Aklın sınırlarını zorluyorlar, elleri hemen silaha, kezzaba, ipe, bıçağa gidiyor. Nedenleri farklı, yemeğin tuzu fazla, gömleğin yakası iyi temizlenmemiş, ondan habersiz arkadaşına gitmiş, boşanmayı ya da ayrılmayı istemiş... Savunmada ise hemen hemen hepsi aynı cümleyi kuruyor: Namusumu temizledim! Eh ne de olsa namusu sadece kanla ölçen bir toplumun içindeyiz!
Ben İstanbul'da Moda'da oturuyorum. Son bir ay içinde dört kadın gözlerimin önünde dövüldü. Hayatımda ilk kez 155'i arayıp yardım istedim. Hele bir sahne var ki ürperiyorum hala. Gecenin bir yarısı çığlıklar üzerine balkona çıktım. Kimse yoktu. Karşı kaldırımda, iki araba arasında iki boru gördüm, soba borusu sandım da, bu semtte, bu yaz sıcağında bu borular neden orada anlayamadım... Sonra bir erkek hızla geldi, soba borularını tekmeledi... O an bir çığlıkla borular hareketlendi, zorlukla ayağa kalktı, anladım ki bir kadın. Ben aşağıya inene kadar başka bir erkek alıp götürdü kadını!
Ertesi gün apartmanın merdivenlerini silen kadınla konuştuk olup biteni. "Ben" dedi "Sadece bizim kırsalda oluyor böyle şeyler diye düşünürdüm, demek buralarda da oluyormuş". Kırsal dediği de İçerenköy. Erkeklerin her yerde, her durumda aynı olduğu, tıpkı ikimizin aynılığı, eşitliği gibi şaşırttı onu.
Gerçekten erkeklerin kadınları öldürmesini akıl almıyor. Nedenler onlarca, ama hiçbiri tek başına bu cinayetleri anlatmaya yetmiyor. Bu yüzden kadın hareketinden Handan Koç'la konuştuk. Sorduk, yanıtladı:
Günde ortalama dört kadın öldürülüyor, geçen ayın ortalarında bu sayı bir günde yediye kadar çıktı. Belleğimi kurcaladığımda geçmişte cinayetlerin bu kadar olmadığını düşünüyorum. Yanılıyor muyum?
Çok yinelendi ama tekrar etmeliyiz: 2009 da DTP Van Milletvekili Fatma Kurtalan'ın verdiği bir soru önergesi ile ortaya çıkan bir tablo var. Adalet Bakanı Sadullah Ergin kadın cinayetlerinin 2002'den 2009'a kadar yüzde 1400 oranında arttığını açıkladı. Yani yedi yıl önce bir kadın öldürülüyorsa bu sayı 14'e çıkmış. Bakan 2002'de 66 kadın öldürülürken, bu sayının 2009'un ilk 7 ayında 953'e ulaştığını açıkladı. Sadullah Ergin'in açıklamasına göre, yıllar itibarıyla kadın cinayetleri sayıları ise şöyle: 2003'te 83, 2005'te 164, 2005'te 317, 2006'da 663, 2007'de 1011 ve 2008'de 806 kadın öldürülmüş.
Seçimlerden önce AKP kadın kolları topladığı Çalıştay'da vurguladı: 2011'e doğru düşme var. Ama düşse ne olacak? Artık mızrak çuvala sığmıyor. Öte yandan rakamlar, hele resmi rakamlar tezlerimizi desteklediği zannı ile bile olsa bu işin esasını oluşturmamalı diye düşünüyorum. Senede bin değil de sadece otuz kadının "ailesi" tarafından öldürüldüğünü bilsek konu gündemden düşecek mi?
Bu konuda önemli olan bir şey var. Dünya üzerinde canına kıyılan kadınların yüzde yetmişi eşleri ya da sevgilileri olan erkekler tarafından öldürülüyor. Bu geleneksel olarak da, modern olarak da böyle. Demek ki var olan aşk-evlilik kültürü kadın kıyımını mümkün kılıyor. Neden? Soru budur.
Rakamlı rakamsız şunu iddia ediyoruz: Karanlık bir erkek egemen geçmiş var. Kadınlar hep canları alınabilir tehtidi altında yaşamışlar. Bu görülmemiş, bilinmemiş, sayılmamış bir politik cinayet türü. 1960'tan itibaren akademik ve resmi bir başlık haline geldi. Öncesi binyıllardır gizli. Ama ne var; konu yeni yeni dünya kadınlarının feminizm mücadelesi sayesinde ele alınıyor. İHD geçen hafta bir rapor açıkladı. Aynen aktarıyorum:
"Yapılan araştırmalarda kadına yönelik şiddeti doğuran aile dinamikleri hakkında hiçbir bilgi birikiminin, kayıt ve belgeleme sistemlerinin bulunmadığı görülmüştür. Türkiye'de yaşanan, kadına yönelik şiddet ve cinayet olaylarının, en az yüzde 64'ünde, mağdurların tehdit altında olduğu, aileleri, akrabaları, arkadaşları ve çevrelerince bilinmektedir."
İki binli yıllar Türkiye'sinde yaşıyoruz. Bu dönemde erkek şiddetinin her türündeki genel artışı iki dinamik etrafında ele almak lazım sanki. Bir arada sarmal etkileri olan iki dinamik var. İktidar, başbakanın da dile getirdiği üzere, kadın erkek eşitliği fikrine karşı. Bu egemen dinamik. Öte yandan kadınlar erkeklere eskisi gibi itaat etmiyorlar. Bu da diğer dinamik.
Kadınların bu kadar kolay ve çabuk öldürülmesinin nedenleri çok... İstersen tek tek bu nedenlere bakalım. Bugüne kadar şiddetin, baskının, eşitsizliğin altında hep ataerkil yapıyı işaret ettik. Bu, bugün de kadın sorununun ve mücadelesinin temel zeminlerinden biri. Bugünkü ekonomik yapı, sistemin işleyişi ile dünün ataerkil yapısı arasında gösterim olarak bir farklılık var mı? Bu fark ya da farksızlık cinayetlere neden oluşturuyor mu?
Öncelikle süreklilik gösteren bir şeyi tekrar tekrar ele almalıyız. O da tüm dünyada ev içlerinde, kadınların kadın ve erkeklerin erkek olmayı sürdürdüğü gerçeğidir. Öte yandan kadınların yapabildikleri şeyler, yapmayı hayal edebildikleri şeyler geçen yüzyılla kıyas edilemez. Bu yeni bir tarihsel durum. Bir kadın şehirde çok karışık bir bankacılık işinin altından kalkabiliyor veya üç çocuğu birden idare edip ayni zamanda evlere temizliğe gidip bankada para biriktirmeye çalışabiliyor. Kadınlar değişti, değişiyor. Ama aile, aşk, sevişme, ebeveynlik, ev işleri kalıplarında değişen çok az şey var. Kadınlardaki değişimin denetimi kadın hareketlerine bırakılmıyor. Kadınlar da kalıplarından çıkmak istemiyorlar. Ama değişim kaçınılmaz. Bu işin kadınlarla ilgili yönü.
Bir de toplumun tamamı için geçerli şöyle bir görüş var ki katılıyorum: Türkiye toplumunda büyük bir normsuzluk var. Yani ortak bir normal yok. İnsanların karşısında, yanında, içinde ayarlarını yapabildikleri bir yaşam, ahlak, kural yok ortada. Sadece piyasa ve mitler var. Son norm üreten ideoloji islamizmdi. O da hükümet ederken hem kendini besler hem çürütür oldu. Yine de bir grup kadın için onun normları geçerli.
Öte yandan karşısında olunacak veya uyulacak değerler seçilemez halde. Büyük bir keşmekeş, belirsizlik ve güvencesizlik söz konusu. Feminizm dâhil dönüştürücü-eşitlikçi-devrimci politik ideolojiler de öğreten, yönlendiren, isteyen, gelecek vadeden olmaktan kaçınıyor. Herkes mırıldanıyor, şikayetleniyor, muhalefet ediyor. O zaman iktidarda olan güçleniyor ki bu son derece karanlık bir ideolojik bileşim.
Türkiye de ise söyle bir şey oldu: Kadınlar talep etmeyi kendilerinde hak görmeye başladılar. Bu yeni bir şey. Söylenmiyorlar; açıkça istiyorlar, bunu hak görüyorlar. Değişim ve on yıllardır yükselen kadın hakları -feminizm fikriyatının topluma sızan etkisi; kadınlarda kendilerinde daha fazla talepkar olma hakkı görmelerine yol açıyor. Öte yandan kadınlar değişmeden -değiştirmeden güçlenmek istiyorlar. O da olmuyor.
Yani klasik kadın kalıbının dışına biraz çıkmadan erkeklerin şiddetine karşı koyabilmek çok zor. Kuvvetli olmanın yeni formüllerini, yeni çekici-güçlü kadın kalıplarını üretmek zorundayız. Bu dediğim de cins mücadelesinde topyekûn bir kıpırdanma olmadan, kadın hareketinin kurumları güçlenmeden, sadece hanelerdeki cinsler arası çatışma ile oluşmuyor.
Otuz yıllık savaşın bu cinayetlerdeki payı sence ne? Askerde öldürmeyi öğrenen erkekler, birer cinayet makinesine mi dönüştü?
Askerlik ve savaş muhakkak içinde biçimlenen genç erkekleri etkiliyor. Savaş ve öldürmeyi öğrenmek insani insanlıktan çıkaran bir şey. Vatanı namusun gibi koruma ideolojisi, yani düşman addedilen erkeklerle evde seni bekleyen anne, aile, eş, çocuk, namus için kapışılması gerektiği zaten devletin erkeklik ideolojisinin temelinde hep canlı tuttuğu bir motif. Ama insanlar kadın erkek birlikte savaşabilir. Kadınlar savaşabilir, savaşıyorlar da.
Bizim ülkemizde devam eden bu kirli savaşta devlet önce üniversitelileri de içeren bir kuşağı cepheye sürdü. Sonra yanılmıyorsam son on beş yıldır ölüme daha fakir ailelerin çocukları Mehmetçikler sürülüyor. Şimdi ise paralı askerlerin ve özel polis timlerinin oluşturulması söz konusu. Bu herhangi bir toplumsal anlamdan, klasik militarizmden, yurt savunması ideolojisinden bile daha karanlık bir çürüme işareti. Dünyada mecbur olduğu için değil istediği için, geçim için sürekli bu işi yapan erkekler yetiştiriliyor olması çözüm değil. Sevinilecek bir şey hiç değil.
Otuz yıllık savaş hayatının en korkunç, en heyecanlı kısmı askerlik olan erkekler bıraktı geriye. Bu erkekler hemcinsleri ile dayanışmayı, acıyı, iyi ve kötü şeyleri bu kirli savaşın içinde öğrendiler. İnsani bir ortamda kadın erkek beraber yaşanan bir sosyal hayat içinde büyümediler. Köy ve kasabaların, Anadolu şehirlerinin ve uzak kenar mahallelerin çocukları evlenmeden önce askere gittiler. Onların pek çoğu genç erkekler ve kadınlar olarak birlikte hoş şeyler yapılan bir ortam bilmiyorlar. Belki bir tek düğünlerinde kadınlarla omuz omuza oldular. O da beraber oynayabiliyorlarsa. Uzak kışlalarda hınç, korku ve kan içinde erkek erkeğe büyüdüler. Kadınları fuhuş içinde tanıdılar tandılarsa. Bu erkekler evlerinde kadınlara sığınabiliyorlar ama eşlerini- eşitleri olarak göremiyorlar. Onlar eşlerine, eşleri onlara hiç benzemiyor. Apayrı dünyalardanlar, bu çok önemli.
Eğitimle şiddetin arasındaki bir bağ hep kurulur, ancak öldürülen kadınlara ve erkeklere baktığımızda, bu algıyı kıran örnekler de görüyoruz. Söz cinayetle sonuçlanmayan şiddete geldiğinde, deneyimler, veriler bize arada pek fark olmadığını anlatıyor. Eğitimli erkek şiddeti öldürmeyecek şekilde uygulamanın da mı bilgisini alıyor?
Eğitimin nerede, nasıl alındığı önemli. Yani modern-cumhuriyet eğitimi aldık biz. Şarkı neydi? Erkekler için küçük asker, kızlar için küçük Ayşe . Birisi tüfeğine, birisi bebeğine bakıyordu. Şimdi de aynı kalıp ama post-modern eğitim altında devam ediyor. Kızlar Barbie bebekle alışveriş oyunu, erkekler otomatik tüfekle, hızlı araba simülasyonu oynuyor. Üstelik kızlar pembe, erkekler mavi meselesi eşcinsellik korkusu ile birlikte eğitimli evlere daha bir girdi. Yola böyle başlanıyor.
Erkeklerin kızlara sahip olmak -olmamak meselesi okul eğitimi ile aşılabilir mi? Neden olmasın ama toplumda asgari insanlık bilgisinin ekseninin kaydığı bir eğitim-eğitimsizlik hüküm sürüyor şu anda. Paralı ve son derece gerici bir eğitim sistemi söz konusu. Yeni ortaçağ ortamı güvensizlik, bencillik ve ümitsizlik aşılıyor ve cinsiyetçi altyapıları sarsacak atılımların böyle bir ortamda köklenmesi çok zor. Büyük ve güçlü bir kesinti, bir kopuş, bir devrim olmadan düzelemeyecek erkek egemen bir insanlık kalıbı var.
Şimdi bazı evler var ki orada kadınları öldürmenin kuralı var. Modernizm öncesine ait ve devir ederek yaşayan aşiret düzeni, açık kurallı bir kültür. Kadın kocasına veya ailesine karşı ahlaksız addedilen bir hareket yapmışsa karar verilip öldürülebiliyor. Ama toplumun ortalama organizasyonu öyle berbat ki ve o kadar fenaya gidiyor ki birçok yoksul onu açıkta bırakan bu toplum örgüsüne aşiret sistemini veya ona benzeyen cemaat sistemini tercih ediyor.
2004'deki Güldünya cinayeti sembol örnektir. Yani kız kardeşini öldürmek o abi için yasaldır, meşrudur. Böyle düşünenler çoktur, onlar caniler olarak görünmüyor, cemaatlerinde senin benim gibi saygı gören insanlar . Şimdi bu aşiret kültürü yaşıyor. Mafya kültürü yaşıyor. Eşitsizlik sisteminin hiçbir öğesinin kökü kazınmamış bir dünyada egemenler aile diyor da , kadın sorunu diyemiyor. Aile elden gidiyor, milli manevi değerlerimizi koruyalım diye bir eşitlik karşıtı cereyan aileleri ilmihallere sürükledi. Şu kesin ki muhafazakâr düşünce kadını itaat ettirmek için vardır. Birçok erkek için o yüzden örtülü eş makbul.
Yoksulluk, yoksunluk da şiddetin nedenlerin biri olarak gösterilir. Artan yoksullaşmanın, liberal politikaların da cinayetleri kışkırtıyor olmasından söz edilebilir mi?
Kadınlarla yapılmış bir anket var; aile içinde en büyük sorun olarak neyi görüyorsunuz dendiğinde yüzde yetmişe yakını evin geçimi cevabını vermiş. Aslında bu erkekler için de böyledir. Kocalar güvenli işlerde çalışıyor olsa aileler ve kadınlar daha mutlu olur, ama bunun bir koşulu da kadınların sinip itaat etmesidir. Örf-adet -töre-din paranın yönetimini erkeklere bırak, diyor. Cumhuriyet devrimleri ile kadınların eline geçen imkânları cumhuriyet karşıtı kadınlar da kullanıyorlar bugün. Bu da her çeşit erkeği çıldırtıyor. Cinayet erkek işsiz kaldığı için değil, işsizliğin sorunlarını kadınla eşit paylaşmak istemediği için işleniyor genellikle. Ya da kadın bu yüzden ayrılmak isterse ya da kendi para kazanıp parasının tüm yönetimini eşe bırakmazsa, ya da eşinin başka kadınlarla olmasına göz yummazsa , en fenası başka bir hayata geçmek isterse erkek çıldırıyor.
Aslında bu şiddete hep neden arayan, nedenlerini gösteren de kadın, daha doğrusu kadın hareketi oldu. Bu bazen bana erkeklere mazeret arıyormuşuz gibi geliyor. Genetik kodlamanın payını göz ardı mı ediyorum sence?
Ben konunun biyolojik yönünü zayıf bir etken olarak görüyorum. Yani ben daha bu sabah şiddet görmüş ve üç çocuğu ile eşinden boşanmayı başarmış yoksulca bir kadın arkadaşla sohbet ediyordum. Geçimini çalışarak sağlayan bu kadın sabah haberlerinde bir kadının eşini bıçakladığını dinlemiş. Bana dedi ki: İş artık tersine gidiyor. Kadınlar erkeklere günlerini gösterecek. Yani kadınlar erkeklere karşı kıyıcı olamaz diye bir şey yok. Kıyıcı olmamalılar diye de düşünmüyorum ben. Zorla güzellik olmuyor, ama zor kullanmadan da çirkinlikten, zulümden kurtulunmaz.
Türkiye'de erkeklerin en önemli ortak özellikleri kadınların hizmetine, ama kendi bedenlerinin ve bütçelerinin özgürlüğüne de bağımlı olmaları. Ayrıca iyi aşık-eş olmayı bilmiyorlar. Aşk eşle yapılmaz sanıyorlar. Hepsinin içinde yakınları olan kadınlara karşı bir derebeyi yatıyor. Ama suskun, ama konuşkan. Kadına boyun eğmek de onları mahvediyor. Hâlbuki kadınlar bayılıyor güçlü -paralı bir erkeğe boyun eğsin diye. İstisnalar var elbet.
Erkekler kadınlara ne der? Bana karışma! Kadınların en çok tokat yedikleri an bir konuda görüşlerini belirttikleri an oluyor. Sen ne konuşuyorsun benim karşımda, bana rağmen der ve basar tokadı adamlar. Bu genetik değilse, yönetmeye alışmanın verdiği reflekstir.
Tabii dünyaya da bakmak lazım Bizde hepsi namus cinayeti olarak tanımlanan cinayetlerin bazıları birçok Avrupa ülkesi cinsiyetçileri tarafından da aşk-kıskançlık cinayetleri olarak tasnif ediliyor. Şöyle bir şey var; erkekler erkek olarak, yani kadınları mülklerinin bir parçası olarak görebilen kişiler olarak yetiştirildikleri için özellikle seviştikleri kadınların, eşlerinin, kafalarına uygun gelmeyen bir davranışını gördükleri zaman kendilerinden geçebiliyorlar. Kendilerini bu infiallerinde o anda çok hâkli görüyorlar. Sonraki pişmanlıkları da tamamen yalan değil, çünkü pek çoğu refleks olarak kadınları şiddetle cezalandırmaya yatkın. Düşünüp yapmıyor, kendine teslim olmuş halde vuruyor kırıyor.
Aslında pek çok erkek arasında bu konuda bir duygudaşlık var. Yani katil-adamın halinden anlıyorlar, Neredeyse bazı durumlarda bunu hak olarak görüyor, hissediyorlar. Ayrıca yaygın olarak okunan "Veda hutbesi"nin Türkçe versiyonu erkeklere kadını dövme izni veriyor. Öte yandan kadınların toplumsal-ekonomik hayatlarında pek çok değişiklik olsa da aşk-evlilik-cinsellik kalıplarından değişim çok az. Onlar hala sevildikleri-sevdikleri bir erkek için fedakârlık yapmayı istiyorlar, en çok fedakârlıklarının hiçleşmesinin karşılığı olarak parasal güvence istemeyi biliyorlar.
Kadınların hak aradığı, bir kısmını kazandığı, çalışan kadın sayısının görece de olsa arttığı, kadınların şiddeti dillendirdiği, yolunda gitmeyen ya da şiddet gördüğü evlilikten kurtulma yolları aradığı bir dönemde kadınların öldürülmesi, erkeklerin kadınları "eve" döndürme arzusu olabilir mi?
Eve dönmeseler de itaatlerini sürdürsünler isteniyor. Çalışan ve erkeğini bebek gibi besleyen kadınlar var. Kadınların karşısında sus pus olan erkekler de var muhakkak, ama bu bir arıza, bir hastalık oluyor toplum için. Oysa erkeğinin sözünden çıkmayan, ona itirazlarını onun eşref saatinde onun gururunu kırmadan, kimse yokken yapan bir model kimseye hastalıklı görünmüyor.
Şöyle bir şey var aslında, yine Güldünya bu açıdan sembol. Bu cinayet 2004'te işlendi. Güldünya ailesinden kaçıp sığınacak bir yer arıyordu. Ana fikir budur. Bu işin kaynağı ailedir. Elbette dediğin doğru, kadınların aile içinde çalışmaları, uyumlu olmaları istenen. Peki, problem olunca ne olacak? Kadın yine ailesine gidecek. Güldünya'nın kaçıp İstanbul'a getirdiği çocuğu şimdi kimin yanında büyüyor? Annesini öldüren büyükanne ve babasının elinde. Bunlar ağır şeyler. Biz feministler, aile içinde dönen ağır suçlara meraklı değiliz, biz mutlu olunsun istiyoruz, suçların gizlenmesine karşıyız. Yıllardır doğrulanıyor dediklerimiz. Kadınlar aile dışında güçlenmeyi bilmedikçe bu acıları yaşayacaklardır.
Ama adından kadın çıkarılmış aile konmuş olan bakanlığın başına gelen Fatma Şahin ne diyor: "Feminizmin kimseye yararı görülmemiştir, ben feminist değilim". Burada bakan ben feministim dese zaten yalan olur, ama olmama gerekçesi güzel: yararı yok. Çünkü köklü bir değişim isteyen feminist düşünceler karışıklık yaratıyor. Nimet Çubukçu da cinsler arası huzursuzluk istemediğini söylerdi bakanken. Adamlar günde üç kadın öldürüyor. Onlar huzursuzluk çıkarıyor. Hükümetin çizgisi elbette cinayetleri önlemeye çalışan bir çizgi olacak. Ama onlar her zaman kadınları yatıştırmaya endeksliler.
Nasıl yatıştıracaklar? TOKİ'de ev vereceğim, huzur siteleri kuracağım, elektronik kelepçe takacağım. Sanki konu hırsızlıkgibi bir suç. Onlar işin aslıyla uğraşanları denetlemek, onlara fırsat vermemek istiyorlar. Türkiye sağı -muhafazakârı-İslamcısı kadınların ahlaki çöküş- aileden kopuş yüzünden sıkıntı çektiğine inanır. Toplumu buna inandırıp kadınları sindirmek baş misyonlarıdır.
Devletin bu konuda ne düşündüğünü özetledin, neler öngördüğünü, feministlere hangi pencerelerden baktığını da anlattın. Ama yine de feminist hareket talep etmekten vazgeçmiyor, devleti uyarmaktan da...
Türkiye'de kadın hareketi çok güçlü ve sürprizli yanlar taşıyan bir hareket bence. Şiddet konusunda muazzam bir emek ve gayret içinde çalışan gruplar, kurumlar var. Fatma Şahin geçen hafta kadın cinayetlerini önleme başlığı altında birçok kadın sivil toplum örgütüyle bir toplantı yaptı. Konu ile ilgili çalışan kurumlar bakanlığa önerilerini liettiler. Mor Çatı bir bülten yayınlıyor, internetten de okunabiliyor. Orada düzenli bilgilere ulaşmak mümkün. Mesela, Mart 2008'de yayınlanan bir korunma yasası var, hareket onunla ilgili düzenlemeler yapılmasını istiyor. Bakanlık önerileri dinlemiş. Önümüzdeki hafta açıklama gelecek, göreceğiz. Yasalarda eskisine göre çok değişiklik var. Zaten toplantı yasal düzenlemelerle ilgili yapıldı.
Malum yasalar iyidir, ama kadınlar adliyenin yanında bile otursalar yasalara çok uzak bir alemde yaşarlar. En önemli talep iyi işleyen kadın sığınakları. Bunu yapmıyorlar. Bugüne kadar yapılamayan en önemli şey kadınların güçlenmesinin esas amaç olarak görülmesidir. Çok karışık bir dönem yaşıyoruz. Bakanlığın adından kadın çıkarıldı, biliyorsunuz. Aile ve sosyal yardım bakanlığımız var. Kadın erkek eşit değildir, diyen bir başbakanımız var. Öte yandan kadın hareketi kendi içinden bakanlığa bir danışman vermiş durumda, Selma Acuner Fatma Şahin'in danışmanlarından biri.
Yani başa dönersek feminist olmanın kıstasları da biraz fazla karışmış durumda bence. Tabii bu da bir çizgi. Kadın hareketi birçok farklı çizgiyi hep içinde barındırmasıyla zengin bir harekettir. Ama bana bu dönemde iktidarı-muhafazakârları meşrulaştıran katılımlar, konuyu bulanıklaştıran çizgiler yararsız, hatta yer yer zararlı görünüyor.
Ben bu dönemin egemenlerinden kadınların siyasi düzene ve aile içi düzene uyumunu örgütleyecek tedbirlerden başka hiçbir verim beklemiyorum. Muhafazakârlar kadınların boşanması, ailelerin dağılmasını ana problem olarak görüyor ve cinayetlerin kendi önerilerinin dışına çıkanların başına geldiğini düşünüyorlar. Aldıkları bütün tedbirler aileyi güçlendirmeye yönelik. Ezilen cins de çoğu zaman çareyi kendi gücünde değil, yuvanın gücünde arar. Oysa kadınların kurtuluşu güçlü millet, devlet ve aile arayışında olanlarla yol ayırarak, ayrı cepheler açarak gerçekleşebilir. Ev içinde ayaklar baş olmayı istemeden "başlar sistemi" ortadan kalkmaz. Ben kadınlar, öldürseniz de boyun eğmeyeceğim; kaderimi sizin bıçağınız, yatıştırıcılarınız, kurallarınız değil benim ve cinsimin yeni kuralları belirleyecek diyerek, her şeyi değiştirebilirler diye düşünüyorum.(BG/ÇT)
* Bu yazı Mesele dergisi Ekim sayısında yayınlanmıştır.