, Uludere'ye Roboski'ye gidiyorduk.
Hızlıca organize olduk ve Perşembe sabahı yani olayın tam bir hafta sonrası uçaktaydık.
Diyarbakır'a indiğimizde Sur Belediyesi'nin ve Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş'ın inanılmaz bir misafirperverliği ile karşılandık, uğurlandık.
Üç minibüs, bir otomobil yola çıktık.
Yolculuğu uzun uzun anlatmayacağım, sadece tuhaf bir bahar güneşi altında uçsuz bucaksız bozkırları aştığımızı, Mardin'den geçerken içimin sızladığını söylemek isterim.
Böyle bir memleketi yalnızca fotoğraf çekmek için ziyaret ediyor olsaydık keşke.
Cizre'den geçerken adını bilemediğim bir meydandaki TOMA'ları, ellerinde silahlarla dolaşan özel tim görevlilerini de atlamamalı. Şırnak'a kadar ki dört jandarma kontrol noktasını da.
Yolculuğumuz yaklaşık beş saat sürdü. Uludere'ye vardığımızda hava kararmıştı. Ancak geleceğimizi bildikleri için bizi bekliyorlardı.
İlk taziye yerinde vardığımızda heyetimizdeki şaşkınlık ve çaresizlik neredeyse elle tutulur haldeydi. Ne yapacağımızı, ne diyeceğimizi bilemiyorduk.
Uludere'de bizi bekleyen üç taziye meydanına ve mezarlığa gittik.
Üç taziye yerinde de açık havada bir meydanda yüzlerce insan bizi bekliyordu; İstanbul'dan gelen "yabancı"ları.
İlk iki taziye yerinde çok uzun kalamadık maalesef. Sadece bizi bekleyen köylülerin ellerini sıktık, başsağlığı diledik. Analara sarılıp onlarla beraber ağladık. Sadece yalnız değilsiniz diyebildik.
Oradan hep birlikte mezarlığa gittik. Sanırım mezarlık ziyaretimiz sadece benim için değil, tüm heyet için hayatlarının en acı, en çaresiz anları arasında yere alacaktır.
Akşam karanlığında, sadece ay ışığı sayesinde görülebilen bir kepçenin açtığı dört uzun sıra boyunca yerleştirilmiş 35 mezar görüntüsünü hayatım boyunca unutamayacağım.
35 tane çiçeklerle bezenmiş, çoğu çocuk, çok kısa zaman önce kapatılmış olduğu belli olan mezarları görüp kimsenin aynı kalması mümkün değil.
Mezarlıkta aklıma gelen ilk şey; insan böyle bir durumla nasıl baş eder, oldu. İnsan olan bu durumu nasıl kabullenir? Nasıl bu katliama rağmen devlete, hükümete, adalete inancı kalabilir.
İnsan olan buna nasıl hata der, ama der, lafı ağzında geveler.
Mezarlıktan ayrılıp son taziye meydanına vardığımızda yine çok kalabalık bir grup bizi karşıladı. Geniş bir meydanda yerleştirilen sandalyelerin ortasında yakılan ateşlerin çevresinde bizi bekleyen yüzden fazla köy sakinin elini sıktık, diğer taziye yerlerinde yaptığımız gibi.
Diğer yerlerde olduğu gibi burada da ellerimizi iki elleri arasına alarak, büyük bir sıcaklıkla hoş geldiniz dediler. Bizse büyük bir çaresizlikle ve daha çok utançla başınız sağolsun dedik.
Ateşlerin çevresine oturduğumuzda konuşma yapmak için meydana çağrılan İlkay Akkaya'nın konuşmak yerine söylediği ağıt sırasında sadece yakınlarını, oğullarını kaybetmiş anaların değil heyettekilerin hıçkırık sesleri duyuldu.
Son taziye yerinde köylülerden neler olduğunu, ne düşündüklerini anlatmalarını istedik.
Önce genç bir kadın geldi. Hem abisini hem de kuzenini kaybettiğini söyledi.
"Abim gencecikti, ben onu damat edecektim. Kuzenim ondan da değerliydi, öğrenciydi. Daha birkaç gün önce kaçağa gitti. O zaman niye almadılar onu, bildikleri halde neden almadılar. Alsalardı da haftada bir cezaevinden de olsa sesini duysaydım. Bunlar bilinçli yapıldı."
Arkasından gelen on yaşlarında bir oğlan çocuğu, "Ben babamı istiyorum. Babam 60 lira için gitti, bana babamı geri verin. Erdoğan para verecekmiş, ben para istemiyorum babamı istiyorum. Erdoğan bana oğlunu versin," diyor.
Alanın dört bir yerinde heyetten gelenler dağılmış halde, köylülerle konuşuyordu.
Acılı aileler anlatmak istiyorlardı; anlatmak, seslerini duyurmak.
Sürekli gidilen sınır ötesini, kaçak denileni tüm jandarmanın bildiğini, bunun bir hata olmasının mümkün olmadığını, gelen ambulansların olay yerine girmesine izin verilmediğini, yakınlarının, çocuklarının parçalanmış vücut parçalarını onların topladığını, bu "kaçak" işinin geçinmek, karınlarını doyurmak için 50-60 TL için yapıldığını, bombalama öncesi jandarmanın aranıp çocuklarının orada olduklarını söylediklerini, daha dün bulunan kolun mezar açılarak gömüldüğünü, bütün bunların aslında Kürtlere yapılan sindirme, yıldırma politikalarının parçası olduğunu anlatmak istiyorlardı.
Başbakan'ın söylemekten imtina ettiği özrün sadece bir söz olduğunu; oğullarını, yakınlarını geri getiremeyeceğini ama sorumluların bulunup, cezalandırılmalarının bir nebze olsa içlerini rahatlatacağını, ancak böyle barışa olan umutlarını bir parça dahi olsa koruyabileceklerinin bilinmesini istiyorlardı.
Ayrılmadan önce analar yakalarında oğullarının fotoğrafı tek tek bize sarıldığında, fotoğrafları gösterip bu benim oğlumdu, 14 yaşındaydı, 17 yaşındaydı dediğinde, sadece çaresizlikle onlara daha sıkı sarılabildim, ben ağlarken oğlunu bir hafta önce kaybetmiş ana da bana daha sıkı sarılıp, sırtımı okşayarak beni sakinleştirmeye çalıştı.
Dönüş yolunda herkes çok sessizdi.
Gördüklerimiz sadece katliamın acısı değildi. Yoksulluktu, ötekileştirilmekti, yok sayılmaktı.
Bir halka yapılan ayrımcılıktı.
Bunların sonucu olarak da öfkeydi.
Bu öfkeyi anlamamak mümkün müydü?
Barış oralarda, Kürt halkı için yaşam demek, oğul acısı çekmemek demek.
Ben kendi adıma Uludere dönüşümde orada hissettiklerimi unutmamayı kendime görev addediyorum.
Orada duyduğum acıyı ve utancı. En çok da utancı. Ancak bu utanç duygusunu sürekli içimizde yaşatırsak barışa dair yapılması gereken her şeyin sonuna kadar takipçisi olabiliriz. (BY/BA)
* Heyet: Aynur Doğan, Aysun Karadoğan, Baki Murat, Bircan Yorulmaz, Cengiz Algan, Emine Algan, Ferhat Tunç, Funda Tosun, Gülseren Yoleri, Hakan Dilmeç, Halit Elçi, İlkay Akkaya, Jülide Kural, Levent Tüzel, Lora Baytar, Medet Boztaş, Mehmet Saltoğlu, Merhamet Şahin, Meryem Koray, Necmiye Alpay, Nuray Sancar, Nuri Cemal, Rıdvan Turan, Ruhi Karadağ, Salih Erturan, Samut Kara, Saruhan Oluç, Sebahat Tuncel, Sema Solaklı, Şükrü Demir, Uygar Gültekin, Yalçın Yusufoğlu, Yaman Yıldız, Yasemin Göksu, Zeynep Çelik, Züleyha Gülüm