Heidegger, çağımızda toplumsal hakikatin modern araçlarla ve gündelik hayatın sihir düzeniyle örselendiğini ve kaybedildiğini söyler. Ona göre modern çağ insanı hiç bir şey düşünememektedir. Hiçbir şeyin düşünülemediği çağımızda insanın durumu yersiz yurtsuzlaşmadır. Yani insan giderek toplumsuz, kimliksiz ve sorumsuz bir karakter kazanmaktadır.
Kapitalist Modernite, toplumsal hakikati Hobbes ‘un “İnsan insanın kurdudur” sözündeki gibi kaybeden mekanik bir düzlem. Modern araçlar devletin hakikat üzerinde yarattığı karartmayı halktan gizlemekle görevli. Medya, parlamento, sanat ve spor toplumun kendi hakkında bir dakika olsun düşünmesini önlemek için vardır. Bunlar en geniş anlamda kapitalist modernizme içkin değerlendirmeler.
Ama “Hakikat” söz konu olunca Türkiye çok daha saçma bir durumdadır. Hakikat kelimesini bir Alevi inancından, bir de barış için onun komisyonlarını kurmak isteyen PKK önderi Öcalan’dan öğrendik. Gerçekten de egemenlerin henüz saptırmadığı, görece masum bir sözcük hakikat.
Hakikat Türkiye’de hiçbir zaman bilinmez. Ermenilere bir gecede ne olduğunu hiçbir zaman bilemedik. Hiç bir zaman Zilan ve Dersim Kürtlerinin başına ne geldiğini hissedemedik. Her vicdani çıkışın karşısına “ama onlar da “ diyen bir yüz karası çıkardı bu devlet. Gerçeği öğrenmek için tüm modern araçlara sahip olmamıza ve tüm çağlardan daha fazla yol kat etmemize rağmen; başımıza ne geldiğini bilmek için sorduğumuz sorulara bir türlü cevap verilmedi. Devlet hakikate dair öyle bir kara delik ki; kim olduğumuzu bile onun onayı olmadan kendimize söyleyemiyoruz. Gerçek üzerinde yürütülen sistematik tecavüz, kaybettiğimiz dünyalara birkaç gün için yas tutma fırsatı bile vermiyor.
Suruç’ta katledilen onlarca genç insanın acısı daha taptazeyken her sabah yeni katliamlara ve ölümlere uyanmak lanetli bir kader gibi. Bu ülkenin rejimi hiç değişmedi. Üç yaşındaki bir bebeği hastanede tedavi edemeyip ölümüne sebep olan devlet, insan öldürmeyi tarihteki her devletten daha ince bir ustalıkla biliyor. Bir cenazeyi nasıl gizleyeceğini, nasıl ailesinden saklayarak on yıllarca kaybedeceğini, sorulduğunda nasıl bir riyakârlıkla inkâr edeceğini hep çok iyi bildi TC. Katran kara faşizmi “cumhuriyet ve demokrasi” olarak takdim etmeyi çok iyi becerdi.
İşkence tezgahlarında halklarımızın en güzel evlatları olan devrimciler katledilirken, Kenan Evren Cumhurbaşkanlığı kupasını Beşiktaş futbol takımı kaptanı Rıza Çalımbay’a yüzüne olanca babacanlığını yansıtarak veriyordu mesela. Atom Karınca Rıza’nın büyük bir huşû ile elini öptüğü Kenan Evren, sevecen ve kudretli bir gururla kupayı teslim ediyordu. Böylece her şey halkın gözleri önünde oluyordu işte.
Tayyip Erdoğan da, kızıl meydanda faşizme ve emperyalizme karşı savaşırken ölen komünist gerillaların anıtına çelenk koyarken aynı korkunç maskeyi taktı yüzüne. Kendi “vatandaşlarına” Kürt halkına bomba yağdırdığı saatlerde. Neredeyse aynı gün Ağrı’da Sıtkiye mahallesindeki bir evde üç Kürt genci terörist oldukları gerekçesiyle bedenleri mermilerle delik deşik edilerek katledildi. Hemen sonraki günün gecesi Kandil dağı kazan bombaları ve füzelerle vuruldu. Dicle Haber Ajansının haberine göre 9 sivil bombardımanda katledildi.
Tüm bunları doğru dürüst konuşamayacağız, anamayacağız ve devletin katil ve toplum düşmanı karakterini sorgulayamayacağız. Savcılar “davalar” hakkında gizlilik kararı verecek ve toplumun bilgilenmesi önlenecek gene…
Hakikat bu denli kıskaç altında ülkemizde. Devletin harbe tutuştuğu halka karşı neler yaptığı hep gizli.
Burada modern anlamda bir devlet çalışmıyor. Modernitenin kendisini kendi avcı-katil karakteriyle buluşturmayı başaran bu “gelenek”, yarattığı çarpıtma yalan ve dezenformasyonla toplumun beynini dağıtıyor. Üst akıl naraları atarken toplumun zihnini bulandırıyor.
Tayyip Erdoğan’ın özgül ağırlığı da eklenince, örneğin 32 gencin katledildiği saldırının hemen ardından HDP’ye sinkaflı sözlerle saldırmak bir “retorik” oluveriyor. Kızgınlığın tekelini kimse ondan alamaz çünkü. Öfkelenmek sadece onun tekelinde. En öfkeli adam devletin başı. Öfkeli adam ses tonunu düşürür, mahçuplaşır ya da maazallah boynunu büküp tecavüz ve katliamlardan ötürü özür dilerse, “milli birlik ve beraberlik” tehlikeye girebilir çünkü.
Kobanê düştü düşecek" diye el ovuşturup, vahşet ordusu DAİŞ’in başarısız olunca, bu kez Kobanê’yi müteahhitleriyle “inşa etmek” isteyen adamdır. Hakikatin ortadan kalktığı ülkemde, hakikatin en büyük katilinin Cumhurbaşkanı olması tesadüf mü yoksa?
Bize düşen nedir, sahiden bilmek çok zor. Ama gene Can Yücel’in dediği gibi “barış için dövüşelim, dövüşelim barış için”… Hiç değilse paramparça edilen ölülerimizin bedenlerine saygı için faşizme meydan okumak, onunla kavga etmek düşüyor. Gerçek anlamda bir yaşamdan söz edemiyoruz nasılsa… (MS/HK)