Fotoğraf: Ayça Söylemez/bianet
Türkiye'deki mülteci krizi her geçen gün daha da derinleşmekte ve mültecinin varlığına dâhi tahammül edemeyen bir güruh mantar gibi çoğalmakta.
Sonda söyleyeceğimi baştan belirtmek gerekirse, sadece mülteci karşıtı olmak kimseyi başlı başına ırkçı yapmaz, evrensel insan hakları prensipleri doğrultusunda herkesin düşüncesini ifade etme hakkı vardır. Bu bağlamda "bana benden farklı bir şey söyle ki; iki kişi olduğumuzu anlayayım" bakış açısını hayatımızın her alanına kanalize etmeliyiz. Ancak, içinde yaşadıkları her coğrafyada toplumun en savunmasız gruplarından birisi olan mültecileri nefret söyleminin/suçunun kurbanı haline getirmek ancak faşizm ile açıklanabilir.
Kötülüğün artık sıradanlaştığı bir coğrafyada hiçbir mesele tek başına spontane bir şekilde ortaya çıkmıyor. Son zamanlarda Türkiye'de artarak devam eden mülteci karşıtı nefret söylemlerinin ve mültecilere karşı işlenen suçların iki temel nedeni var. Birincisi, 2011 yılında Suriye'de ortaya çıkan iç çatışmadan bu yana Türkiye'de evrensel insan haklarıyla örtüşen bir mülteci politikasının olmaması.
Türkiye her ne kadar 1951 tarihli Birleşmiş Milletler Mültecilerin Hukuki Statüsüne ilişkin Cenevre Sözleşmesi'ne imza atmış olsa da coğrafi sınırlama şerhi koymuştur. Bu bağlamda Türkiye, doğu ve güney sınırlarından gelen mültecileri Cenevre Sözleşmesi kapsamında kabul etmediği için Suriyeliler yasal olarak mülteci statüsünde değildir.
Suriyeliler, 2014 yılında yürürlüğe giren Geçici Koruma Yönetmeliği altında "korunmaktadır." Hükümet, 2011 yılından bu yana bilinçli olarak Suriyelileri misafir kavramıyla birlikte kullanıyor. Savaş ve öldürülme korkusuyla yerinden göç etmek zorunda bırakılan bir grubun "misafir" olarak tanımlanması politik bir argümandır. Bu söylem ülke yöneticilerinin konuya evrensel mülteci/insan hakları çerçevesinden değil, ülkenin fedakârlığı çerçevesinden yaklaştığını göstermek için kullanılıyor.
Mültecileri nefret suçunun mağduru yapmaya devam eden ikinci önemli neden ise toplumun içine sirayet etmiş "öteki"leştirme hastalığı/kolaylığıdır. "Öteki"leri her sorunun kaynağı olarak görmek, "işimizi çalıyorlar, kadınlarımızı taciz ediyorlar, insanlarımızı öldürüyorlar vb." özellikle ekonomik ve politik kriz dönemlerinde sıklıkla kullanılan bir retoriktir. Sanki mülteciler/"öteki" gelmeden önce ülkede her şey güllük gülistanlıktı gibi bir algı oluşturulur veya mülteciler gitse tüm sorunlar bitecekmiş gibi bir hayal sunulur. Oysa, "öteki"ni günah keçisi ilan ederek oluşturulan bu argüman, aslında toplumdaki kronik sorunların ortaya çıkardığı bir travmadan ibaret.
Mülteciler, toplumun yeni "öteki"leri olmasından dolayı nefret söyleminin ilk kurbanı oluyorlar. Şayet bugün Türkiye'de 4 milyona yakın mülteci olmasaydı bile, toplumun içinde kendini diğer insanlardan üstün tutan bir grup insan toplumdaki sorunların kaynağı olarak bir "öteki" oluşturacaktı veya kurulu düzenin tarihsel olarak kullandığı iç düşmanlar "öteki" olarak yaşamın kıyısında hayata tutunma mücadelesi vermeye devam ettirilecekti. Çünkü içinde yaşadığımız toplumun büyük bir kesimi kendinden daha zayıfına her türlü kötülüğü uygulamakta sorun görmeyen bir toplum. Ancak şunu her daim hatırlamakta fayda var: Kendisini ülkenin asli unsuru gibi görüp kendisi gibi olmayan herkesi "öteki"leştirmeye çalışan zihniyet bu topluma sadece kaos ve huzursuzluk getirir.
Mültecilik bir insan hakkıdır; siyasal iktidarların ve toplumdaki bireylerin fedakârlığına bırakılacak bir konu değildir. Dolayısıyla mültecilere insanca bir yaşam alanı hazırlamak, onlara sunulan bir lütuf değil, temel insan hakları prensiplerinin zorunlu bir sonucudur. Bireyi siyasal iktidar(lar)ın veya toplumda kendini diğer insanlardan üstün görenlerin karanlık zihniyetlerinden koruyacak olan, onların fedakârlığı değil, evrensel insan haklarıyla örtüşen hukuktur. Aslolan, insanların sadece duygularına seslenip mültecileri insanların acıma ve merhamet duygularına teslim etmek değil, hep birlikte insanca bir arada yaşayabileceğimiz bir düzeni oluşturmaktır.
Son olarak, 30 Mayıs 2022 tarihinde Gaziantep'te WhatsApp grupları üzerinden çocuk hırsızı diye hedef gösterilen yaşlı ve engelli Suriyeli kadına atılan tekme toplumun tüm "öteki"lerine atılmıştır. 70 yaşındaki kadına atılan bu tekme kolektif bir kötülüğün ürünüdür; sürekli nefret söyleminde bulunan herkesin bu tekmede hakkı vardır. Göçmen karşıtı siyasi retorik, bu şiddeti besleyen, köpürten ve tetikleyen ana unsurlardan bir tanesidir. 2023 yılındaki genel seçime kadar polarizasyondan beslenen siyasetçiler ve partiler topluma mülteci nefreti aşılamaya devam edecektir; aslolan bu karanlık zihniyetten uzak durup insanlık değerleri altında bir araya gelmektir.
Aslolan kin ve nefret duygusuyla hareket etmeden işlenen her suç(lun)un evrensel adalet prensipleri doğrultusunda yargılanmasıdır. Evet, failin etnisitesi veya mülteci olup olmaması önemli değil, her kim olursa olsun açık/gizli bir şekilde insana/doğaya/cana zarar veren herkes adaletli bir şekilde yargılanmalıdır. Evet, masumların ve ezilen sınıfın yerlerde tekmelendiği bir coğrafyadan bahsediyorum, ancak mazluma tekme atan her zalimin bir gün adil bir şekilde yargılanacağından asla şüphe duymuyorum. Önemli olan bu adaletin geç kalmamasıdır. Aksi takdirde mülteciler nefret söylemi veya suçunun kurbanı olmaya devam edecektir.
(CA/AÖ)