Albert Camus “bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” der. Bu ifadeye atıfta bulunarak bir ekleme yapmak gerekirse; bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, dünyanın herhangi bir bölgesinde insana veya herhangi bir canlıya uygulanan vahşete karşı nasıl tepki verdiğine bakın. Bu yazı, 16 Mart 2022 tarihinde bianet’te yayınlanan “Elma Kokusu ve Halepçe Katliamı” yazımın devamı niteliğinde olacaktır, o yazıda ifade edilenleri tekrar etmeden, elma kokusuyla gelen Halepçe Katliamının arkasında bıraktığı utançtan bahsedeceğim.
Sonda söyleyeceğimi baştan söylemek gerekirse; 16 Mart 1988’de yaşanan Halepçe Katliamı Ortadoğu’nun en kadim halklarından birisi olan Kürt halkına karşı yaşanmış bir insanlık suçudur. Tarihe kara bir leke olarak bırakılan bir diğer konu ise Halepçe Soykırımına karşı verilen tepki(sizlik)dir.
Halepçe Katliamının gerçekleştiği tarihte İran-Irak (1980-1988) savaşı devam ediyor; Batı dünyası İran’da Ayetullah Humeyni liderliğindeyeni kurulmuş olan İslam rejimine karşı çıktığı için Saddam’a her türlü desteği veriyordu. Bu bağlamda, İran’ın Ortadoğu’daki büyümesini zayıflatan Saddam ve Irak rejimi Batılı güçlerin çıkarları doğrultusunda hareket ediyordu. Batılı güçlerin desteğini arkasında hisseden Saddam, kendi ülke sınırları içerisinde her ne vahşet uygularsa uygulasın uluslararası arenada herhangi bir sorunla karşılaşmayacağını çok iyi biliyordu.
Tam da tahmin edildiği gibi, 16 Mart 1988’de tüm dünyanın gözü önünde o dönemde büyük bir çoğunluğu Kürt olan Halepçe halkına karşı, kimyasal silah kullanarak katliam uygulayan Saddam ve rejimine karşı, Batılı Güçler ve medya organları sessiz kaldı. Saddam’ın bu katliamını açık bir şekilde kınayan nerdeyse bir ülke bile çıkmadı; bu yüzden de 16 Mart 1988 tarihi insanlık tarihinin utanç günüdür.
Bugünlerde Rusya’nın Ukrayna’yı işgal hareketi karşısında olduğu gibi hiçbir ülke Halepçe Katliamından dolayı Saddam’a ve onun oluşturduğu despot rejime karşı yaptırım kararı uygulama yarışına girmedi. Saddam tüm gaddarlığıyla Batılı Güçlerin isteklerini bir bir yerine getirene kadar koltuğunda rahat bir şekilde oturmaya devam etti. Elbette hiçbir diktatör ebedi değildir; her despot lider bir gün muhakkak insanlığa karşı işlediği vahşetin hesabını verecektir.
Saddam 2 Ağustos 1990 yılında Ortadoğu petrolünün en önemli kaynaklarından biri olan Kuveyt’i işgal etmeye giriştiğinde, Batılı Güçlerin bölgesel çıkarları için tehdit oluşturmaya başladı. Bunun akabinde, Halepçe Katliamı bir anda dünya gündemine oturdu; sanki katliam yeni olmuş gibi haberler, makaleler ve raporlar yazılmaya başlandı. Halepçe Katliamının işlendiği tarihten tam üç yıl sonra İngiltere ve ABD, Kuzey Irak üzerinde uçuş yasağı ilan etti. Hatta, Halepçe Katliamı karşısında sessiz kalmaktan utanmayan ABD öncülüğündeki Batılı güçler, istikrar ve demokrasi getirme retoriği/bahanesiyle 2003 yılında Irak’ı işgal etti. Bu yazının odak noktası olmamasına rağmen; Batının Ortadoğu ve civarındaki despot liderlerle olan ilişkisi ve Ortadoğu halklarına karşı verdiği değer üstteki paragrafta belirtilen paradokstan ibarettir.Konumuza dönecek olursak, Halepçe Katliamının işlendikten yıllar sonra dünyada gündem olmasının nedeni, binlerce Kürdün tüm dünyanın gözü önünde elma kokusuyla soykırıma uğraması değil, Batılı Güçlerin Ortadoğu bölgesindeki çıkarlarıyla ilgiliydi.
Halepçe Katliamına karşı sessiz/tepkisiz kalan kesim elbette sadece Avrupa ve Amerika değildi. Halepçe Katliamından hemen üç gün sonra, eski adı İslam Konferansı Örgütü olan 57 üye ve 5 gözlemci devlet ile Birleşmiş Milletler Örgütü’nden sonra dünyadaki en geniş devletlerarası örgütlerden birisi olan, İslam İşbirliği Teşkilatının 53 ülkesi Kuveyt’te bir araya geldi, ancak hiçbirisi Halepçe Katliamını kınamadı bile. Ne yazık ki, o dönemde Halepçe Katliamına karşı sessiz kalan yerlerden birisi de dünyada Kürt nüfusunun en fazla olduğu, Irak’ın komşusu konumunda olan Türkiye’ydi. Halepçe Katliamını dünyaya duyuran gazetecilerden biri olan Ramazan Öztürk bir röportajında bu konuda şunları dillendirmekteydi: “Benim Halepçe’de çektiğim ve katliamın en önemli belgeleri olan fotoğraflar, Türkiye’de sadece çalıştığım Sabah Gazetesi’nde [Dinç Bilgin’in sahibi olduğu dönem] manşetten verildi. Diğer gazetelerde bir iki sütunluk haber olarak çıktı. Çoğu da fotoğrafsızdı. Sanki burnumuzun dibindeki bir toprak parçasında böyle bir olay yaşanmamıştı. Sanki orada acımasızca öldürülen insanlar, Türkiye’de yaşayan milyonlarca Kürdün soydaşı ve akrabası değildi. Sanki bu katliam Türkiye’yi hiç ilgilendirmiyordu.” Sonuç olarak, o dönemde neredeyse tüm dünya “tek yürek” olmuş ve Kürdün katledilmesine sessiz kalmıştır; işte tam da bu nedenden dolayı Halepçe Katliamı acısı dinmeyen bir insanlık trajedisidir.
Halepçe Katliamı, Birleşmiş Milletler (BM) Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi ve Uluslararası Ceza Mahkemesinin Roma Statüsüne göre yapılan soykırım tanımıyla uyuşmaktadır. BM Roma Statüsünde belirtilen soykırım ifadesine göre; “ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacı ile işlenen öldürme, bedensel veya zihinsel zarar verme, fiziksel varlığı ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirme, yani göç ettirme, grup içinde doğumları engellemek amacı ile tedbirler alma ve gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletme olarak tanımlanmaktadır.” Bu bağlamda, Irak Yüksek Ceza Mahkemesi 1 Mart 2010 tarihinde Halepçe Katliamını soykırım eylemi olarak tanıdı.
Enfal Operasyonu kapsamında işlenen suçların soykırım olduğunu bugüne kadar Irak ve Irak Federe Kürdistan Bölge Yönetimi, Norveç, İsveç ve İngiltere kabul etmiştir. Bu bağlamda nüfus olarak en çok Kürdün yaşadığı Türkiye’nin de Enfal Operasyonu kapsamında Halepçe’de işlenen suçları soykırım olarak tanıması insanlık onuru adına büyük bir kazanım olacaktır. Halepçe’deki vahşetin soykırım olarak kabul edilmesi gelecekte oluşabilecek benzeri suçları önlemekte caydırıcı bir rol oynayacaktır.
Halepçe Katliamının ardından 34 yıl geçmesine rağmen altını çizerek tekrar sor(gula)makta fayda var: Kürtlere karşı bu vahşeti uygulayan yöneticilere bir yaptırım kararı almak ve bu katliama uğrayan Kürt halkının yanında durabilmek için, Kürtlerin illa mavi gözlü ve sarı saçlı mı olması gerekiyordu? Ülkelerin kirli çıkarlarıyla hareket ettiği bir dünyada evrensel barış ve huzur ortamını sağlamak mümkün müdür? Zulüm kime uygulanırsa uygulansın insanlık onuru adına zulme uğrayanları sahiplenmek, onlarla hareket etmek gerekmiyor mu?
Son olarak, İbn-i Haldun’un coğrafya kaderdir sözünü biraz güncelleyerek tekrar etmek gerekirse; bu coğrafyada yaşayan her halkın kaderi birbirine bağlıdır. Zulme, adaletsizliğe ve şiddete karşı birlikte hareket etmediğimiz müddetçe hiçbirimiz tam anlamıyla özgür ve huzurlu olamayız.
Amaç, insanlık onuruna yakışır bir şekilde ve insanca hep birlikte yaşamaksa, zulüm dünyanın neresinde ve kime karşı uygulanırsa uygulansın hep birlikte karşı durmak, ses çıkarmak, insanların acısını hep birlikte sahiplenmek bir lütuf değil, en temel insanlık görevidir. (CA/AS)