Herkes içerde biz dışarıdaydık. Yoksa tersi miydi, biz içerdeydik, onlar... Galiba içerisiyle dışarısının pek fark etmediği zamanlardı. İçerde dışarıda gibi yaşanamıyordu pek de dışarısının içerisinden farkı kafanı çevirip yukarıya baktığında gördüğün bulutların hacmi ve genişliğiyle ölçülüyordu.
Hayat halkaları içeren dışarıya doğru genişliyordu... İçerdekiler, yakınları, yakınlarının yakınları, onların arkadaşları... Bitmeyen operasyonlar, işkenceler, idamlar, cezaevindeki baskılar, tek tip giysiler, ölüm oruçları... Halkanın dışına çıkmak işten bile değildi de, insanın kendini inkarı öyle kolay hazmedilebilir bir şey değildi. 82 Anayasası'nın yüzde 8.6'lık mavilerinin yarattığı hayal kırıklığı, bir de sol adına günah çıkarmaların verdiği mide bulantısı tenin üzerinden öyle kolay kolay akıp gitmiyordu.
Küçük cepheler, küçük hezeyanlar, görülmüştür damgalı mektuplara sığdırılan yolculuk notlarını hafifletmek için kullanılıyordu. Bir şiir, bir şair, bir yönetmen, bir film, bir şarkı, bir şarkıcının etrafında toplanılıyordu alıcı kuşlar gibi. Her biri kendi değerinin çok üstünde bir kabul ya da ret görüyordu. Bu kabul ya da ret bünyeye iyi geliyor, solunumu öyle ya da böyle düzenliyordu. İnat bilemeye de yarıyordu bu saydıklarım ama en çok kederimizi biraz daha kolay taşımamızı sağlıyordu. Sessizliğimizin üzerini örtüp tahammülümüzü arttırıyordu...
Tam da o sıralar Zülfü Livaneli "Ada" albümüyle çıkageldi. Albümün bazı şarkıları yakmaya fırsat bulamadığımız ağıtlarımız için indirilmiş ayetler gibiydi, bazıları eşlik ederken kederimizi yüksek sesle dillendirmemize yarıyordu, ama bir şarkı vardı ki, ne zaman, nasıl sona ereceği belli olmayan o darbe sürecinin bizi bitiremeyeceğini haber veriyordu, adeta. Bir kavim değil, sadece bir kuşaktık, ama namımızı apoletli, apoletsiz darbecilere ezdirmeyecektik. Çünkü ilk değildik, son da olmayacaktık. O yüzden de birkaç kişi toplandığımızda, gözlerden uzak, takibi mümkün olmayan yerlerde, avazımız çıktığı kadar haykırıyorduk:
Okulda defterime, sırama ağaçlara, yazarım adını,
Okunmuş yapraklara, bembeyaz sayfalara yazarım adını,
Yaldızlı imgelere, toplara tüfeklere, kralların tacına,
En güzel gecelere, günün ak ekmeğine, yazarım adını,
Tarlalara ve ufka, kuşların kanadına,
Gölgede değirmene yazarım.
Uyanmış patikaya, serilip giden yola,
Hınca hınç meydanlara adını, ey özgürlük...
İlaç gibi bir şarkıydı. Paul Eluard'ın 1942'de, savaş yıllarında yazdığı şiirinden, topyekün bir esir kampına dönüştürülmüş Türkiye'ye muhteşem bir zamanlamayla düşmüştü... Şarkının ya da yorumcunun yani Livaneli'nin başına bir şeyler geldi mi hatırlamıyorum, ya da bu şarkıyı dinlediği için birilerinin başı derde girdi mi, bilmiyorum. Ama benim için sesimi kaybetmemi engelleyen, dahası başka seslerle buluşturan, yürüyüşüme eşlik eden bir şarkıydı... Sonraki yıllarda eskisi kadar dinlemesem de, dinlenmese de miadını doldurmamıştı.
Peki, şimdi bu şarkıdan söz etmem niye?
Bu soruyu, cep telefonu ve internette "devrim" olarak sunulan "3G"nin satıcılarından Vodafone'un reklam müziği olarak kullanmasının yarattığı kızgınlık diye yanıtlayayım tek cümlede.
Üstüne üstlük 12 Eylül darbesinin suçlusunun hastaneye kaldırıldığını, durumunun ağır olduğunu bildiren haberlerin hemen ardından izleyince kızgınlığım daha da arttı. 12 Eylül'le hesaplaşma tamamlansa, darbecilerin yargılanmasını engelleyen yasa kaldırılsa, 82 Anayasası şimdi ve gelecekte iktidarda olacakların çıkarlarına değil, toplumun taleplerine ve günün gereklerine göre, insan haklarını, demokrasiyi önceleyerek topyekün değiştirilse, yenilense bu kadar kızar mıydım? Elbette hayır...
Bir kez daha paçayı sıyırır mı, kalp piliyle yeni aylar, yıllar alır mı bilinmez ama darbeci general tutar da ayak izlerine basarak ilerleyenlerin yargılandığı bugünlerde ölürse, "şaka" gibi olacak! Çünkü kışladan Çankaya'ya geçme becerisinden dolayı devlet töreniyle gömülecek. Bilirsiniz o törenleri, sivil, üniformalı devlet erkanı tabutun arkasında uygun adımla yürür. Yine yürünecek, bu kez yüzlerce, binlerce ölünün üzerine bir kez daha basa basa... İhtimal cenaze töreni televizyonlardan canlı yayınla aktarılacak... İzler miyim? Sanmam...
Çıkıp Taksim'e avazım çıktığı kadar "Ey Özgürlük" diye bağırmak, şarkıyı baştan sona söylemek isterim avaz avaz... On küsur sene yatıp çıkmış arkadaşlarımla kucaklaşmak, ölüme sevinmek, çok sevinmek, sevindiğimi göstermek, isterim... Ağlarım da, ama sevinçten, keyifle, neşeyle... Çocukluk mu, edepsizlik mi? Ölünün arkasından konuşulmaz mı diyorsunuz? Bu öğretinize bakıp, insanlar asılırken, işkencede öldürülürken neredeydiniz diye sormazlar mı insana?
Sorarlar, sorarım...
Anlaşılan "Ey Özgürlük"ü Vodafone'a ve sözlerini değiştirip sahalara taşıyan Beşiktaş taraftarlarına bırakıp bir başka şarkıyla göstermeliyim sevincimi... "Sabahın bir sahibi var, sorarlar bir gün sorarlar" neden olmasın, ya da herhangi bir şarkı, içinde yastan, kederden eser taşımayan...
Sekter miyim? Bestecisi almış telifini, vermiş müziğini, bana ne mi? Eh belki. Siz daha iyi bilirsiniz de, bir şeylere de dokunmasanız, dokunmasalar... Bıraksanız, bıraksalar bazı şeyler o tarihin anlatıcısı, taşıyıcısı olarak, manalarıyla kalsalar...
Olmuyor, olamıyor değil mi?
Alın o zaman şarkınızı...(BG/EÜ)