Dünyanın pek çok bölgesinde devletsiz halklar ulus-devlet hegemonyasının yarattığı asimilasyon, baskı ve işkence sistemlerine karşı çoğunlukla silahlı ayaklanma pratikleri geliştirdi. Endonezya’dan Filipinler’e Filistin’den İrlanda, Bask ve Kürdistan’a çağımız ulus-devlet kaynaklı bir iç gerilim çağı aynı zamanda.
İdealize edilen tek millet ülküsü başka halkların millet olarak varlığını yok etme düzeni olduğundan halklar siyasi birer enstrüman olarak “ellerine ne geçtiyse” ulus-devlete karşı kullandılar.
Burada esas dikkat çekici yön, onlarca yıl süren iç savaşların ve halk savaşlarının ardından varılan müzakere süreçlerinde aydınların takındığı tutumdur.
Bu konuyla ilgili en belirgin örnek Sartre’ın Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesini destekleyen açık-aktif tutumudur.
Aydın olmaya dair en belirgin örnek olarak o ve Edward Said birer yüz akı gibi olumlanmıştır.
Yine Vietnam savaşının son dönemlerinde kurulan Russel mahkemelerine adı verilen filozof Bertrant Russell de çok önemli bir barış insanı ve düşünürdür. Bir düşünür olarak ürettiklerinin tüm erdemini barış için işleyerek muazzam değerli bir iş yaptığı bilinir.
Türkiye’de de Kuzey Kürdistan ayaklanmasının başladığı 15 Ağustos 1984’ten beri iyi ya da kötü bir barış umudu var.
Her iki taraftan hayatını kaybeden on binlerce insanın ardından, müzakere ve çözüm arayışları tüm süreçlerde derhal dönülmesi gereken bir akl-ı selim olarak yegane adres. Ama barış savunucuları barış ve demokrasiye dair bir dağarcık oluşturmadı ve devletin biat edeceği bir barış tavrı bulunmuyor hala… Tam tersine devlete angaje olmada neredeyse tüm aydın ve yazarlar çok çirkin bir itiş kakış içinde.
Kürt ulusal sorununun çözülmemesinden doğan 29. Kürt ayaklanması, ne garip ki halen Türkiye toplumuna ilk dönemlerin ağzıyla takdim edilmekte ve PKK’ye karşı herkesin neden yekvücut olarak tepki göstermediği hayıflanarak ifade edilmekte.
Yani “olayları” durdurmanın en büyük çözümü devlete karşı çıkan örgüte karşı çıkmak! Herkes Kürt Özgürlük Hareketi PKK’yi “tel’in” ederse sorun çözülmüş olacak. Böylece devlet her sorunu çözecektir! Buradaki tersliği ve devletin adamı olmaya doğru yapılan ikiyüzlü çağrıyı bir yana bırakalım.
Esas mesele ülkenin bir barış zekasının olmaması diye değerlendirilir. Oysa bu da doğru değildir.
Şu anda Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü gerçekleşsin diye temenni buyuran onlarca makale ve kitap yayınlanıyor ülkemde.
Özellikle barış umudunun bir anda beliriverdiği o ara kavşağı görür görmez herkes birden bire silahların bırakılacağı deponun adresini dahi gösteriyor.
KCK liderlerinin durumunun ne olacağından, Maxmur kampının hangi tarihte boşaltılmasının uygun olacağına kadar, hatta Kürtçenin hangi lehçesinde hangi yörelerde eğitim yapılması tartışmasını en canhıraş ve hipnotize olmuş gibi yazanlar var.
Ama birden bire meselenin asıl adresi olan devletle işler yürümeyip gene silahlar konuşunca; birden bire herkes “terörü ben de tasvip etmiyorum şekerim” moduna geçiyor.
Buradaki tutarsızlık biraz tuhaf değil mi? Bu denli üzerine çok konuşulan ve bir toplumsal talep olarak acil ihtiyacını duyduğumuz “barış” mefhumunun halen yerleşik bir zekasının olmaması neye bağlanmalı?
Üzerine bu kadar paneller, toplantılar, sayısız kampanyalar ve yazılanları düşününce yoksa var mı böyle bir zeka diye tekrar sormak gerekiyor.
Basını takip eden her yurttaş sadece bu müzakere süreçleri (aslında mevsimi) denilen dönemlerde ünlü olup çıkmış sayısız yeni mütefekkirin doğuşuna tanıklık etti.
Vamık Volkan’ından, Avni Özgürel’e Etyen Mahçupyan’a ve Yasemin Çongar’ına kadar ekranlarımızı, sabrımızı ve dahası en masum hakkımız olan barışla günyüzü görme beklentimizi sömürenler, hakkımızla bizi oyalayıp ilgimizi ceplerine indirenler. Bir çeşit umut tüccarları onlar.
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) konjonktürel aydınları olarak bir dönemin özel savaş politikasının ideologluğunu yaptılar.
Özetle barışın bir toplumsal arzu nesnesi ve artı-değer olarak savunanı ve konum tahkim edeni sürüsüne bereket. Barış istemenin ve müzakere süreçlerinin bir mevsimi, hatta sektörü ve “borsası” var.
Barışa ve çözüme dair en sade ve güzel umutlarınız özenle işlenir, şöhrete, oya ve paraya tahvil edilir. Siz bu arada bekler, bekler ve beklersiniz… Bir türlü gerçekleşmez ama...
Bugün de aynı durumu yaşıyoruz.
Ülkede sürekli dejavu halindeyiz. Her sahnesini bir “süreçten” hatırlıyor, bir dönemin yaşanmışlıklarının üzerine yeni bir söz ve gösteri silsilesi bina ediyoruz.
Özgürlük ve barış sözü hiç bu kadar ele ayağa düşmemiş, “söz” bu denli irtifa kaybına uğramamıştı.
Çok sıkıldık gerçekten.
Hem ülkedeki muazzam örgütlü cehaletin akıl almaz gaflarından, hem de 21. Yüzyılda uğraştığımız şu kulak tırmalayıcı linççi, ırkçı tantanadan çok sıkıldık.
Hep Kürtler ne olacaksa olsun diyorlar diye endişe beyan edilirdi, şimdi herkes bunu söylüyor.
Şairin dediği gibi “ya derdime derman, ya katlime ferman” dercesine ne olacaksa olsun artık… (MS/HK)