Haïm-Vidal Sephiha bir ay önce 17 Aralık’ta 96 yaşında hayata veda etti. Sefarad dünyası önemli sözcülerinden birini kaybetti. Kendisinin ve ailesinin hikâyesi bize aynı zamanda o dönemde Avrupa’da yaşayan Türkiye Yahudilerinin kaderini hatırlatıyor.
Haïm-Vidal Sephiha 1923’te İstanbul’dan Belçika’ya göç eden bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesi, Brüksel’de bir halı tamir atölyesi işletiyordu ve o dönemde Avrupa’da yaşayan ve sayıları 20 ile 25 bin arası tahmin edilen Türkiyeli Yahudiler gibi tipik bir hayat sürdürüyordu. 1943’te, Almanlar Haim Vidal 20 yaşını henüz bitirmeden Auschwitz’e sevk ettiler.
TIKLAYIN- Holokost Kurbanlarını Anma Günü: Hatırlıyoruz
Toplama kamplarının cehennemini yaşadıktan sonra ve özellikle annesinin ölümünden sonra, kendi anadili olan Judéo-Espagnol’u araştırıp korumayı ve Sefaradların kültürel hafızasını muhafaza etmeyi, hayat vazifesi edindi ve bu görevi hem profesör, hem yazar, hem de aktivist olarak inatla sürdürdü.
TIKLAYIN-Türkiye’de Holokost Bilinci Var mı?
2003 yılında Auschwitz-Birkenau anıtında ölüm kamplarında öldürülen Sefaradların anısına Judeo-Espanyol lisanında bir plaket konulmasına önayak oldu.
‘Halıların arasında doğduk ve halıların arasında büyüdük’[1]
Haïm-Vidal’in ebeveynleri birbirinden bağımsız olarak Belçika’ya gelmişler.
Annesi Esther Eskenazy 1892’de İstanbul’da doğdu. Ailesi 1908 Büyük yangınında evini kaybedince umutlarını daha önce Belçika’nın Anvers kentine göç eden akrabalara bağlayıp 1910’da İstanbul’u terketti. Esther Brüksel’de bir Ermeni’nin dükkânında halı tamircisi olarak çalışmaya başladı.
Babası David Nessim Sephiha Ortaköy’de, Sephiha (tenekeci) isminin ima ettiği gibi, nesillerden beri tenekeci mesleğinde çalışan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi, önce Paris’te yaşayan kuzenin yanına gitti, sonra şansını Brezilya’da denedi ve oradan Paris’e döndü.
Bu hiç olağandışı bir şey değildi: o dönemde Türkiye/Osmanlı’dan Batı’ya göç eden Yahudilerin çoğunun yolu Latin Amerika’dan geçerek Fransa’da buluşuyordu.
Esther ve David 1913 yılında Gent’te dünya fuarı sırasında tanışmış, birbirini beğenmişler. Bir yıl sonra Paris’in Rue Popincourt’ta bulunan ve çoğunlukla İstanbullu Sefaradların ibadet ettiği sinagogda evlenip Brüksel’e yerleşmişler.
Esther Eskenazi ve David Nessim Sephiha‘nın düğün davetiyesi ve düğünden bir kare...
David Nessim eşinden halı tamirciliği öğreniyor ve birkaç yıl sonra Rue Verhoegen’de kendi halı satış ve tamir dükkânlarını açmayı başarıyorlar.
Doğumdan kısa bir zaman sonra ölen oğlu Marco’dan sonra Sephiha'ların altı çocuğu oldu: Adèle (1916), Elise (1917), Germaine (1919), Abraham/Albert (1921), Haïm-Vidal (1923) ve Isaac/Jacques (1925).
Büyükbaba ve anneleri, teyzeleri ve altı çocuk ile büyük bir aile oluşturdular. Akraba ile çocuklar da halı işlerine yardım etmek zorundaydı.
‘Biz halıların arasında doğduk ve halıların arasında büyüdük’ diye anlatıyor Haïm-Vidal çocukluğunu. Halılar temizleniyor, tamir ediliyor ve renkleri yenileniyor. Halı ticareti ve tamirciliği o dönemde Avrupa’nın çeşitli kentlerinde yaşayan Türkiyeli Yahudilerin arasında çok yaygındı. Milano’dan Brüksel’e, Paris’ten Berlin’e ve bütün Avrupa metropollerinde halı tüccarları Türk-Yahudi cemaatlerinin çekirdeğini oluşturdu. Başarılı halı tüccarı Selanikli Eli Benezra Brüksel’de oluşan Türk-Yahudi cemaatinin bir nevi sözcülüğünü üstlendi.
Sephiha’ların Rue Verhoegen’deki halı tamir atölyesi
Brüksel’deki Türk-Yahudi cemaati
1920'lerin ortasında Brüksel’de küçük bir Sefarad cemaati oluştu.1927’de Eli Benezra ve Ezra Natan’ın inisiyatifiyle kamu yararına Brüksel Sefaradları Kültür Cemiyeti (Sociéte Culturelle Sépharadite de Bruxelles) kuruldu. Bu cemiyet sadece din meseleleriyle uğraşmıyor, yeni gelenlerin ve muhtaçların desteklendiği bir sosyal örgüt olarak da görev yapıyordu.
Türkiyeli Yahudi ailelerinin bir çoğu La Bourse mahallesinde oturuyordu. Evlerin birbirlerine yakın oluşu yakın bir sosyal ilişkiyi, Sefarad geleneklerine ve yaşam tarzına bağlı kalmayı mümkün kılıyordu. İbadetin yerine getirilmesi için Brüksel’in büyük Aşkenaz sinagogu bir dua odasını Sefaradların kullanımına sunmuştu.
Eli Benezra, kutlamalar ve özel etkinlikler için uygun büyüklükte bir salon kiralıyordu. Türkiye Yahudilerinin Brüksel’de oluşturduğu koloni 150-200 aileydi, bu da 600-800 kişi demekti. Tabii ki bu sayı Fransa’da yaşayan ve sayıları 20 ile 25 bin arasında tahmin edilen Türk-Yahudi topluluğuyla kıyaslanamaz ama yine de kendi cemaatlerini oluşturmuşlar.
Aile dili, anne-baba dili
Sonraları kendi hahamlarını bile görevlendirdiler; daha önce Anvers’te çalışan, aslen İstanbul Kuzguncuklu Maïer Passy 1930 yıllarında Brüksel’deki cemaatin hahamlığını üstlendi.
Sephiha ailesi dindar idi, ama çok katı değil. Şabat bazı haftalar kutlanıyordu, bazen de değil.
Haïm-Vidal şöyle hatırlıyor: ‘”Ama biz elbette her yıl Rosh Hashanah, Yom Kippur, Pesah v.s. kutluyorduk. Her yıl Pesah töreni yapıyorduk, o zaman babamız Haggadah’ı akşam İbranice olarak okuyordu, ertesi gün de Ladino[2] dilinde.”
Bütün çocukları – kızlar dahil – sinagogda din dersine katıldı. Babası David Nessim’in çok güzel bir sesi olduğundan, sinagogda bazen Hazan görevini üstleniyordu ve büyük bayramlarda çocuklarıyla bir koro oluşturuyordu.
Çok katı uygulanmayan dini geleneklerin yanı sıra Sephiha ailesinde günlük hayatta Sefarad göreneklerine bağlı kalınıyordu ve hem anne hem baba çok iyi Fransızca bilmelerine rağmen büyük aile içinde Judéo-Espanyol konuşuluyordu, ‘bu bizim aile dilimiz idi’ diyor Haïm-Vidal. (Ancak, çocukların konuşulanları anlamalarını istemedikleri zaman, anne ve baba aralarında Türkçeye geçiyorlardı.)
Yahudiler Alman işgali altında
Belçika, 10 Mayıs 1940’ta Fransa ve Hollanda’yla eş zamanda Alman birliklerinin saldırısına uğradı, 28 Mayıs’ta koşulsuz teslim oldu. Alman işgalciler, askeri yönetim kurarak Belçika’nın resmi makamlarını bu yönetime bağladılar.
Beş ay sonra Alman işgal makamları Belçika’daki Yahudilerin toplumdan soyutlanması ve haklarının ellerinden alınması için hızlı adımlar attı: 28 Ekim 1940’ta Yahudilere kayıt olma zorunluluğu getirildi, Yahudiler resmi dairelerden ve çok sayıda meslekten atıldılar, Fransa veya başka ülkelere firar etmiş Yahudilerin geri dönmeleri yasaklandı.
Mayıs 1941’den itibaren Yahudilerin işyerlerinin, arsalarının, bütün mallarının ve radyolarına varıncaya kadar bütün eşyalarının ‘Aryanlaştırılması’na başlandı. Ağustos 1941 sonunda Yahudilerin büyük şehirlerin dışında bir yere taşınmaları yasaklandı ve gece sokağa çıkma yasağı konuldu. Ekim ayında Yahudilerin ülkeyi terk etmesi yasaklandı.
Aralık 1941’de Yahudi çocuklar devlet okullarından atıldı, Mayıs 1942’de ‘Yahudi yıldızı’ takma zorunluluğu getirildi ve binlerce Yahudi zorunlu çalışmaya (angaryaya) tabi tutuldu. Üç ay sonra – Ağustos 1942’de – hedefi Auschwitz olan ilk tehcir treni Belçika’dan ayrıldı. Sadece Ağustos ile Ekim 1942 arasındaki zaman diliminde 17 tehcir treni 17 bin Yahudiyi Belçika’dan Auschwitz’e götürdü. Bunların arasında Türkiye vatandaşlığından çıkmış (veya çıkartılmış) kırka yakın Türkiye kökenli Yahudi vardı[3].
Türkiye Yahudilerinin durumu
Türkiye ya da başka tarafsız veya Almanya’nın müttefiki olan ülkelerin vatandaşları belli bir dönem için bu antisemit uygulamaların bazılarından –mesela ‘Yahudi yıldızı’ takmaktan– muaf idi. (Almanların işgali altında olan başka ülkelerde olduğu gibi). Yine de onların da radyo ve bisikletlerine el konuldu, kimliklerine ‘Yahudi’ ibaresi eklendi, halı dükkânlarının vitrinlerine kocaman harfler ile yazılan ‘JOOD/ JUDE’ (Yahudi) levhaları asıldı ve akşamları sokağa çıkma yasağı onlar için de geçerli idi.
Haïm-Vidal Sephiha “JOOD” (Yahudi) ibaresi taşıyan Belçika kimlik kartı
Alman işgalinden sadece bir kaç ay önce Belçika vatandaşlığını seçtiği için, Haïm-Vidal – ailenin tek ferdi olarak – Belçika vatandaşı olarak bu istisnalardan faydalanamıyordu. Yahudi olarak 1941’de ziraat bilimi okumaya başladığı üniversitesinden uzaklaştırıldı, ‘Yahudi yıldızı’nı takmak zorunda idi ve 1943 yılı başlarında bir gün sokakta Alman polisi tarafından durduruldu.
"Ben önce, Yahudi olmadığımı iddia ettim, çünkü o gün üzerimde bulunan kimlikte Yahudi olduğum yazmıyordu. Ama sonra beni külotumu indirmeye zorladılar, sünnetli olup olmadığıma bakmak için. Çok çirkin bir biçimde benimle alay ettiler ve beni Malines kasabasındaki Dossin Kışlası’na götürdüler."
Brüksel - Anvers yolunda Almanlar tarafından kurulan bu kampta, Yahudiler Auschwitz veya başka imha kamplarına gönderilmeden önce toplatılıyordu.
Sephiha ailesinin diğer fertleri ise, Türkiye vatandaşlıklarını muhafaza etmişler ve belli bir zaman için Türk belgelerinin sağladığı güvenlikten faydalanıyorlardı. Hatta bu (göreceli) güvenlik Belçika’da bazı Türkiye Yahudilerinin direniş faaliyetlerine katılmasını da kolaylaştırdı.
Belçika’da Almanlara karşı çeşitli sol veya ulusal direniş grupları oluştu, ve çok sayıda Yahudi ya Belçika direniş örgütlerine ya da 1942’de kurulan ve solculardan dindarlara, Siyonistlere ve itibarlı Yahudi üst tabakaya kadar bütün kesimleri birleştiren Comité de Défense des Juifs (CDJ) isminde Yahudi savunma örgütüne katıldı.
Mesela Haïm-Vidal’ın küçük kardeşi Jacques Sephiha, Siyonist La Gordonia grubunun bir üyesi olarak önceleri yeraltına sığınan kişilerin barındırılmasıyla görevliydi. Ayrıca Jacques’in Belçika direniş hareketi Mouvement National Belge ile de ilişkisi vardı.
Birkaç kez tutuklandı, ancak Türkiye vatandaşı olması sayesinde her defasında serbest bırakıldı. Brüksel’deki Türkiye Yahudi cemaatinin en eski ve saygın üyelerinden Ezra Natan, Belçika direnişinin askeri örgütlenmesi O.M.B.R. için yaralıların ve Malines’den kaçan kişilerin tıbbî bakımının yapıldığı bir merkezde görevliydi.
Auschwitz
Haïm-Vidal Sephiha Mart 1943’te tutuklanmasından sonra Malines Kampı’nda altı ay geçirdi, bu esnada ailesi Türkiye’nin Paris Başkonsolosluğu’nda onun tekrar Türkiye vatandaşlığına alınması için boş yere çabalayıp durdu. 22 Eylül 1943’te Kafile XXII B ile Auschwitz’e tehcir edildi. Tam on yedi ay boyunca Auschwitz cehennemini, Fürstengrube Toplama Kampı’nın acımasız koşullarını ve bu kampın boşaltılması esnasında yapılan ölüm yürüyüşünü yaşadı.
Sephiha, bu sevkiyatla tehcir edilen toplam 870 kişi arasında hayatta kalan sekiz insandan biriydi. Geri döndüğünde 35 kiloydu:
“İlk olarak çırılçıplak soyunmak zorunda kaldık, taş levhalarla kaplı bir odaya sokulduk, içerisi o kadar soğuktu ki, birbirimize yaklaşarak ısınmaya çalıştık. Sonra duş yapmak zorunda kaldık, saçlarımız sıfır numaraya vuruldu ve –hâlâ çıplaktık– vücudumuza dövmeyle numarayı yazdılar. Benim numaram 151.752’ydi, bu numarayı bugün bile ezbere biliyorum, bilhassa Almancasını, çünkü beni öyle çağırırlardı.
Taşlar
“Sonra bizi bir binaya soktular, ince pamukludan yapılmış o malûm çizgili kıyafetleri ve ayağımıza olmayan tahta ayakkabıları verdiler. Sonra, tek amacı insanları demoralize etmek ve dirençlerini kırmak olan o anlamsız işleri yapmaya başladık. Bir yığın halindeki kaya parçalarını tek tek 500 metre öteye taşımak, burada bir yığın oluşturmak, sonra da, ilk yığın ortadan kalktığında, ikinci yığındaki taşları tekrar ilk yerlerine geri götürmemiz gerekiyordu vs. Bu uygulama ile ikinci bir eleme gerçekleştiriliyordu. Yere düşenler veya tahta ayakkabıları yüzünden ayakları iltihaplananlar, aramızdan ayrılıyordu.
"İçimizden bu elemeyi atlatıp hayatta kalanları ise Fürstengrube ismindeki bir kampa gönderiyorlardı. Yaklaşık 200-300 kişiydik. Bütün Yukarı Silezya IG Farben’ın elindeydi, SS iş gücümüzü onlara satıyor ve sırtımızdan para kazanıyordu.
Kömür ocağı
"Fürstengrube bir kömür ocağıydı ve biz yerin altındaki çok derin bir galerideydik. Taşları kırmak son derece ağır bir işti, kafamıza taşlar yağıyor, su damlıyordu. İçerisi soğuk ve nemliydi ve sırtımızda sadece çizgili ince giysilerimiz vardı. Her defasında ıslak giysilerimizle geri döndüğümüzde, ellerimiz donmuş oluyordu. Dışarıdan gelen vagonları buzla kaplı ve o kadar soğuktular ki, ellerimiz –eldivenimiz yoktu– soğuktan vagona yapışıyordu. Ben de ağlıyordum.
Elma kabuğu
"Sivil işçiler mola verdiğinde biz çalışmaya devam etmek ve onların yemeklerini yemelerini seyretmek zorundaydık. Aslında bize de birkaç lokma verebilirlerdi, fakat bunu hiçbir zaman yapmadılar. Günün birinde bu sivil işçilerden birinin bir elma soyduğunu ve kabuklarını yere attığını gördüm. Kabukları almak için eğildiğimde, işçi ayağıyla kabukların üstüne bastı ve onları ezdi.
Dakikalık yaşamak
"Barakalarda, her biri üç katlı ranzalarda yatıyorduk, battaniye ve yastık olarak da birer çuval kullanıyorduk. En küçük bir kırışıklıkta popomuza 25 sopa yiyorduk, bu benim başıma sık sık geldi. Orada günlük bile değil, dakikalık yaşıyorduk. Hayalinizde cehennemi canlandırmaya çalışın, işte aynen böyle bir yer. Hatta – şayet cehenneme inanıyorsanız– oraya atılanların arasında bile daha insanî ilişkiler olduğunu sanıyorum.’[4]
Türkiye vatandaşı Yahudilerinin kaderi
Türkiye vatandaşlıklarını korumuş olan ve sözde Türkiye Konsolosluğun himayesinden faydalanan Yahudilerinin durumu da gitgide ağırlaştı. Henüz 1941 sonbaharında Belçika’daki Türkiye Konsoloslukları kapanmış, görevleri, Paris Başkonsolosluğu tarafından üstlenilmişti. Sınırı geçmek işgal makamlarının özel iznini gerektirdiğinden, Türkiye Yahudilerinin temsilcilikleriyle düzenli ilişki içinde olmalarının ve mesela pasaport uzatmanın pek imkânı kalmamıştı.
Ayrıca Belçika’daki Türkiye Yahudileri, Paris’teki yetkili konsolosluk tarafından yetersiz olarak bilgilendiriliyordu. Bunun en önemli örneği: Almanların 1942 yılın Ekim ayında Türkiye hükümetine (ve Avrupa’daki temsilciklerine) verdikleri ültimatomdan habersizdiler! Bu ültimatoma göre, Almanya’nın egemen olduğu topraklarda yaşayan Türkiye (ve başka tarafsız veya Almanya’nın ittifak halinde olan ülkelerin) Yahudi vatandaşlarının, ülkelerine dönmeleri gerekiyordu. Aksi takdirde bunlara karşı da “genel Yahudi kuralları” uygulanacaktı, yani tutuklanıp ölüm kamplarına sevk edilecelerdi.
Tutuklamalar
Ekim 1943’te Türkiye Yahudilerinin “yurda gönderilmesine” ilişkin son ültimatomun süresinin de sona ermesiyle birlikte, 20 Ekim’den itibaren Anvers ve Brüksel’de Türkiye vatandaşı 70 Yahudi – ve aralarında bütün Sephiha ailesi – tutuklandı. Bunlar önce Gestapo hapishanelerine, sonra Malines Kampı’na hapis edildi. 23 Aralık 1943’te bu kişiler Macaristan ve Romanya Yahudileriyle birlikte Buchenwald ve Ravensbrück toplama kamplarına sevk edildiler. Aynı trende Buchenwald kampına gönderilen Macar asıllı Eugene Weinstock’un kitabından Malines’den ayrılış ve sevkiyat koşullarını öğreniyoruz.[5] Weinstock’a göre yaşlı ve ağır hasta olan bir Türkiye Yahudisi bu sevkiyat sırasında öldü.
Buchenwald ve Ravensbrück Toplama Kampları imha amaçlı değildi ve bu iki kampta bulunan tutukluların çoğu da Yahudi değildi. Ancak bu kişiler 14 aydan uzun bir süre bu iki kampında SS’in uyguladığı terör, eziyet, keyfilik ve sonu ölüme kadar gidebilen eza ile yüz yüze kalmışlardı, tutukluluk koşulları buralarda da ölümcüldü.
Ölüm yürüyüşü
Sadece Belçika’dan Buchenwald’a götürülen toplam 32 Türkiye Yahudisi erkeklerinden, on iki kişi ölünceye dek eziyet edildi. Nessim Sephiha, oğlu Isaac (Jacques) ve binlerce başka mahkûmla birlikte 7 Nisan 1945’te, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ordusunun gelişinden dört gün önce kampı boşaltmaya çalışan SS’in düzenlediği ölüm yürüyüşüne katılmaya zorlandı. Üç hafta sonra Dachau Toplama Kampı’na ulaşanların sayısı 200 bile değildi. Jacques Sephiha hayatta kalırken, babası Nessim Sephiha ölüm yürüyüşünün zorluklarına dayanamamıştı.
Ravensbrück toplama kampına götürülen 33 Türkiyeli Yahudi kadın ve kız çocuklarından (ve iki oğlan çocuğu) yedisi Ravensbrück’de öldü, üçü başka kamplarda öldürüldü. İki kadın hakkında hiçbir bilgi bulunmuyor.
Türkiye ile takas
1945’in şubat ayın sonunda Ravensbrück’deki SS-gardiyanlar ellerinde bir liste sallanarak “Türkisch Türkisch” diye bağırarak Türkiyeli kadın ve çocukları çağırdı. Hiç beklenmedik şekilde Ravensbrück’te tutulan 31 kadın ve çocuk – bunlardan 20’si Belçika’dan – Türkiye ile Almanya arasında gerçekleştirilen “sivil kişilerin” takasına dahil edildiler!
Bu grup Ravensbrück’ten önce Lübeck kentine götürüldü, orada Bergen-Belsen toplama kampından getirilen, daha önce İtalya ve Hollanda’da tutuklanan 105 Türkiyeli Yahudiyle biraraya getirildiler. Danimarka üzerinden Göteborg (İsveç) liman kentine, oradan da 15 Mart 1945’te Drottningholm isimli bir gemiyle Liverpool (İngiltere), Portekiz ve Port Said (Mısır) yoluyla uzun bir yol kat ettiler.
Ravensbrück Toplama Kampı’ndan kurtulan kadınların Göteborg varışlarına dair İsveç gazate haberleri
İstanbul'da
Drottningholm gemisi, 10 Nisan günü, sabah saat dokuza doğru İstanbul’a vardı. Ancak Türk makamları Nazi toplama kamplarından kurtulan Türkiye Yahudilerinen büyük kısmının Türkiye’ye ayak basmasına izin vermedi. Jewish Agency’nin ve Amerikan temsilcilerinin Türk makamları nezdinde bulundukları girişimler neticesinde, beş günlük sıkıntılı bir bekleyişin ardından, masrafları Yahudi örgütlerine ait olmak üzere polis gözetiminde üç küçük pansiyonda tecrit edilmeleri koşuluyla gemiden ayrılmalarına izin verildi.
“Bunu tasavvur edebilir misiniz?? On altı ay Ravenbrück’ten sonra tekrar hapsedilmek” (Esther Sephiha)[6] Esther Sephiha, kızları ve Belçika’dan başka Türkiyeli Yahudi kadınları ancak Aralık 1945’te Brüksel’e dönebildiler.
Judéo-Espanyol’a adadığı bir hayat
Savaştan hemen sonraki dönemde Haïm Vidal Sephiha Alman Naziler tarafından yasaklanan Üniversite eğitimi devam etti ve Kimya okuyup mezun oldu. Ancak 1950'de annesi öldükten sonra hayatını değiştirdi.
Annesinin ölümü ve kendinin kamplarda yaşadığı travma onu, annesi ve ailesinin dili Judéo-Espagnol araştırma ve korumaya yönelti.
“Ben imha edilmekten kurtuldum, dolaysıyla kültürel hayatını muhafaza etme görevi bana düştü.”
Bilhassa bir şarkı
Fransa Ulusal Audiovizuyel Enstitüsü’ne (INA) verdiği uzun bir röportajda, Auschwitz kampındaki koşullarında annesinden öğrendiği Judéo-Espagnol şarkılar ona büyük bir manevi destek verdiğinı aktarıyor, bilhassa kampta “arboles lloran por lluvias” (ağaçlar yağmur için ağlıyor) şarkısını söylediğini anlatıyor.
Sephiha kimyager kariyerini terkediyor ve tekrar öğrenci olarak üniversiteye dönüyor: Sorbonne üniversitesinde İspanyol ve Portekiz dil bilimini ve edebiyat okuyor. 1981’de profesör ünvanı kazanıyor ve bir yıl sonra üniversitede dünya çapında bir ilk olarak kurulan “Judéo-Espagnol” bölümüne atanıyor.
Sefaradların hem dili hem kültürü üzerine önemli eserleri yayımlıyor, öğrencilerinin yüzlerce tezine danışmanlık yapıyor.
Dernekler, plaketler
Ancak faliyetleri akademik çevrelere sınırlı kalmıyor: 1979’da Sephiha’nın inisiyatif üzere Vidas Largas isimli bir dernek kuruluyor, amacı judéo-espagnol dil ve kültürü kormak ve savunmak, Vidas Largas bugüne dek dil ve kültür hakkında atölye, konferans ve başka faaliyetleri düzenliyor.
Haïm-Vidal Sephiha, Fransa’da yaşayan başka Sefarad Yahudileriyle birlikte 2002’de Judéo Espagnol à Auschwitz" (JEAA) derneği kuruyor.
Amaçları, Holokost’ta öldürülen 160 bin Sefaradın anısına Auschwitz’te Judeo-Espanyol lisanında bir plaket konulması. Bu da 24. Mars 2003’te birçok ülkeden gelen Sefaradların katılımıyla ve kendisi de gençken Yahudi olarak Ravensbrück kampına sürülen sonra çeşitli Fransız hükümetlerde bakan görevini üstlenen Simon Veil’in huzurunda gerçekleşiyor.
2003 yılında Auschwitz’te Judeo-Espanyol lisanında konulan plaket
Bu plaketin konulması başka faaliyetlere de öncülük ediyor: Fransa’da yedi ayrı Sefarad /Judéo-Espanyol örgüt ve dernekleri bir araya gelip Muestros Dezaparesidos (bizim kayıplarımız) çatı derneği kuruyor.
Amaçları, Fransa’da yaşamış olan ve sayıları 25 ile 35 bin arası tahmin edilen Sefaradların Holokost’taki kaderini araştırıp, anılarını toplayıp, muhafaza etmek ve yazmaktır. Bu çalışmanın önemli ürünü Mémorial des Judéo-Espagnols déportés de France geçen yıl yayımlandı.
Haïm-Vidal Sephiha 17 Aralık 2019’da 96 yaşında hayatına veda etti. Ölümüne dek Sefaradların kültürel hafızasını muhafaza etme mücadelesini inatla sürdürdü.
2015’te oğlu Dominique ile gerçekleştirdikleri ve kitaplaştırdıkları röportajın başlığı tam bunun ifadesidir: “Ma vie pour le judéo-espagnol, la langue de ma mère”. (Annemin dili olan Judéo-Espanyol’a adadığım hayatım).
Sefarad dünyası önemli sözcülerinden birini kaybetti. (CG/APA/DB)
[1] Bu yazıda Sephiha ailesi hakkında verilen biligiler, USC Shoah Foundation Visual History Archive’ın 1995’te Haïm-Vidal ve kardeşi Isaac (Jacques) ile ayrı ayrı yaptığı röportajlara, Haim-Vidal Sephiha ile 25.1.2004’te Sceau'da (Paris) yaptığım görüşme ve kitabım Türkiye, Yahudiler ve Holokost'a (2012, İletişim) dayanır.
[2] Günlük hayatta konuşulan ve Judezmo/Judéo-Espanyol veya Espanyol olarak adlandırılan dilden farklı olarak Ladino İbranicenin sentaksını koruyarak İbranice’nin harfiyen çevirisidir ve sadece ibadette kullanılır. Özelikle ABD’de ve İngilizce konuşulan ülkelerde günlük dil (yani Judéo-Espanyol) ‘Ladino’ olarak adlandırılsa da, Profesör Haïm-Vidal Sephiha hayatı boyunca bu farkın kabulü için mücadele verdi.
[3] İsimleri Türkiye, Yahudiler ve Holokost, s. 432’de bakılabilir.
[4] Haïm-Vidal Sephiha ile USC Shoah Foundation Visual History Archive’ın 13.7.1995 tarihinde yaptığı röportajdan alıntı.
[5] Eugene Weinstock, Beyond the Last Path, New York, 1947, s. 63-64.
[6] E.S. (Esther Sephiha)’nın ifadesi: Haïm Vidal Sephiha, L’Agonie des Judéo-Espagnols, Paris 1977, s. 114.